Enkaz sokaklarında 11 gün
Deprem bölgesindeki 11. günümün akşamı İstanbul’a dönmek için yola çıktık. Koşturmaca bitince ve yalnız kalınca ne yaşadığımı idrak etmeye başladım. Bu yazıyı yazarken bunları ben mi yaşadım diye kendimi sorguladım. Ve şu an farkındayım ki her birimizin içinde kaldırılmayı bekleyen enkazlar var. Kimi bencillik, kimi çıkar, kimi menfaat, kimi vurdumduymazlık nedeniyle yıkılan yapıların enkazı.
İki büyük deprem gerçekleşti ve binlerce bina yıkıldı. 11 gün boyunca deprem bölgesindeydim ve yıkılan tek şeyin sadece binalar olmadığını gördüm. Böyle diyorum diye karamsar olmaya gerek yok. Zira o enkazların arasında hiçbir depremin yıkamayacağı ve bizi mahcubiyet deryasında boğan bambaşka manzaralara da şahitlik ettim.
Depremin ikinci günü yola çıkıp havalimanına giderek uçağa bindim. Kalkış saati gelmesine rağmen uçağımız kalkmamıştı. Neden bekliyoruz diye sormama kalmadı ki pilot şöyle anons geçti: “Bölgede hava trafiği çok yoğun olduğu için Gaziantep Havalimanı’ndan kalkış onayı bekliyoruz.”
Uçağımız rötarlı kalktı ve Gaziantep’e indiğimizde o yoğunluğu gördüm. Onlarca farklı ilden ve onlarca farklı ülkeden sayamadığımız kadar arama kurtarma ekibi gelmişti. Havalimanı’ndan bölgeye gidecek boş otobüs bile bulamadık. AFAD Koordinasyon Merkezi’ne giden bir otobüs bulunca bütün gönüllüler ile beraber doluştuk.
Askerle kucaklaşma
Orada TSK’nın helikopterlerle depremden zarar gören köylere insanî yardım indireceğini öğrenince biz de o helikopterlere binerek eşlik etmek istedik. Gaziantep’in Nurdağı ilçesine bağlı birçok köye indirme yapılırken, havadan yıkımın boyutunu görüntüledik. O esnada depremin etkisiyle bir dağın boydan boya yarıldığını gördüm. Devasa kayaların parçalandığını görünce, “Kim bilir köyler ne durumdadır” diye düşündüm.
Kısa bir süre sonra ufukta köy göründü. İlk kalkışta iki köye indik ama ikinci köy neredeyse tamamen enkaza dönmüştü. İlk köyde yardımları indirdiğimizde helikopterin yarısındaki yük boşaltılmıştı. İkinci köydeki yıkımı görünce “Bu yardımlar buraya yetmez” diye düşündüm. Bütün yükü boşaltıp, helikopterin kalktığı kışlaya geri döndük. Helikopterlere yeniden yardımlar yüklendi. Aynı köye gideceğimizi bilmiyordum ve tekrar o köye gittiğimizi görünce mutlu oldum, çünkü daha fazlasına ihtiyaçları vardı. İkinci kez insanî yardımlar helikopterden indirilirken yaşlı bir amca jandarmaya sarılıp ağlamaya başladı. O esnada anladım ki ilk gelen ama yetersiz olan yardımdan sonra yeniden gelmeyeceğimizi sanmıştı. İkinci kez gidince yalnız olmadıklarını ve kendi başlarına bırakılmayacaklarını anlamış olmalı. Tabi bu, o duygu karmaşası içerisinde benim hissettiğim şeydi…
Savaştan çıkan bir şehir gibiydi
Kışlaya dönünce, Gaziantep’in İslâhiye ilçesine doğru yola çıktım. Vardığımda enkazdan başka bir şey göremedim. Kimi bina temelinden yıkılmış üst katlar ayakta duruyor, kimi bina temeliyle birlikte topraktan çıkarak yan yatmış, kimi bina ise un ufak olmuş… Sanki büyük bir savaşa girmiş ve savaştan yeni çıkmış gibiydik. Bir bulvarda seyir halindeyken hemen sağ tarafımızda bir enkazda çalışma yapan arama kurtarma ekiplerini ve hazır bekleyen ambulansı görünce durduk. İnip bakmak istedik. Ve bulvarın ortasındaki geniş refüjde ateş yakarak ısınmaya çalışan insanların yanına gittim… Hava gerçekten çok soğuktu. Yakılabilecek ne varsa yakıyorlardı, çünkü ısınmak için başka bir seçenek yoktu. Ateş sönmesin diye ne varsa atılıyordu ve yanan plastiklerin kokusu ortalığı kaplamıştı.
Bulvardan yokuş aşağı indiğimde arama kurtarma çalışması yapan başka ekipler gördüm. Enkaza çıkarak ekiplerin yanına gittim. Depremin üçüncü günüydü ama çok yoğun bir ceset kokusu vardı. Şaşırmıştım. Çünkü hem hava çok soğuktu hem de üçüncü gündeydik. Daha sonra kokuların genellikle ölen evcil hayvanlardan geldiğini öğrendim.
Akşam olmuştu. İslahiye’deki koordinasyon merkezinin yakınlarına gittiğimde çorba dağıtılmaktaydı. O esnada 24 saattir neredeyse hiçbir şey yemediğimi fark ettim. Fakat açlık hissetmiyordum. Saat geceye yaklaşınca hava iyice soğudu. Çok yorgun düşmüştüm ve biraz uyumak istedim.
Sanki onların değil de bizim yardıma ihtiyacımız vardı
Yerimizi hazırladıktan sonra dışarıda ateş yaktık ve iyice tanıştık. Abisinin adı Seyfullah’tı. Seyfullah abi, “Kusura bakmayın sizi böyle ağırlamak istemezdik” dedi ve ben utandım. Deprem olmuş, evleri yıkılmış ve hâlen misafirperverlerdi. Sanki kendilerinin değil de bizim yardıma ihtiyacımız varmış gibi davranıyorlardı. Bu güzel ahlâk altında içten içe ezilmiştim. Saat iyice geçince uyuduk ve bir sonraki güne başladık. Artık her akşam spor salonuna dönüp orada uyuyorduk. Spor salonunun dışarıdan tek farkı içeride rüzgâr olmamasıydı. Yani içerisi de bayağı soğuktu. Montumu çıkarmadan yorganın altına girip nefesimle ısınıyordum. Sabahları ise spor salonu dışarıdan daha soğuk oluyordu.
Yine bir gün koordinasyon merkezine uğramıştım ve oradan merkeze dönmem gerekiyordu. Bir araç durdu ve nereye gideceğimizi sordu. Valilik tarafına gideceğimizi söyleyince yakın bir yerde bırakabileceğini söyledi ve bindik. Yolda öğrendik ki bizi aracına alan abi, enkaz altından çıkan babasının cesedini almaya gidiyordu. Ve bizi yolda görünce sırf yürümeyelim diye almıştı. Yardıma muhtaç insanların böyle durumlarda bize yardım ediyor olması bizi üst üste utandırıyordu…
İnsanlar acılarını yaşayamıyordu. Çünkü o zorluk içerisinde hayatlarını sürdürmeleri için çabalamaları gerekiyordu. O koşturmaca içinde biz de neye seyirci olduğumuzun pek farkında değil gibiydik. İstanbul’a döndüğümde farkına varacağımı biliyordum.
Günler boyu şehri dolaştım. Her köşede farklı bir şehirden gelen gönüllüler vardı. Kimi seyyar fırın kurmuş 20 dakikada bir simit çıkarıyor, kimi çorba dağıtıyor, kimi mobil fırın kurmuş sıcak pide dağıtıyor, kimi çay, kimi balık ekmek… İnanın saymakla bitmez. Bir akşam yol üstü yemek dağıtan bir ekibin yanına gittik. Yemek dağıtan kişinin gözü bantlıydı. İltihap kapmış ama çalışmaya devam ediyordu. Bütün bu sahnelere seyirci olunca, vefat edenler geri gelmez ama bu yaralar yeniden sarılır diye düşündüm.
- Görevini eksik yapanlar anında cezalandırıldı
- Tabii bu kadar güzel örneğin yanında kötü örneklerle de zaman zaman karşılaştık. Bölgede 7’den 70’e herkes gönüllüydü aslında. Memuriyet anlayışı yoktu. Memur olan da gönüllü olarak sayılıyordu artık. Çünkü mesai kavramı yok olmuştu. Fakat gönüllülüğü kavrayamayan bazı memurların olduğuna da şahit olduk. Spor salonu, Gençlik ve Spor Bakanlığı’na bağlı olduğu için her hafta başka bir ekip orada görevi devralıyordu. Böylece yardımlar aksamıyordu. Bir ekip geldi ve her gün gece 12’ye hatta gece bire kadar açık olan deponun kapısını akşam 6’da kilitlemeye başladı. Bayağı dert ettim kendi kendime. İnsanlar yardım taleplerini o depodaki görevlilere söylüyordu çünkü. İki gün aynı şeye şahit olunca daha fazla dayanamadım. Koordinasyon merkezine giderek bizimle samimi olan bir yetkiliye durumu ilettik. Bahsi geçen ekip bir saat içerisinde görevden alınınca mutlu olduk.
- Tabii aynı gün koordinasyon merkezinde de görevden alınan biri vardı. Sağlık personelinin başına atanan İl Sağlık Müdürü haddi hududu aşarak yardım için koşturan personeli ağır bir şekilde azarlamıştı. Anında onu da görevden aldılar. Bunlara şahit olunca içim rahatlamıştı. Aynı gün, samimi olduğumuz o yetkiliyi yalnız başına ağlarken gördük. İnsanlar varken, koşturmaca içerisinde kimse acısını hatırlamıyordu. Yalnız kalınca acısını hatırlamış olmalı…
- Adıyaman için uygun adım
- Sabah kalkınca Adıyaman’a gitmeyi düşündüm ama nasıl gideceğimi bilmiyordum, çünkü aracım yoktu. AFAD binasına gitmeyi düşündüm, çünkü oradan Adıyaman’a giden bir araç bulabileceğimi düşünmüştüm. Yürüyerek AFAD binasına doğru giderken yoldan geçen araçlara el kaldırıyordum. Defalarca denemenin ardından “Kimse durmayacak galiba” diye düşündüğüm esnada lüks bir araç durdu. AFAD binasına gideceğimi ve basın mensubu olduğumu söyleyince yardımcı oldu. Yolda biraz sohbet ettik. İş adamı olduğunu ve şirket binasının AFAD’a yakın olduğunu söyledi. Kahvaltı için şirkete davet etti. Beraber gittik ve kahvaltıdan üç beş lokma alıp kalktım, çünkü yiyemiyordum. Sonra yine aracıyla beni AFAD’a bıraktırdı.
- Adıyaman’a giden bir otobüs bulamayınca bir ihtimal belki otogardan araç kalkıyordur diye otogara gittim. Bir minibüs bulup bindiğimde minibüs şoförünün de Adıyamanlı bir depremzede olduğunu öğrendim. Deprem olunca ailecek minibüse sığınmışlar. Fakat deprem nedeniyle depremzedelerin ulaşım sıkıntısı yaşadığını öğrendiği için ailesini minibüsten indirerek Gaziantep’e gelmiş. Adıyaman’a vardığımda merkeze uzak bir noktada indik. Trafik kapalıydı. Daha önce hiç gitmediğim bir şehirde yalnız başımaydım. Yaklaşık 4 kilometre yürüyerek Adıyaman merkezine vardım. Attığım her adımda bir enkaz, bir çalışma gördüm.
- Adıyaman’ın ismi artık acıyaman olmuştu
- Merkeze vardığımda gazeteci bir arkadaşımla buluştuk. Enkazlarda yapılan çalışmaları kontrol ederken iş makinelerinin sesleri bütün şehri sarmıştı. Siren sesleri hiç susmuyordu. Filmlerde izlediğimiz sahneler gibiydi. Böyle bir enkazdaki çalışmayı takip ederken arama kurtarma ekibi “Herkes sessiz olsun” diye bağırınca bütün iş makineleri ve araçlar kontak kapattı. Bir anda sessizlik oluştu. Hassas cihazlarla enkaz altından ses gelip gelmediğini kontrol ediyorlardı. Adım dahi atmıyorduk. Maalesef o enkazdan ses alınamadı.
- Gün boyu sokak sokak Adıyaman’da dolaştım. Ses gelen her enkaz umut oluyordu. Derken iyice yoruldum, akşam olmuştu. Yürümekten ayaklarımın tabanları ağrıyordu. Bulunduğum noktaya 4 km uzaklıkta koordinasyon merkezi vardı. Orada kalabileceğimi düşünerek gitmek istedim ama adım atmaya mecalim yoktu. Geçen araçlara yine el kaldırmaya başladım. Akşamdı ve hava çok soğuktu. Yine hiçbir araç durmayınca ümitsizce yürümeye başladım. O esnada tıkanmış olan trafikte bir kamyonet gözüme ilişti. Dorsesinde birçok gıda, battaniye ve yaklaşık 8-9 kişilik bir genç grup vardı. Onlar bizi davet ettiler. Arkadaşımla beraber dorseye atladık. Üşümeyelim diye battaniye verdiler. Nereden geldiklerini ve ne yaptıklarını sorduğumuzda aldığımız cevap içimizi ısıtmıştı. Şanlıurfa’dan depremzedelere yardım etmek için kamyoneti insanî yardımlarla doldurup gelmişler ve dorsede soğuğu yiye yiye, sokak sokak geziyorlardı. Onlara katıldık ve yardımları dağıtmalarına yardım ettik. Koordinasyon merkezine 2 km yaklaşınca onlardan ayrılarak yürüyerek devam ettik. Koordinasyon merkezindeki görevlilerin uyuması için hazırlanan bir yolcu otobüsü vardı. Boş koltuk bulunca biz de orada uyuduk.
- Depremzede: Kalacak yeriniz yoksa buyrun gelin
- Bir sonraki gün merkeze gittim. Adıyaman Valiliği önündeki bir enkazdan ses geldiğini duyunca saatlerce enkaz başında bekledim. Çok üşüyünce biraz ısınmak için hemen valilik önündeki İletişim Başkanlığı karavanına girdim. İçeride bir hanımefendi ile tanıştım. “Kalacak yeriniz yoksa Gençlik ve Spor Müdürlüğü’ne ait spor salonu var. Biz orada gönüllüyüz. Gelirseniz yardımcı oluruz” dedi. İşin garip tarafı bu hanımefendi de depremzedeydi. Gün boyu yine oradan oraya koşturdum. Gece 12’ye geldiğinde kalacak yerimiz olmadığı için spor salonuna gittik. Orada o hanımefendi bize yardımcı oldu. Abisi ve kendisi gönüllüydü. Spor salonu deposundan yastık, döşek ve yorgan verdiler.
‘Kızımı defnettim, yardıma hazırım’
Yine bir akşam koordinasyon merkezine döndük. Samimi olduğumuz yetkili abi ile muhabbet ederken, 50 yaşlarında bir abi müsaade istedi ve yetkiliye şöyle dedi: “Abi ben cenazemi defnettim. Nereye ne yapılması gerekiyorsa hazırım. Çağırman ve söylemen yeterli.”
Odadan çıkınca yetkiliye sorduk: “Bu abi kimi kaybetti, kimi defnetti?” Kızını defnettiğini söyleyince avazım çıktığı kadar içimden bağıra çağıra ama dışımdan sessizce ağladım. Çünkü bir babanın kızını kaybetmesi ve aile fertlerinin kalanını bir yere koyarak yardım faaliyetlerinde hiçbir acı yaşamamış gibi koşturması…
Dedim ya sanki onların değil de bizim yardıma ihtiyacımız varmış gibi davranıyorlardı.
‘Babamdan ses gelmiyor, diğer enkazlara gidin’
Bir gün Gaziantep’te, 8 gün Adıyaman’da kaldıktan sonra Hatay’a gitmeye karar verdik.
Hatay’ın Kırıkhan ilçesine gittiğimizde bir abla ‘Bektaşlı Köyü’nün tamamen yok olduğunu söylemişti. Köyü görmek istedik ve yola çıktık. 250 hanelik köyün 200 hanesi yıkılmış, kalan 50 hane ise kullanılamaz hâle gelmişti. Köy hemen bir dağın eteğindeydi ve dağdan kopan koca kayalar yuvarlanarak köydeki bazı binalara isabet etmiş ve deprem kadar yıkıcı olmuş. Çevre köyler sapasağlamdı fakat o köy enkazdan geçilmiyordu. Çünkü tam da fay hattının üzerine kurulmuştu.
Köye 10 dk mesafede bir araziye kurulan çadır kente depremzede köylüler yerleştiriliyordu. Oradan Reyhanlı’ya gitmeyi düşündüm. Orada depremzede bir tanıdığım vardı. İHH’nın Reyhanlı Bölge Koordinatörü Zeki Tahiroğlu. Aradım ve koordinasyon merkezinde olduğunu söyledi. Hemen yola koyulup gittik. Yaşadıklarını anlattı. Depremin Reyhanlı’yı pek etkilemediğini, ailesini çıkarıp güvenli bir yere koyduğunu söyledi. Daha sonra Antakya’da yaşayan anne, babasına ulaşamayınca deprem gecesi oraya gitmiş. Enkazdan annesinin sesini alıp çıkarmışlar. Tabi İHH’nın koordinatörü olduğu için emrinde çalışan çok sayıda İHH arama kurtarma personeli bulunuyor.
Bir ekip çağırıyor ve babasını çıkarmaya çalışıyorlar. O esnada diğer binalardan ses gelince vicdanen rahatsız olmuş ve ekibe, “Babamdan zaten ses gelmiyor. Burada canlılar varmış, oralara yönelmek lâzım” diyerek arama kurtarmayı başka enkazlara yönlendirmiş. Fedakârlığın bu kadarını düşünememiştim. Babasının olduğu enkazdan ses gelmediği için kendi ekibini başka yerlere yönlendirmek…
Her birimizin içinde kaldırılmayı bekleyen enkazlar var
Deprem bölgesindeki 11. günümün akşamı İstanbul’a dönmek için yola çıktık. Koşturmaca bitince ve yalnız kalınca ne yaşadığımı idrak etmeye başladım. Bu yazıyı yazarken bunları ben mi yaşadım diye kendimi sorguladım. Ve şu an farkındayım ki her birimizin içinde kaldırılmayı bekleyen enkazlar var. Kimi bencillik, kimi çıkar, kimi menfaat, kimi vurdumduymazlık nedeniyle yıkılan yapıların enkazı.
İşte bu enkazların altında ise merhamet, uhuvvet, insanlık, fedakârlık ve muhabbet bulunuyor. Sahadaki depremzedelerin duruşunu gördükten sonra kanaat getirdim ki içimizdeki enkazdan hâlen bir ses duyabiliriz. Orada hâlen hayatta olan birileri olmalı...