Dokunma ihtiyacı
Dokunmak hissetmektir; sezmek ve belki de karşısındakinin şahsiyeti mânevîyesini kuşatmaktır. Ama siz muhatabınıza dokunmazsanız, onunla maddî bir temasa geçmezseniz mânevî bir teması nasıl kuracaksınız? Onu nasıl sahiden hissedeceksiniz? İnsânî temastan arındırılmış bir insanlararası ilişki, mecburen hissi ve onun getireceği his merkezli tesiri dışarıda bırakır. Yani siz muhatabınızı belki anlarsınız ama hissetmezsiniz. Anlamak ise zihinde cereyan eder ve insanlararası ilişkinin yalnızca bir cüzüdür. Temassızlık, karşısındakini bütünüyle kavramak yerine en iyi ihtimalle onu hissetmeden anlamak mânâsına gelmektedir.
İşitiriz, görürüz, koklarız, tadarız ve dokunuruz. Bunlar, içinde bulunduğumuz âlemî his ve idrak etmemiz için bize lûtfedilen imkânlar. Bu hasselerden herhangi birinin bırakalım yokluğunu, kısmi eksikliği dahi bizi etrafımızda olup-bitenleri lâyığınca ihsas ve idrak etmekten alıkoyar. Özürlü hâle getirir yani. Gerçi bugün ‘özür’ tabiri, tıpkı ‘emanet’ tabiri gibi yanlış bir mânâlandırmanın kurbanı hâline getirildiği için merdud addediliyor ama özürlülük aslen, etrafımızda olup-bitenleri lâyığınca anlayamadığımızda, yanımızda-yakınımızda bulunanlara göre mazur kabul edilmemizi icap ettiren bir husustur; dolayısıyla kusur değil, imkândır. İmtihanımız icabı biz bir hassemizden kısmen yoksun bulunduğumuz için etrafımızdakilerin bu mazuriyetimizi tamamlamaları icap eder.
Elbette bu söylediğim, hakiki mânâsıyla mensubu kalmamış, talibi de bulunmayan bir ahlâk anlayışının ve o ahlâk anlayışından neşet etmiş insan kabulünün icabı...
Şimdi kendimize soralım bakalım: Etrafımızda bunca görülesi şeyin varlığı, bizim daha çok şey görebilme imkânımızı mı doğruyor acaba yoksa bizi sahici bir görmekten mahrum mu bırakıyor? Dışarıdaki hakiki eşyanın sahici varlığı yerine ekrandaki hayali eşyanın varlığının üzerimizde bıraktığı görme kusurlarına, dolayısıyla his ve idrak eksikliklerine girmiyorum bile.
Tefrik imkânı
Aynı şekilde binlerce senedir yapageldiğimiz gibi nefes aldığımızda ciğerlerimize dolan havanın içindeki şeyleri lâyığınca birbirinden tefrik edebiliyor muyuz? Birininkini öbürününkine karıştırmadan kokularını ayırt edebiliyor ve beherini ayrı ayrı hissedebiliyor muyuz? Yoksa bu pek mühim hassemizi, modernitenin bitmek bilmeyen teknik âlet-edevatının adı konulmamış kurbanı hâline getirdiğimiz için burnumuzu sadece içine hava çekilen bir uzuv mu zanneder hâle geldik?
Hâlbuki koku, bir ucu idame-i hayata, öbür ucu ise hazza dayanan nice imkânları bünyesinde barındıran bir hasse.
Gene binlerce senedir yediğimiz gıdaların lezzetini ayırt etmede ve dolayısıyla hem hayatta kalmamızı, hem de yaşadığımız bu hayatı küçük insânî hazlarla teçhizimizi mümkün kılan tat alma hassemizi de tıpkı koklama hassemiz gibi sahte yiyeceklerin sayesinde kaybettiğimizin ne kadar farkındayız acaba? Bu adı gıda, kendisi zehir şeyler yüzünden ayrıca sıhhatimizi de kaybetmemiz cabası.
İnancı, dini, siyasi kabulü ne olursa olsun neredeyse herkes her fırsat bulduğunda ‘ilerleme’ veya ‘gelişme’ demekten geri durmuyor ama söz dönüp dolaşıp ses kirliliğine geldiğinde gene ağız birliği etmiş gibi bundan da yakınıp durmuyor mu? Hâlbuki bütün bu insanüstü ses kirliliğinin yegâne müsebbibi ilerleme ve gelişme zannettiğiniz şeyler.
Başta şehirler olmak kaydıyla zamanımızın hayat tarzı insan için tahammülfersa ses miktarında seyretmede. Üstelik farkedelim veya farketmeyelim, dışarıdaki seslerin boğucu baskınlığı yüzünden içimizdeki seslere sağırlaştık. Kendimizle konuşamıyoruz. İnsanın kendisiyle konuşma hak, imkân ve mesuliyetini kendi kendiyle yüksek sesle konuşma arazıyla bir ve eş tuttuk. Kendi iç sesimize ve etrafımızdakilerin iç seslerine kulak tıkadık. Dolayısıyla dış seslerine de.
Ve yapayalnızlaştık.
Eksiltilmiş insan
Hakîkî mânâsıyla göremiyoruz, hakîkî mânâsıyla işitemiyoruz, hakîkî mânâsıyla koklayamıyoruz, hakîkî mânâsıyla tadamıyoruz ve en acısı hakîkî mânâsıyla temas edemiyoruz ama kendimizi hakîkî mânâsıyla insan kabul ediyoruz. Buradaki akılalmaz, gönüle sığmaz tuhaflığın ne kadar farkındayız acaba?
Hâlbuki etrafımızı, kendimizi ve nasipse Rabbimizi idrak için bize bahşedilen imkânlar bu hasselerimizle irtibatlı. Bütün bu hasselerimizin bize bahşettiği imkânlarla evvelâ etrafımızı his ve idrak ederiz, akabinde de kendimizi. Kendimizi idrakin mütemmim cüzü ise Rabbimizi idrak.
- Fakat artık böyle mi? Biz dokunan bir varlık mıyız sahiden de? Sadece mevcut koronavirüs tedbirleri icabı bize dayatılan temastan kaçınma zorlamasından bahsetmiyorum; biz farketmeden temas hak ve imkânımızın nasıl da köreltildiğini işaret kaygusundayım.
Hâlbuki bana sorarsanız pek de uzakta olmayan çocukluğumda ve ilk gençlik yıllarımda böyle miydi? İnsanlar konuşurken de, yürürken de, otururken de birbirlerine temas ederlerdi. Hele muhabbetin icap ettirdiği hâllerde meselâ insanlar birbirlerinin dizlerine dokunurlardı; meramlarını muhataplarına daha etkileyici bir tarzda aktarabilmek, anlattıklarının hissedilmesini de temin edebilmek için. Zamane gençlerine tuhaf geleceğinin farkındayım ama bundan 25-30 sene evvel, yolda yürürken erkekler kolkola girmekten asla içtinap etmezdi. Çünkü o yakın temasın, o iki kişinin arasındaki insani muhabbetin bir tezahürü mânâsı taşıdığı herkesin malûmuydu.
Batı’nın ahlâkı icabı temassızlık
“Batı’nın ilmini ve fennini alalım ama ahlâkını bırakalım” vecizesini dillendirene pek rastlamıyoruz şimdilerde; ihtiyaç kalmadığı için belki de. Ama belli ki biz Batı’nın ne ilmini alabildik, ne de fennini (gerçi silâh sanayiindeki bu ölçüsüz, sanayi içi ve dışı başka sahalardaki vaziyetimiz ile karşılaştırılamayacak miktarda dengesiz ‘ilerleme’mizde bir tuhaflık yok mu sizce de?) ama belli ki ahlâkını lâyığınca aldık. Almakla kalmadık, gayet ustalıkla özümledik de.
Batı’nın ahlâkını ne miktarda ve nasıl bir maharetle özümlediğimizi en berrak bir tarzda müşahede edebileceğimiz sahalardan biri de dokunmak hususunda cari. Mecburiyet hârici artık eşyaya bile dokunmaktan içtinap eder hâle geldik. Hâlbuki insan insana temas etmezse, karşısındakinin de kendisi gibi zaaflarıyla ve olanca erdemleriyle bir bütün olduğunu ve belki de tıpkı kendisi gibi onun da zaaflarının farkına varıp onları azaltmanın yollarını aradığını nasıl farketsin?
“İnsan insanın kurdudur” diyen Hobbes’a kızmak nafile. Çünkü Hobbes yerden göğe kadar haklı ve bu tespitiyle aslen insanı değil, Batı insanını tarif ediyor. Başka bir ifadeyle insan insana temas etmezse insan insanın kurdu olur.
Dokunmak hissetmektir; sezmek ve belki de karşısındakinin şahsiyeti mânevîyesini kuşatmaktır. Ama siz muhatabınıza dokunmazsanız, onunla maddî bir temasa geçmezseniz mânevî bir teması nasıl kuracaksınız? Onu nasıl sahiden hissedeceksiniz? İnsânî temastan arındırılmış bir insanlararası ilişki, mecburen hissi ve onun getireceği his merkezli tesiri dışarıda bırakır. Yani siz muhatabınızı belki anlarsınız ama hissetmezsiniz. Anlamak ise zihinde cereyan eder ve insanlararası ilişkinin yalnızca bir cüzüdür. Temassızlık, karşısındakini bütünüyle kavramak yerine en iyi ihtimalle onu hissetmeden anlamak mânâsına gelmektedir.
Dokunmamak ahlâkî bir tavırdır ve hissizlik ile yalnızlık, beraberinde getirdiği yıkımlardan yalnızca bir tanesidir.
Yeniden insanın insana temasına muhtacız. Candan, içten, sahici ve his yüklü dokunmaya