Dışarısı bomboş! Ne varsa hepsi içeride
Günlerdir evlerimizdeyiz. İçeride. Son birkaç yüzyıldır dışarıya alıştırılmış insanoğlunun yeniden içeriye girmesi ne zor! Dışarıya çıktıkça kendi içine yabancılaşan, yabancılaştırılan, bu yabancılaştırılmayı unutmak için dışarıda bin türlü bahane arayan ve elbette bolca da bulabilen insanın yeniden içeriye girmesi mümkün mü? Hele hele içine dönebilmesi, içinin karanlıklarına bakabilmesi ne kadar mümkün?
Hepimiz evlerdeyiz.
Birçoğumuz eve ‘tıkıldığımızı’ hissediyoruz; böyle dillendirmesek bile. Aslında eve tıkıldık, doğru. Çünkü bugüne kadar dışarıya mahkûm edilmiştik. Dışarıya ve hıza. Başlarda daha bir şikâyet etsek de geçen yüzyıllarda iyicene alışmıştık bu mahkûmiyete. Daha doğrusu, mahkûmiyetimizi memnuniyetimize dönüştürmüştük;hızla. Hızlı gidip geldik, hızlı yiyip içtik; hızlı düşündük, hızlı çözüm ürettik... Hızlı yaşadık. Hızla yaşadık.
Bir de ne görelim! Şimdi muvakkaten dahi olsa durup dinlenmemiz isteniyor bizden; oturmamız. Durulmamız. Sonra yeniden hıza kölelik etmek üzere biraz duralamamız...
Elimizden alınan sükûnet, şimdiki hâlimizin yegâne kurtarıcısı. Hem de hıza bunca alışmış, hızsızlığı bütünüyle hayatımızdan dışlamayı kanıksamışken. Öyle ya hız demek, yaşamak demekti bizim için. Hız, içeride değil, ancak dışarıda aranıp bulunabilecek bir şeydi üstelik. İnsanın ‘kendi iç hızını’ ayarlayabilmesi kendi tekelinde bile değilken.
Hız becerisini, kullandığımız alet-edavattan da bekler hâle gelmiştik. Aynı işi az-biraz daha hızlı yapabiliyor diye filân aletin o modeline değil de bu modeline avuç dolusu para vermekte hiçbir beis görmemeye alıştırılmıştık.
Hızdan haz almaktı bizimkisi.
Hızsızlık Kuraklığı
Hız varlığımızın mütemmim cüzü.
Geçen yüzyılın ünlü düşünürü Paul Virilio’nun ifadesiyle hız, hürriyetin tezadıydı. Ama biz, tab’an sahip kılındığımız her türlü hürriyeti, biraz daha hız karşılığında canı gönülden feda etmeye alıştırılmıştık bir kere. Yeter ki hızlandıkça daha az hissetmeye ve daha da az düşünmeye başlayabilelim. Bunun için ‘kazara olmayan’ her türlü kazaya bile razıydık: sakat kalmaya ve can vermeye hatta.
Yeter ki hız bizi uzaklara götürebilsin. İçimizden uzaklara!
Gelgelelim birkaç haftadır bizden, bırakalım hızımızı düşürmeyi, handiyse onu sıfırlamamız bekleniyor. Ne keskin bir fren sesi bu içimizdeki. Ruhumuzun asfaltında derin ve kapkara izler bırakan bir fren. Durmak mecburiyetindeyiz; duraklamak bile rahatımızı kaçırıyorken.
Şimdi durmak, evimize kapanmak mecburiyetindeyiz. Dışarıda ölüm kol geziyor; göze görünmeyen, ecinni bir ölüm bu. Kurbanını dikkatsizlerden seçen.
- Dışarıda insan insanın kurdu. İçerideyse kendisinin.
- Zaten asgariye inmiş hukuka rağmen kapı komşunuz sizi ölümcül dişleriyle ısırmaya hazır bir kurt. Mahallenizdeki tanıdıklarınız, işyerinden arkadaşlarınız, uzak ve yakın akrabalarınız. Hane halkı bile!
- Birbirimizin kurduyuz artık.
- Ve hatta bir organımız, öteki organlarımızın kurdu.
Hayat Dışarıdaydı Hani!
Hazırlıksız yakalandık bu hücuma. Madde âlemindeki hazırlıktan bahsetmiyorum; hiçbirimizin his dünyası, kendini eve, ‘içeriye’ hapsetmeye hazır değil. Hatta içeriye şöyle bir göz atıvermeye dahi.
Son 400 yıldır ne öğrenmişsek hepsi dışarıya dair. Pek az yeni bilgimiz bize içerisi hakkında bir şeyler söylüyor. O yüzden de şimdiye kadar bizden tersi istendi: Hayat dışarıda! Gezmek mi istiyorsun? Dışarı çık! Tozmak mı istiyorsun? Haydi dışarı! Canın eğlenmek mi çekti? Haydi dışarı! Yemek, içmek mi istiyorsun? Âlâsı dışarıda! Öğrenmek mi istiyorsun? Dışarıya!
Her ne istiyorsak o dışarıdaydı hani!
En son yatalak olmadan ninemizin kapısının kilidini çevirdiği bir mahzendi bizim için ‘içerisi’. Uzun vakitlerdir teneffüs görmemiş, günışığı vurmamış, kendi tozuyla yoğrulu, terkedilmiş, unutulmuş bir mahzen. Ne içinde barındırdığı hatırlanan, ne de dışarıya etkisi hesaba katılan. O yüzden de ne içimizdekilerin hangilerinin çürüdüğünden haberdarız, ne de bu çürümenin bize etkilerinden. Dışarıda hızlıca olup bitenlerin bizi durup içeriye bakmaktan alıkoyduğunu görmezden gelmek işimize gelmişti.
Zafer dışarıdaydı; içerideki sürgit hezimete inat.
İçeriye Bakma Vakti
Şimdiyse birdenbire modernitenin şerrinden kurtulmak için modernitenin can düşmanına sığınmaya mecbur bırakılıyoruz: içeriye!
Artık hayatı içeride aramak vakti. İçeride! İçimizde! Şimdi ihmâl ettiğimiz karanlık köşelerimize ışık tutma vakti. Kalp kırıklıklarıyla paramparça edilmiş gönlümüzü elden geçirme vakti. Altına nice tozlar süpürülmüş eski bir halı gibi hatıralarımızın tozunu silkeleme vaktindeyiz. Hatıra haznemizin kirli köşe-bucağını havalandırmanın vakti geldi.
Yeni şiirler ezberleme, yeni şarkılar dinleme; izlenmemiş filmleri defalarca defalarca izleme ve o bir türlü el sürülmemiş kitapları döne döne okuma vakti. Çünkü ancak böylelikle hapsedildiğimiz ‘içerisini’ keşfedebilir, tanıdığımızı varsaydığımız parçalarımızla yeniden ilişki kurabilir, fazlalıklarımızı ayıklayabilir ve eksikliklerimizi nasıl tamamlayabileceğimize dair sahih kanaatler edinebiliriz.
İnsanın kendi içerisine dair yolculuğu, kişinin bin yıl ömrü olsa bile bitiremeyeceği ve her ânı öğretici, en büyüleyici bir seyahat hâlbuki. Üstelik içeriye doğru bu yolculuk, dışarıdaki yorucu, hızlı ve bıktırıcı yolculukların zıddına kişiyi ağır ağır derin bir sükûnete sürükler.
- En gizli hazineniz, yanıbaşınızda keşfedilmeyi bekliyor.
- Ve size şahdamarınızdan bile daha yakını farketmeyi...
Üstüste defalarca dinlenmeyecek bir şarkıyı bir daha dinlememeyi, peşpeşe birkaç kez izlenmeyecek bir filmi yoksaymayı ve aralıksız 10 kere, 20 kere, hatta 30 kere okunmayacak bir kitabı mühimsememeyi öğrenmek az bir keşif mi zannediyorsunuz?
Şimdi iç temizliği vakti.
Ah bir de içimizin kirlenebileceğini kabullenebilsek.