Deprem değil ‘şark kurnazlığı’ öldürüyor
Profesör Uğur Kaynak ömrünü deprem konusuna adamış bir bilim adamı. Depreme ilişkin 57 yayını bulunuyor. Elazığ doğumlu olmanın yanında ülkemizin güneyinde petrol jeolojisi etütleri ve maden aramaları da yaptığı için deprem bölgesinin jeolojik yapısını bizzat saha tecrübesiyle çok iyi biliyor. Kendisiyle depremi, nedenlerini, alınması gereken tedbirleri ve son olarak muhtemel bir İstanbul depremine karşı neler yapılması gerektiğini konuştuk.
Elazığlı bir deprem uzmanı olarak bu depremi nasıl yorumlarsınız?
Tarihteki depremlere baktığımızda vakti çoktan gelmiş bir deprem bu. Doğu Anadolu fayının Bingöl kısmıyla Sivrice ve Palu kısmı arada bir çalıştı. Hatta Elâzığ da çalıştı. Ancak Malatya’dan başlayarak Hatay’a kadar olan kısmı çalışmadı. 600 yıldır burada deprem olmuyordu. Bu bir karine değil, bir gerçek. Diri fay uzun süre deprem yapmıyorsa biriktiriyor, bu da magnitüdü büyük bir deprem olacak demektir. Ben mesela hep ikilem içerisindeyim. İstanbul depremi hemen olsun mu, olmasın mı, insan bir türlü karar veremiyor. Geciktikçe semiriyor çünkü.
Geciktikçe şiddeti büyüyor yani…
Magnitüdü büyüyor. Şiddet toprakla ilgilidir. Yani toprakla ilgili bir kavram... Aynı depremde mesela Bakırköy’de depremin şiddeti büyük olur, Çekmeköy’de ise küçük olur. Şiddet yereldir ama depremden açığa çıkan enerji ki biz magnitüd diyoruz, her yerde aynıdır. Magnitüd deprem enerjisidir. Dolayısıyla Doğu Anadolu fayı yer bilimciler için her zaman beklenilen, hiç sürpriz olmayan hatta çok gecikmiş olan bir segmenttir. Yani ‘Doğu Anadolu’da deprem bekliyorum’ demek bir kehanet değildir.
Faylar rahatladı mı?
Peki, bu deprem ile ülkemizdeki faylar en azından bir süreliğine rahatlamış mı oldu, yoksa yeni depremleri tetikleyebilir mi?
Şimdi iki farklı kavram var. Sismolojide bir tanesi tetikleme, diğeri de enerji transferi ya da yamulma transferi şeklinde ifadelendirilir. Bu da büyük bir fay kuşağı üzerindeki küçük bir parça, yani bir segment ya da birkaç segment birden, şimdi olduğu gibi çalışıp deprem olduğu zaman büyük fay sisteminin üzerindeki komşu iki fay sistemine enerji transferi yapar. Mesela Tokat Erbaa’da deprem olursa Taşova ile Niksar’a enerji transferi yapar. Ama tetikleme için bir şart geçerlidir, biraz ironi yapayım, o da aynı gezegenin üzerinde olması yeterli.
Şunu diyorum, gezegenin üzerindeki büyük bir deprem zaten hazır olan, belki bir hafta, belki 10 gün sonra gerçekleşebilecek olan bir depremi tetikleyebilir. Tetiklemenin nedeni de fay zonunda birbirine sürtünen kaya parçalarının deprem dalgaları neticesinde un ufak hâle gelmesi sebebiyledir.
Dolayısıyla teyakkuzda olmalıyız.
Şimdi bu son depremde bugüne dek meydana gelen binlerce artçı depremin dış merkez dağılımına baktığımızda öyle görünüyor ki, aynı anda ya da birkaç saniye farkla 3 deprem birbirini tetiklemiştir. Bir tanesi ana şoktur, diğerleri de belki ana şok kadar olan büyüklüğü olan artçılardır. Bu da yetmiyor 9 saat sonra başka bir fay zonunda hemen hemen aynı büyüklükte ikinci bir deprem daha oluyor.
Sizce bu depremlerin peş peşe gerçekleşmesi sismoloji açısından doğal mı?
Amerika’da bir laboratuvarın şu kadar magnitüdü olan depremden kaç tane Hiroşima atom bombası çıkar diye bir hesaplaması var. Buna göre, Kahramanmaraş depremi 2108 Hiroşima atom bombasına denk. Buna 80 atom bombası diyenler oldu, yanlış bu. Neye göre bir hesap, anlamış değilim. Böyle bir enerjiyi jiletin bile sığamadığı fayın içerisine, yerin 20 kilometre derinliğine indirecek ve orada 2108 atom bombası patlatacaksınız. Olacak şey midir bu? Bunu yapan da incecik antenler. Bu kadar enerjiyi transfer etmeye hangi anten dayanabilir?
1999’da deprem sadece 1 kişiyi öldürdü
En kötü senaryoya hazırlıklı olmak diye bir şey var. Yapı stoğu açısından bizim buna pek hazırlıklı olmadığımız ortaya çıktı. Nasıl hazırlanacağız?
Bunun basit, belli ve tek bir açıklaması var. Şimdiye kadar insanoğlunun depreme karşı bulduğu en iyi tedbir, deprem güvenliği olan yapıdır. 4 farklı depremin birbirini tetiklediği 1999 Doğu Marmara depreminde şöyle bir çarpıcı gerçek var. Deprem yüzünden kaç kişi öldü, biliyor musunuz? Sadece 1 kişi. Orada bir fabrika vardı. Fabrikanın gece bekçisi deprem yüzünden açılan yarığın içine düşerek öldü. Diğer insanları deprem değil binalar öldürdü. Deprem güvenliği olmayan binalar.
Yıllar önce bir soruya, “Vatandaş asıl suçun kendisinde olduğunu fark ederse, bir daha kalitesiz inşaata, bilgisiz mühendise, ehliyetsiz kalfaya beş kuruş vermez” demişsiniz. Peki, bu şuur nasıl oluşacak? Nasıl bir eğitim gerekiyor?
Önce şu şark kurnazlığından kurtulmamız lazım. Şark kurnazlığı nedir? Rüşvettir, kanun tanımazlıktır, açgözlülüktür, yalancılıktır.
‘Bu oğlumun, bu kızımın’ diye binaya kaçak kat
Kısa günün kârı anlayışı yani.
Hitler gibi bir manyağın sebep olduğu İkinci Dünya Savaşı’nda 54 milyon insan can verdi. Bu neyi gösterir? Kendini akıllı sanan Avrupa’nın aslında salak olduğunu gösterir. Tek bir adamın peşine düştüler ve 54 milyon insan boş yere öldü. Biz de şark kurnazıyız, kendimizi akıllı sanıyoruz. Oysa cehalet yüzünden ölüyoruz. Adam tek katlı bir bina yapıyor. Sonra her çocuk doğduğunda “bu oğlumun, bu kızımın” diyerek binaya kaçak kat çıkıyor.
Benim bizzat bildiğim böyle bir örnek var. İstanbul’un Anadolu yakasında, Zümrüt Evler’de. Adam tek katlı binaya her doğan çocuğu için kat çıkıp 7 katlı yapmış. Bina en başından 7 kata göre hesaplanmıyor yani. Allah ne verdiyse! Kendisini bir depremin beklediğini akıl etmiyor tabi.
Ebeveynler çocuklarının geleceğine yatırım yaptıklarını sanıyorlar ama belki onlara mezar hazırlıyorlar.
Evet yani. İlâve her kat, binanın periyodunun daha fazla büyüdüğünü, genişlediğini gösterir. Uzun salınımlı binalar çürük zeminler üzerinde rezonans yapar ve yıkılır. Kat sayısını bu şekilde artırmak bir cinayettir. Tırnakla sökülebilecek kum gibi bir beton, paslı ve işçiler tarafından düzeltilen hurda demirlerle yapılan betonarme binalar var Türkiye de. 20’lik, 22’lik demir kullansa neyse, 8’lik, 10’luk demir kullanıyorlar. 50’ye 50 yapı kovanın içerisinde 10-12 demir olması gerekirken, 4 tane demir var. Hepsi de incecik.
‘Boş ver, ne gerek var’ diyemezsin
Yapı denetimi noktasında sınıfta kalmışız.
Dünyanın her yerinde betonarme karkas olan bir binada önce mimari proje, sonra betonarme proje deprem güvenliği tarafından kontrol edilir. Yani asimetrik dış balkon var mı? Topal basan bodrum katı var mı? Asma kat var mı? Camekânlı zemin kat var mı? Deprem güvenliği açısından yasaklanan, zayıflıklar içeren unsurların bulunup bulunmadığı denetlenir. Bakıyorsunuz, betonarme projesi doğru ama yapı başka türlü. İşte bu sakıncalı bir durumdur. Türkiye’de öyle şeyler oluyor ki, projeye tamamen ters. Binanın sağ tarafında merdiven olması, oradaki sokaktan girilmesi gerekirken, diğer sokaktan girilen merdivenler var. Ters taraftan açılan kapılar var. Unutulmuş kolon var. Alt tarafı boş, yapı yukarı doğru devam ediyor. Hem de bu kolon kritik bir kolondur, ancak 3. kattan sonra bu kolon yok. Niye? Kalfa efendi “boş ver, ne gerek var” demiş. İşte onu diyemezsin.
Asıl insan stoğumuz kalitesiz
Öyle görünüyor ki bu deprem; sisteme bir reset atmayı, yeni paradigmayı da beraberinde getiriyor. Peki nereden başlayacağız, nasıl bir süreç izleyeceğiz?
Anneleri kültürlü bir seviyeye getirmek gerekiyor. Anneleri eğitirsek daha kültürlü, daha akıllı nesiller yetişecektir. Bina stoğumuz zayıf diyoruz ama bizim insan stoğumuz da oldukça zayıf. Buradan başlamak, önce bunu güçlendirmek gerekiyor. Üçkâğıtçılık var, şark kurnazlığı var. Bu iş domino taşı gibi. İnsan stoğun iyi değilse her şey peş peşe yıkılıp gidiyor.
Kentsel dönüşüm yanlış anlaşıldı
İstanbul depremi üzerine çok spekülasyonlar dönüyor. Son deprem bize ciddi bir maliyet, ekonomiye yük getirecek. Psikolojik olarak da milletin toparlanması bir süreç alacak. Ekonomide moral ve psikolojik etkenler önemli, çünkü kendinizi dinç ve iyi hissedersiniz üretim ivme kazanıyor. İstanbul ekonominin kalbi, büyük bir deprem gerçekleşirse herhalde bir 50 yıl geriye gideriz. İstanbul için ne yapmak gerekiyor?
Kentsel dönüşüm muhteşem bir çâre ancak günümüzde bu suistimal edildi."ABir depremde bu binalar yıkıldığı zaman ne ambulans ne itfaiye hiçbir şey giremediği gibi insanlar da çıkamaz. Tek çare kentsel dönüşümdür. 20 gecekonduyu yahut az katlı kaçak yapıyı birleştirip, depremler için güvenli ve pek çok özellikle donatılmış dikey bir bina olarak yeniden inşa etmek. Devlet, varoş bölgeleri dikey yapılaşma ile depreme karşı güvenli bölgeler hâline getirebilir. Bu güzel çareyi Türk milleti maalesef ranta çevirdi. Kentsel dönüşüm müteahhitlerin para kazandığı, Bağdat caddesi ve Moda gibi semtlerde uygulanan bir proje hâline geldi. Kentsel dönüşüm kisvesi altında buralardaki eski fakat sağlam binalar yıkılarak, iş tamamen rant sağlamaya döndü.
Dediğiniz gibi sadece eski binalar yıkılıp yenisi yapılıyor. Şehrin içinde yeşil alana sahip, deprem gibi afetlerde toplanma yerine dönüşen, nefes alacak boşlukların bulunması gerekmiyor mu?
Kentsel dönüşümün hedefinde zaten rekreasyon var, boş alan kazanmak var. Yatay yerleşimi ortadan kaldırıp, dikey yerleşime geçtiğiniz zaman öncelikle boş alan kazanıyorsunuz. Buna ilâveten mühendislik desteği almamış, deprem güvenliği bulunmayan yapılardan kurtulmuş oluyorsunuz. 20 milyonluk bir şehri kurtarmanın yolu kentsel dönüşümdür ama şu anki hâliyle yürütülemez. Bunu nasıl bu hâle getirdik, inanılır gibi değil.
Yeniden dizayn daha ekonomik
Anadolu’nun fay hatlarından nispeten emin bölgelerinde doğru bir şehirleşme anlayışıyla yeni şehirler kursak; fabrikaları, iş imkânlarını oraya taşısak, İstanbul için rasyonel bir çözüm olur mu?
Çözümlerden biri de bu, ancak maliyeti çok yüksek. Şehri yeniden dizayn etmek, tüm endüstriyel ve birbirinden farklı sektörleri taşıyarak yeni şehirler kurmaktan daha ekonomik olur.
‘İstanbul'u 1453 yılında fethettiniz ama hâlâ yerleşemediniz’
İstanbul bir anda 20 milyon olmadı, son 40-50 yılın neticesi bu. Bir 40-50 yılı da doğru projelerle İstanbul’u boşaltmaya harcasak olmaz mı? Yoksa devlet demir yumruğunu masaya vurmadan bu iş çözülmeyecek gibi. Ne dersiniz?
İsveçli bir mimarın sözüdür, “Siz İstanbul’u 1453 yılında fethettiniz ama hâlâ yerleşemediniz.” İngiltere Kralı 3. Charles da bir İstanbul ziyaretinde “Böyle giderse 20-30 yıl içinde Marmara gibi dünyanın en güzel iç denizini maalesef foseptik çukuru hâline getireceksiniz” demişti. Daha ne desin. Karadeniz’in suyu kükürtlü. Biyolojik hayatı pek olmayan, sadece azot bakterilerinin yaşadığı bir deniz. Biz ne yapıyoruz? Kuşaklama kolektörü yapıp, bunu Karadeniz yerine inanılmaz biyolojik çeşitliliğe sahip Marmara'ya deşarj ediyoruz. Marmara bunu kaldırabilir mi?
Bu mantıkla soruyorum, ısrarla aynı hataları yaparsak İstanbul bir depremi kaldırabilir mi?
Cevabını siz verin.