Büyük çöküş

Büyük çöküş
Büyük çöküş

Evet, dünya bir inkılâp bekliyor ama biz adeta izmihlâli bekliyoruz. Ya dört asırdır üzerimize yığılan bu molozlardan, hususen de son asırdır zihniyetimize, hissiyatımıza ve ruhiyatımıza boca edilen bu müzahrefattan, Müslüman Türk’e yaraşır bir tarzda kuvvetlice silkineceğiz ve bizi çepeçevre kuşatan bu inkılâp prangalarını söküp atarak hakiki inkılâbımıza girişeceğiz veya inkılâp yerine tamamen inkilâbın çukuruna batacağız. Başka yol görünmüyor. İstikametimize bakarak karar verme bedbinliğine kapılmadan kendimize yepyeni bir istikamet tespit ve tayin memuriyetindeyiz; mecburiyetinde hatta.

Beşeriyet son hızla büyük bir çöküşe doğru koşuyor. Ve kendisiyle beraber hayvanatı da, nebatatı da ve hatta bütün mevcudatı da, kuyruğuna teneke bağlanmış bir kedi gibi bu çöküşe doğru sürüklüyor. Beşeriyet dünyayı çökertiyor âdeta. İnsanlık namına kayda değer herhangi bir kıymet ölçüsünden bahsetmek günbegün zorlaşıyor. Milliyet, inanç ve din tefrikine hacet bırakmaksızın handiyse her fert, en sefil hazlarını tatminin derdinde. Aralarındaki yegâne fark, kendisini ‘ilerici’ diye tesmiye edenler, herhangi bir ihtar veya ikaza mâruz kalmaksızın bu haz tatminini, tıpkı hayvanat gibi sokak ortasında alenen tatminde bir beis görmezken, ‘muhafazakâr’ denilenleri, aynı şeyleri dört duvar ve bir dam altında icra ediyor. Aralarındaki bu yegâne farkın sebebi de hicap hissinden çok, menfaatlerinin bunu icab ettirmesinden ibaret.

Söz bitti. Ve nefes...

Çürüme hâd safhada. Tuzun koktuğunu söyleyen bile yok. Âdeta herkes bir ruh vebasına yakalanmış ve herkesin burnu düşmüş de kimse bu kesif çürüme kokusunu alamıyor. Ama tefessühün en sefili herkesin ciğerlerini dolduruyor. Hislerin tamamen imha ve iptal edildiği ve insiyakların coşturulduğu bir karabasanın içindeyiz. Gelgelelim herkes, kendisini Kaz Dağları’nın temiz havasını içine çekiyor zannetmede. Böyle bir hissizlik, böyle bir boşvermişlik, böyle bir miskinlik ve böyle bir kokuşmuşluk.

İnsanlık tarihi nice badireleri atlattı; Sodom’u da gördü, Gomore’yi de. Ebrehe’nin ordusunu da gördü, Büyük Tufan’ı da. Ama hiçbiri beşeriyeti bu sefillikte yakalayamamıştı.

Ya izmihlâl ya felâh

Bu büyük çözülme, bu emsalsiz çürüme ve bu mahvedici yıkılma bize şunu söylüyor: Beşeriyet ya hızla kendi elleriyle kıyametini hazırlıyor veya bu düşüş, en aşağıya, zemine temas ettikten sonra yükselişe gebe. Müminin vazifesi, şeytanın iğvası ilkine itibar etmek değil, ikincisine bel bağlamakta. Gelgelelim meselenin garabeti şurada: Sadece gayrı müslimler mi, başkalarının onlara Müslüman dedikleri, onların da kendilerine böyle denmesini istedikleri insanlar, bu çöküşün en ön saflarında. Başkalarına kendi mevcudiyetleri üzerinden misâllendirerek hakkı ve hakikati göstereceklerine onlar hayatın her sahasında gayrı müslimleri rehber bellemekte.

Gerçi ne Büyük Tufan’ı gördü gözlerimiz, ne Ebrehe’nin fillerini, ne de Sodom ile Gomore’yi ama hepsine ve daha fazlasına da inanmaktayız; gene de kabûllenmekte zorlandığımız hakikat şu: Sahiden de kimler daha aşağıda; Hazreti Nuh’un kavmi mi, Hazreti Lût’unki mi, yoksa bizler mi? Kim daha fazla alçaldıkça alçalmakta?

Bu alçalış ne vakit son bulacak?

Aklın ve havsalanın alamayacağı çetinlikte bir alâmete çattık. Mevcut manzara, iman ile küfrü, münafıklık ile teslimiyeti birbirlerinden esastan ayırma turnusolü âdeta. Birileri çıksa ve “Birazdan kıyamet kopacak!” diye haykırsa hangi hakla ve nasıl bir muhakemeyle bu iddiayı reddedebileceğiz? Âdeta bütün alâmetler belirdi çünkü. Görülmemiş, işitilmemiş ve yaşanmamış bir felâket dört bir tarafımızda kol geziyor ama biz, her ân gördüğümüzü görmezden gelmeye ve işimize bakmaya devam ediyoruz; haz devşirmeye yani.

Hususen de Müslümanlar... Yahut hâlen daha bu adla tesmiye edilenler, kör, sağır ve dilsiz vazifesini bihakkın yerine getirmeden bir adım bile geri durmuyorlar. Dünya adeta cehennemi bir çukura yuvarlanırken ve bütün beşeriyet göz göre göre kendi hevâlarıyla harladıkları bu ateşte yanacakken biz ürpermiyor, duraksamıyor, vazgeçmiyor, pişmanlık göstermiyoruz. Dörtnala ebedi felâkete koşuyoruz.

‘Dünya Bir İnkılâp Bekliyor’

Geçen asırdaki “Dünya Bir İnkılâp Bekliyor” isimli konferansında üstad Necip Fazıl, “Dünya bir inkılâb bekliyor! Bütün beşeriyet... Çünkü beşeriyet o noktaya geldi ki, ne kadar müessesesi varsa bitti, eridi, pörsüdü, tükendi, bir tek eksiği kaldı: Başında ve sonunda eksiğin ismini tesbit edebiliriz. Bütün hakikatiyle İslâm...

Dünyanın beklediği bu inkılâb, üç daire hâlinde... Dış daire dünya, içindeki daire İslâm âlemi, onun da içinde Türkiye... Asıl Türkiye... Merkez Türkiye...

Şimdi inkılâb kelimesini ele alalım! Bu kelimenin yeni uydurukçacılara göre mukabili devrim... Hâlbuki nerede devrim, nerede inkılâb? Devrim, -isminden de belli- bir şeyi devirmek mânâsına geliyor. Hâlbuki inkılâb devirmek değil, dikmektir. Yüzbin beygir gücünde bir tankı sürerseniz her şeyi devire devire geçer... Ama düzeni kurmuş olmaz. İnkılâp düzeni kurmaktır, devirmek değil... Ve bir bina yapmak için eskisi devrilir, yenisi uğruna... Bizde son zamanlarda, son yarım asır içinde, bütün hakikatlerle beraber mefhumlar da gürültüye gitmiştir. Kelimede bile gerçek inkılâbı kaybetmiş bulunuyoruz.

Evet; asıl İslâm Âlemi ve asıl Türkiye; beşeriyete gerçek eczahaneyi getirecek, vitrinlerinde gerçek devayı belirtecek büyük inkılâba memur...”

Aradan geçen zaman zarfında üstadı sık sık yâd ettik, yeri geldi, hunharca ipliğini bile pazara çıkarmaktan utanmadık ama dünya çapında beklenen bu inkılâba bırakalım öncülük etmeye tâlipliliği, ardçılık bile etmekten fersahlarca uzağız.

Evet, dünya bir inkılâp bekliyor ama biz âdeta izmihlâli bekliyoruz.

Hepimiz inkılâb kurbanıyız

Menhus ellerin menfur inkılâbı, herkesin ciğerlerine kadar işlemiş vaziyette. Postal yalayıcımızdan ölmüş bir tanrıya tapanlara, gününü gün edenlerden dilinden dava düşmeyenlere kadar istisnasız hepimiz, zahirdeki bunca şikâyetimize rağmen, iç dünyamızda esas bakımından hâlimizden, hâlipürmelâlimizden gayet memnun ve mesruruz.

İnsan mecra mecra ve safha safha tekâmül ede ede mükemmeliyetini Rabbine teslimiyette bulmaya memur bir varlık iken biz, hususen de biz Müslümanlar, tereddüde hudut tanımazlaşmış vaziyetteyiz. Düşmana yenildik, onun fennine yenildik, ilmine yenildik ve nihayet onun ahlâkına da yenildik; en çok da ahlâkına. İnsanı içten içe yiyip bitiren, leşe döndürürcesine çürüten gavûr ahlâkına ve onun hayat nizamına, giyim-kuşamına, nizam ve intizam anlayışına teslim bayrağı çektik. Hâsılı bize yabancı ne varsa hepsine tâlipliliği en üst mertebe kıymet hükmü sayar hâle geldik. Belhüm adâl derekesine ramak kalmış vaziyette.

Bunca büyük bir çöküşü ancak ondan daha büyük bir silkiniş paklar.

Ya dört asırdır üzerimize yığılan bu molozlardan, hususen de son asırdır zihniyetimize, hissiyatımıza ve ruhiyatımıza boca edilen bu muzahrafattan, Müslüman Türk’e yaraşır bir tarzda kuvvetlice silkineceğiz ve bizi çepeçevre kuşatan bu inkılâp prangalarını söküp atarak hakiki inkılâbımıza girişeceğiz veya inkılâp yerine tamamen inkilâbın çukuruna batacağız. Başka yol görünmüyor. İstikametimize bakarak karar verme bedbinliğine kapılmadan kendimize yepyeni bir istikamet tespit ve tayin memuriyetindeyiz; mecburiyetinde hatta.

Yeter artık!

Bu kadar inkilâb, bir inkılâbı şart koşar.