Bize ve hayvanlara ne oldu?
Köpekleri saldırganlaştıran nedenler üzerinde durmak yerine, bugün sokak hayvanlarının zehirlenmesi, kısırlaştırılması, ormanlara terk edilmesi, barınak adıyla ölüm kamplarına doldurulmasını konuşuyoruz. Sahi, bu olup bitenler bizim birbirimize ve hayvanlara olan merhametsizliğimizin bir neticesi olmasın sakın!
Her şeyin ifsat edildiği karanlık bir çağdayız. Artık ne biz eski biziz, ne de köpeklerimiz eski köpekler. Her şey tuhaflaştı. İnsanın insanı ısırdığı bir asırda köpekler insanı ısırmış çok mu? Onlar fıtratlarına müdahaleye tepki gösteriyorlar.
Batılı seyyahlar “Türklerin kedi-köpekleri de kendileri gibi asil, yolda sokakta kimseye saldırmıyor. Oysa bizimkiler öyle mi?” türü cümleler kurarak büyük methiyeler düzerlerdi. Hatta Türklerin, köpeklerin yavrularının bir yabancıya havlaması durumunda, kendi anne-babasından tepki gördüğünü ve âdeta misafirden özür diler mahiyetli şeyler yaptıklarını yazmışlardı.
Peki, şimdi neden bize bile saldıran köpekleri konuşur olduk? Bizim köpeklere ne oldu da bırakın yabancıları, bize saldırır oldular?
İnsandan çok kedi-köpeğe değer verildiği, insan gibi hayvanların da gıdalarının ifsat edildiği, bırakınız köpeklere, insanlara bile merhamet gözüyle bakmayan toplumların inşa edildiği bu seküler ve ifsat asrında, köpeklerin bize havlamasından daha tabiî ne olabilir?
Her yeri ve her şeyi işgal eden insan, hayvanlara yaşayacak ve rahat edecek bir alan mı bıraktı? Kedi, köpeğe güya yalnızlığını giderdiği için insan muamelesi yapan bir güruh türemedi mi? Kedi-köpek de kapitalizmin vahşetinden nasibini almıyor mu? Çevreye yayılan frekanslar bizim gibi onları da etkilemiyor mu? Küçüklere veya mazlumlara sulanan sapıklar, bu hayvanları da istismar etmiyor mu? Bu hayvanlar bilim adı altında işkence edildiğinde, kim sahip çıkıyor bunlara? Açta-açıkta kaldıklarında hangi makam ve şahıslar, fıtratlarına uygun ikramda bulunuyor? Göçmen kuşların bakım ve tedavisi için ‘Gurabahâne-i Laklakan’ adıyla dünyanın ilk hayvan şifahanesini açan milletin torunları ile hayvanlar arasına kimler girdi?
Soruları daha da çoğaltabiliriz elbette. Lâkin mesele sadece soruları çoğaltmak değil meselelere doğru bakmaktır. Bugün üzerinde en durulması gereken sual ise geçmişte saldırmayan bu köpekler, durduk yere neden saldırıyor? Yahut da aslında son bir asırdır böyleydi de medya bu kadar servis etmediği için mi farkında değildik.
İttihatçıların köpek soykırımı
Mason lideri ve İttihat ve Terakki’nin Dâhiliye nâzırı Talat Paşa ile İstanbul Belediye Başkanı Suphi Soyundu, 80 bin köpeği Hayırsız Ada (Sivri Ada)’ya gönderdi. Bu köpekler orada açlıktan öldüler. Hatıratında övünerek anlattığına göre, İttihat ve Terakki ile CHP döneminde İstanbul Belediye Başkanlığı yapan, sabetaycı mason Cemil Topuzlu da 30 bin köpeği adaya göndererek açlıktan öldürmüş.
Geçmişte benzer hâdiseler yaşansa bile bu denli bir soykırım hiç olmamıştı. Halk başına gelen bazı felaketleri, çoğu kez köpeklere yapılan bu alçakça muameleye bağlamıştı.
Peki, İttihatçıları rahatsız eden ve köpek soykırımı yapmaya iten şey neydi?
Halkın verdiği yemek artıkları ile beslenen ve bu nedenle sokakta hiçbir gıda atığı bırakmayan bu hayvanlar, leş yemeyip besmele ile ikram edildiği için ve de başkaca davranışlardan olsa gerek, Müslümanı Frenklerden ayırt edebilirlerdi. İstanbul köpekleri, yabancılara geçit vermedikleri için mahalle sakinleri tarafından o mahallenin koruyucusu olarak görülürlerdi. Mason ve çoğu sabetaycı İttihatçıları rahatsız eden şey bu muydu bilmiyoruz ama olma ihtimali göz ardı edilemez.
Bizi bu hükme varmaya iten temel şey ise Abdullah Cevdet gibi Avrupa’da eğitim görmüş, Batı’nın uygulamalarını yere-göğe sığdıramayanların sokak köpeklerinin aleyhine sayfalar ve ağız dolusu itlaf yazıları yazmalarıdır ki, bu soykırım emri de bu yazılardan sonra gelmiştir.
Bu iş için içsiz-güçsüz berduşlar, para karşılığında görevlendirildi. Demir sopalarla dövülerek kan revan içinde toplanan, önemli bir kısmı ağır yaralı köpeklerin gemilere doldurulup, soykırıma tabi tutulmaları halkı tedirgin etmiş, tepki toplamıştır ama mani olunamamıştır.
Gâvur Pıerre Loti bile isyan etti
Hâlâ Eyyüp Sultan Tepesinde gereksiz yere adı yaşatılan Fransız edebiyatçı Pierre Loti, “Bu ülkeye, Fatih Sultan Mehmed'in ordularının ardından gelen köpekler, kimseyi hiçbir zaman ısırmamış olmalarına rağmen katliamların en iğrencine mahkûm edildiler. Hiçbir Türk, Hilâl'e uğursuzluk getireceği söylenen bu şerefi yere düşürücü görevi üstlenmek istemedi. Bu yüzden serseriler, işsiz güçsüzler ve haydutlar görevlendirildi. Bunlar, işlerini demir kıskaçlarla yapıyorlar, zavallı kurbanlarını boyunlarından, ayaklarından, ya da kuyruklarından yakalıyorlar ve onları rastgele kan revan içinde Hayırsız Ada'ya götürecek olan mavnalara atıyorlardı.
Hayırsız Ada, Marmara'nın ortasında çöle benzeyen bir kayalıktı. İçecek bir damla su yoktu. Köpekler orada açlıktan ve susuzluktan öldüler ve bu arada şuurlarını yitirdiklerinden birbirlerini yediler. Adanın yakınlarından bir kayık geçerken hepsi kıyıya geliyorlardı ve yürekleri parçalayan iniltileri duyuluyordu. Kayıkları ve insanları ne kadar uzakta olursa olsun gördüklerinde bütün saflıklarıyla yardıma çağırıyorlardı” diye yazmıştı.
Ölümden başka onlara el uzatan yok
"Dayanılmaz derece sıcak vardı. Etkisinden kurtulmak için kabineme çekildim. Vapur durmuştu. Biraz kestirmiştim. Hemen kalkıp acele merdivenleri çıkarak güverteye kendimi attım: Küme küme köpek cesetleri ve etrafa yayılan çok fena bir koku vardı. Kaptan köprüsünde toplanmış olan arkadaşlarımın yanına çıktım. Hepsi mendilleriyle burunlarını tıkamışlardı. Koku o derece dayanılmaz bir hal almıştı ki ikinci kaptan emir verdi, kamaraların kapılarını, pencerelerini kapadılar. Vapurun diğer kısımları da kapatıldı.
Yaklaştıkça durum ve görünüşler daha belirleniyor. Dürbüne ihtiyaç duymaksızın gözlerimizle her şeyi, bu zavallı hayvanların çaresiz çırpınışlarını elemle görüyor ve izliyorduk. Köpeklerin en büyük kısmı, sahili takip eden kayalık üzerinde toplanmıştı. Pek çokları güneş hararetinden kavrulmuş, serinlemek için var güçleriyle suda yüzüyorlar, son takatlarına kadar suda kalmak istiyorlar. Ötede beride görülen cesetlerin etrafında dolaşarak, çabalayarak bir parça et koparmaya çalışıyorlar... Karadaki diğer kısmı ufak bir gölge bulabilmek için taş kovuklarına sığınmak üzere delik, deşik arıyorlar... Diğer bir kısmı ise âdeta delirmiş gibi oraya buraya koşuyorlar, sürekli kendi etraflarında dönüyorlar... Seslerini şimdi tam olarak duyuyorduk. İşittiğimiz bu feryatlar köpek havlaması değil âdeta insan feryadı idi.
Kaptan geminin düdüğünü çaldırdı. Zavallı hayvanlar bir yardım sesi duymuş gibi heyecanlandılar. Bu sese, hayvanların nasıl yalvarırcasına cevap verdiklerini size anlatamam. Bilmem göz önüne getirebiliyor musunuz? Feryat ve inilti saçan bir yalçın kaya. Bir yanardağ ki ateş yerine feryat, duman yerine cesetler saçıyor. Bu kızgın zemin üzerinde su, yiyecek için ağızları açık köpekler... Ne karada ne denizde ölümden başka onlara el uzatan yoktu. Uzaktan bir romorkörün adaya doğru geldiğini gördük. Arkasında iki mavna köpek dolu kafeslerle aynı adaya gidiyor. Hayırsız ada'nın aç sakinlerine, İstanbul'dan taze köpek getiriyorlardı. Biz uzaklaştık. Marmara'nın yüzü üzerinde siyah bir nokta halinde kalan bu müthiş manzaralı adadan bakışlarımızı ayıramıyorduk…” Bunları ise bir Fransız gazeteci kaleme almıştı.
Dün neydi bugün ne?
Michel de Montaigne, 1558’deki “Zulüm üzerine” başlıklı yazısında “Türklerin, hayvanlar için hayrat kurumları ve şifahaneleri vardır” diyor.
Jean de Thévenot ise 1684’te neşrettiği seyahatnamesinde Osmanlı için şunları yazmış: “Merhametleri, hayvanlara ve kuşlara bile uzanmaktadır. Pazar kurulduğu günlerde birçoğu gidip, kuş satın alıp, sonra da onları serbest bırakırlar; kuşların ruhlarının Kıyamet Günü’nde gelip, Allah’ın huzurunda onlardan gördükleri şefkate şahitlik edeceklerini söylerler. Gerçekten de acı çeken bir hayvan görmeye hiç dayanamazlar ve bazıları öldüklerinde şu kadar köpeğin ve yahut kedinin haftada şu kadar defa doyurulması için külliyetli miktarda para vakfederler; bu parayı fırıncılara yahut kasaplara verirler ve onlar da aksatmadan ve vaktinde görevlerini yaparlar. Her gün et yüklenmiş adamların gidip vakfın köpekleriyle kedilerini çağırdıklarını, etrafını çevirdiklerinde etleri aralarında paylaştırdıklarını görmek çok keyiflidir. Burada Türklerin hayvanlara gösterdikleri merhametin yüz değişik örneğini verebilirim. Bize çok saçma gelebilecek olan bu tür hareketlerine sık sık tanık olmuşumdur.”
Köpekleri saldırganlaştıran nedenler üzerinde durmak yerine, bugün de sokak hayvanlarının zehirlenmesi, kısırlaştırılması, ormanlara terk edilmesi, barınak adıyla ölüm kamplarına doldurulmasını konuşuyoruz.
Sahi, bu olup bitenler bizim birbirimize ve hayvanlara olan merhametsizliğimizin bir neticesi olmasın sakın!
Zira merhamet etmeyene merhamet edilmez. Buradan hareketle denilebilir ki, iyi de köpeklerin sürüler halinde dolaşıp ısırdığı kimseler mi merhametsizlik etti. Hayır, böyle bir şey demiyoruz. Neticede ısırılanlar görünüşte veya hakikatte masum olabilirler. Ancak unutulmamalıdır ki bir afet geldiğinde kurunun yanında yaş da yanar. Bunca zulme sessiz kalmanın bir neticesi olarak, köpeklerin içimizden kurbanlar seçiyor olmaları da mümkün.
Peki, siz ne düşünüyorsunuz?