Bir felaket paratöneri olarak sünnet
Enfâl Sûresi’nin 33. Âyet-i Kerîmesinde geçen Hz. Peygamber’e hitaben “Sen içlerinde olduğun müddetçe Allah onlara azap etmez” ifadesi; kimi İslam âlimleri tarafından, kendisinin dâr-ı bekâya irtihâlinden sonra da Müslümanlar katında otorite olma özelliğini, bıraktığı sünnet ile muhafaza ettiği şeklinde yorumlanır.
Burada hadis ilminin sahasına dâhil olan mevzulara çok da girmeden, mayası sünnet ile yoğrulmuş İslam ümmetinin yukarıda bahsettiğimiz bu itaate serfürû etmesinin en güzel misallerinden birine değinmekle yazımıza bir sınır koymak çok daha yerinde olacaktır. Yazımızın başında bahsettiğimiz Enfâl Sûresi’nde geçen bu âyetten mülhem Müslümanlar, Hz. Peygamber (a.s.v.)’in içinde olduğu yere musibetin teberrüken isabet etmeyeceğine kânî olmuşlar ve bu düşünce ile özellikle Türk maşerî şuurunda da ciddi bir şekilde yer eden bir tatbikat başlatagelmişlerdir.
KADİM BUHÂRÎHÂNLIK GELENEĞİ
Buhârîhânlık olarak Osmanlı cemiyetinde bilinen bu uygulama, gerçekten de yüzyıllar boyunca karşılaşılan hastalıklar, savaşlar veya zelzeleler, seller gibi tabîî felaketlerden korunmak için bu Âyet-i Kerimeye istinâd eder. Prof. Dr. Yaşar Kandemir’in İslam Ansiklopedisi’ndeki “el-Câmiu’s-Sahîh” maddesinde; 1798’de Ezher Camii’nde Napolyon Bonapart’ın şehre girmemesi dileğiyle, 12 Eylül 1902’de yine aynı yerde kolera tehlikesi sebebiyle Sahîh-i Buhârî hatmedildiğini, Balkan Savaşı’nın başladığı günlerde Ezher şeyhi, Osmanlı ordularının zaferini niyaz etmek maksadıyla ileri gelen âlimlerden kıbleye yönelerek Ṣaḥîḥ-i Buḫârî okumalarını istediğini söyler. Bu geleneğin Osmanlı’dan daha önce Mısır, Fas gibi Kuzey Afrika ülkelerinden başka Endülüs’te de tatbik edildiği görülür.
Ama pek çok İslâmî müessesenin Osmanlı döneminde zirve bir noktaya gelmesi gibi bu da Osmanlı döneminde sistemli bir hâl alır.
BUHARİ: 2. KAYNAK
Neden bu uygulama için Buhârî’nin tercih edildiği ise şüphesiz onun İslam âlimleri tarafından Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en güvenilir kitap olarak kabul edilmesi sebebiyledir. Bazı dostlarının kendisinden Hz. Peygamber (a.s.v.)’in sünnetlerini bir araya getiren bir kitap yazmasını istemelerinin ardından Sahîh’ini yazmaya başlayan İmâm Buhârî, bilindiği gibi bu eseri 16 yıllık bir zaman zarfında 60 bin hadis arasında seçerek meydana getirir.
İmâm Nevevî’nin aktardığı şekliyle “Allah’ım bu eseri Müslümanlar için bereketli kıl” diye dua eden Buhârî, eseriyle hiç şüphesiz hak ettiği değeri bulur. Öyle ki hadis literatüründe Kütüb-ü Sitte olarak bilinen kaynaklar içerisinde kendisinden sonra ikinci sırada yer alan Müslim’in Sahîh’i ile kuvveti açısından Buhârî’den ayrılır. Ebû Ya‘lâ Halîlî’nin el-İrşâd isimli meşhur eserinde yer alan şu vak’a bunun bizzat İmâm Müslim tarafından ifade edildiğini de gösterir:
İmâm Nevevî’nin aktardığı şekliyle “Allah’ım bu eseri Müslümanlar için bereketli kıl” diye dua eden Buhârî, eseriyle hiç şüphesiz hak ettiği değeri bulur. Öyle ki hadis literatüründe Kütüb-ü Sitte olarak bilinen kaynaklar içerisinde kendisinden sonra ikinci sırada yer alan Müslim’in Sahîh’i ile kuvveti açısından Buhârî’den ayrılır. Ebû Ya‘lâ Halîlî’nin el-İrşâd isimli meşhur eserinde yer alan şu vak’a bunun bizzat İmâm Müslim tarafından ifade edildiğini de gösterir:
‘SENİN DÜNYADA BİR BENZERİN YOK’
Müslim ile Buhârî’nin Nîşâbûr’da karşılaştıkları ve huzurlarında bir hadisin okunduğu, bunun üzerine Müslim’in dünyada bundan daha güzel hadis yoktur demesi üzerine Buhârî’nin muhakkak ki, o illetlidir dediği rivayet edilir. Müslim’in çok şaşırması ve ısrarlı soruları üzerine Buhârî önce illeti söylememeye çalışır, daha sonra ise başka bir isnadla hadisi rivayet eder. Müslim de bunun üzerine şöyle der: “Sana ancak hasedçi olan kimse buğzeder. Senin dünyada bir benzerinin olmadığına şehadet ederim”.
Aslen Türk olan Buhârî gibi bir âlimin Osmanlı gibi bir Türk cemiyetinde okunuyor olması her şeyin ötesinde bu cemiyet için de şüphesiz büyük bir onurdur. Buhârî’nin Sahîh’inin değeri böyle iken, şüphesiz o, haklı olarak okunacak, kendisiyle amel edinilecek bir mevkide bulunur. Buhârîhânlık da işte böyle bir düşüncenin tabîî bir neticesi olur.
Hz. Peygamber’in bir nevi aramızdaki varlığını temsil eden Buhârî, yüzyıllardır Osmanlı’da düzenli olarak okunup okutulmakla birlikte özellikle sıkıntılı zamanlarda hatim edilen bir eser hüviyeti taşır.
Husûsen II. Abdülhamid döneminde sıkça başvurulan bu uygulama, bilindiği gibi yine bu dönemde baskısının yapılmasıyla bir hayli yaygınlık kazanır. Metin Hülagu tarafından yayına hazırlanan II. Abdülhamid’in husûsî doktoru Âtıf Hüseyin Bey’in hâtıraları sultanın bu konudaki hassasiyetini ortaya koyması bakımından bir hayli dikkat çekicidir. Orada sultanın şöyle söylediği ifade edilir: “Memleketin selâmeti, millet-i İslamiyenin bu beladan kurtulması için dua ediyorum. Hastalığım iyi olsun yine Buhârî’ye başlayacağım. Çanakkale harbinde hep Buhârî okudum. Cenâb-ı Hak o vakit bizi himaye ve sıyânet etti, yine eder.”
Tabi burada ifade etmek gerekir ki Buhârî Osmanlı cemiyetinde okunan tek hadis kitabı da değildir.
Mesela Sâğânî’nin Meşârik’ül-Envâr’ı, Begavî’nin Mesâbîbu’s-sünne isimli eseri, Kadı İyâz’ın eş-Şifâ’sı aynı şekilde Osmanlı cemiyetini sulayan, besleyen eserlerdendir. Müslim de bunlardan biridir. Hatta II. Abdülhamid döneminde Buhârî’nin basılmasının akabinde kimi bilgiler bu eserin de basılması yönünde bir niyetin olduğunu gösterir. Fakat o dönemde bu mümkün olmaz. Tabi bunlar arasında Buhârî’nin yeri çok müstesnadır.
Mustafa Celi Altuntaş’ın “Osmanlı İlim Geleneğinde Buhârîhânlık” başlığını taşıyan yüksek lisans tezi gerçekten de bu meseleyi derli toplu incelemesi bakımından bir hayli değerlidir. Altuntaş’ın orada yaptığı şu tespit oldukça yerindedir: “Bugün toplumda hadis kitabı deyince neden akla ilk olarak Buhârî’nin geldiğini toplumsal hafıza ile açıklamak yerinde olacaktır ve bu süreç yüzyıllardır devam etmektedir”.
BUHARİ OKUMA VASİYETİ
Osmanlı’da bu ilmî geleneğin nasıl yürütüldüğü, şartlarının neler olduğu, kimler tarafından yapıldığı yukarıda bahsettiğimiz tezde oldukça iyi bir şekilde işlenir. Buhârî-i Şerîf okuyacak kişilerin öncelikle ders verebilecek nitelikte bir müderris, dersiâm olmaları gerekiyordu. Bu da öncelikle medreseyi tamamlayabilenler bunun akabinde de ehliyetini ispatlayabilenler için mümkün olabiliyordu. Osmanlı döneminde bu gelenek o kadar ciddiye alınır ki, Buhârî okuma vazifesinin kusursuz devam etmesini sağlamak gayesiyle Buhârî okuyan kişinin yanında farklı görevliler de tayin olunurdu.
Ayrıca padişahlar, onların hanımları, ileri gelen devlet adamları tarafından kurulan vakıflarda Buhârî okumanın da şart koşulması buna verilen ehemmiyeti gösterir mahiyettedir.
Hırka-i Şerîf, Süleymaniye, Ayasofya, Fatih gibi İstanbul camilerinde; Edirne, İzmir, Manisa, Sakız Adası gibi İstanbul dışındaki camilerde; Mısır, Kerkük, Mekke, Medine, Şam, Bağdad gibi Anadolu topraklarının dışında kalan Osmanlı coğrafyasının her noktasında bu gelenek büyük bir titizlik ve takiple devam ettirilmiştir. Camiler dışında türbelerde, devlet dairelerinde, tekkeler ve kütüphanelerde de Buhârî okuma geleneği aynı şekilde devam ettirilmiştir. Medreselerde tedrîs gayesiyle okutulmasından başka bereket olması açısından da bizzat devlet eliyle okunup okutulduğu, özellikle bir felaket ile karşılaşıldığında okumanın kesâfet kazandığı görülür.
Mesela 1905 yılında Van’da meydana gelen bir kolera salgını sebebiyle Buhârî hatimleri yapıldığı görülür.
Buradan bakınca Osmanlı cemiyetinde Buhârî okumanın üç farklı gayesinden bahsedilebilir. Bunların birinci medreselerde okutulmasıdır. İkincisi bereket getirmesi gayesini taşıması denebilir ki bunun yakın tarihteki en çarpıcı misali Büyük Millet Meclisi’nin Buhârî hatimleriyle açılmasıdır. Üçüncüsü de felaketlere karşı bir koruyucu olma özelliği sebebiyledir. Yine elde mevcut olan belgeler Osmanlı’nın maddî hazırlıklar yanında mânevî hazırlıkları da ihmal etmeyerek ordunun sefere çıkması sebebiyle Buhârî hatimleri yaptırdığını gösterir.
OKUMALAR HÂLÂ DEVAM EDİYOR
Türkiye’de Osmanlı’dan gelen pek çok İslâmî gelenek gibi bu da inkıtaya uğramış olsa da yine de yer yer devam ettiğini söylemek yerinde olacaktır. Mustafa Celi Altuntaş’ın tezinde bahsettiği, Osmanlı Döneminde Buhârîhân olarak ismi zikredilen Rizeli Ferhat Efendi’nin talebesinden Buhârî-i Şerif okuyan ve icâzet alan Mehmet Özyurt Efendi bunlardan dikkat çekici bir örnektir. Bununla birlikte bu gelenek İslam dünyasının çeşitli noktalarında hâlâ devam eder.
Bereketinden istifade etme sadedinde özellikle tekrar ihyâ edilmesi gereken bir geleneğimiz olan Buhârîhânlık, özellikle deprem gibi son derece tedirgin yaşadığımız şu günlerde felaketlere karşı paratöner vazifesi görmesi bakımından da büyük bir ihtiyaç olacaktır. Sünnete, daha doğrusu Hz. Peygamber’in aramızdaki varlığından rahatsızlık duyulması, onun aramızdaki varlığı olan sünnetini yok etme teşebbüslerinin ise felakete sebep olacağından şüphe yoktur.