Bir eser bir yorum
pööh!..(bu ünlemi karşı tarafı aşağılamaktan ziyade olgunlaşmanın/kemale ermenin, olmamışlığa/hamlığa olan incelikli bi sitemi olarak algılayalım,lütfen…) ...........…aha da kahvem soğumuş!...şeytan diyor ki; basgit buradan… lisa hanfendinin tablosu uğraştırmadı lan beni bu kadar… sinirlenmeyin üstadım, siz çözemezseniz biz nasıl çıkarız karanlıklardan aydınlıklara… lütfen tenvir buyrunuz biz aciz sanatseverleri’mi dediniz?!... demediniz mi?… n’ooluyo lan bana… sakin olmalıyım…
beydaba’nın izinde bir aydın, iki nokta üst üste; kemal tahir… hımm!
tahir arkadaş ne yapmış ola ki beydaba’nın izinden gide?... neden fevkinde hazretlerinin değil de elin ne idiği belirsiz bir hint şeysinin izinden gidiyor… ilginç ve bi o kadar da haince değil mi?... (fevkinde hazretleri:- m.ö. 402-325- antik yunan demokrasisinin kurucusu… hatip, şair, filozof, geometris ve asker…) …tekrar bakıyorum……pööh… herhangi bir ağacın kesilmiş budağında envai çeşit ve güzellikte görebileceğimiz desenlerin üçüncü sınıf temsilinden öteye geçemeyen bi kompozisyon… hadi kompozisyonun sol tarafındaki bol sakallının beydaba ve öykülerinde anlattığı hayvanları, sağ tarafındaki pipo ile betimlenenin ise kemal tahir olduğunu varsayalım… bunlar; kemal tahir’in beydaba’nın izinden gittiğinin göstergesi olabilir mi?... sevgili dostlar, gönül isterdi; öyle bir kompozisyon olsun ki, biz de, imgelerin imbiğinden damıtılan kelimelerle suje’nin obje’ye olan susuzluğundan/aşkından bahsederekten övelim sanatçımızı…
maalesef olmadı… yazık…… aslını söylemek gerekirse; ben, bu ‘sanatçı’yı tanımam… epik dostum tongar ‘tonguçcuğum, canım üstadım, bu sefil kırk yıldır piyasada ama camiyamızda doğru düzgün tanıyan yok; bi el atsan da sürünmekten kurtarsan, haa, ne dersin?...’ ricasını kıramadım… hımm! Bu sanatçı da az bi gıdım da olsa bi şeyler var demem yeterli; koleksiyoner dostlarımın bu biçarenin tablolarını kapışmaları için… ama onlara da yazık değil mi; o milyon dolarları kolayına mı kazanıyorlar?... haramzade puştların servetlerinin tasası size mi kaldı üstadım, dediğinizi duyar gibiyim… ama ya benim itibarım?... ya benim beynelmilel camianın takdirini kazanmış yarım asrı aşan sanat eleştirmenliğim?...
……yo yooo, yapamam… bu basit çalışmaya övgüler düzmek benim için intihar olur… herkes çizer olabilir ama sanatçı olamaz klişesi ile bitiriyorum, üzgünüm tongar… ulan oda ne?!... (buradaki ‘lanlı-lunlu’ tepkilerimi dandik bir sanat eserinin sinir sistemimi bozmasından ziyade; halkımla aramdaki mesafeyi az biraz kapatma kaygısına yorunuz lütfen.) …evet oda ne?!... vaaay! Kaçar mı lan benden… sizde gördünüz değil mi; kompozisyonun sağ köşesindeki pipodan çıkan altı bin yüz seksen beş rakamını… evet, tabii yaa… çözüyorum lan galiba mevzuyu…… (üç noktayı aşan noktalamaları; bi kahve-cigara molası veya bi düşün insanının derinlemesine tefekkür için-en az üç dakkadan az olmamak üzere- kendisi için oluşturduğu zaman dilimi olarak algılayalım lütfen… imla kurulundaki dostlara önerdim, dinleme nezaketi bile göstermedi pis herifler)
evet, nedir bu altı bin yüz seksen beş…… depşelim’den sözetmeden 6185’i anlayabilmenizin mümkünatı olamayacağından; bu zalim hint hükümdarından başlayacağız… kısaca; taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayan bir despot bu depşelim… ve yaptığı zülumlere küçücük bi eleştri dahi olmasın diye de kendi poposundan uydurduğu 6185 sayılı kanunla koruyor kanlı tahtını… beydaba; bir bilge insan… olan bitenin farkında olmasına rağmen hiçbir şey yapamamanın vicdani rahatsızlığıyla kıvranmakta… halk kuru soğana muhtaç, söylese; kelle gidecek, söylemese; bilgelik vasfını kaybedecek…… bu zifiri karanlıktan çıkmanın yollarını dostlarıyla istişare ediyor… halkı örgütlü bir eyleme nasıl katabiliriz, diyor… arkadaşları fütürist bi öngörü ile; zalim timur’un filleri, Nasrettin hoca ve hocamızı yarı yolda bırakan köylülerden dem vurarak; ‘bırak bu işleri deba kardeş, sende bizim gibi salla başını; al sarı akçeli torbanı’ deyip, yalnız bırakıyorlar beydaba’yı…
beydaba, çaresizliğin dayanılmaz hafifliği ile girer geceye… yarı uykulu bi halde iki çakal ile tanışır rüyasında… hayvanlar aleminin tüm canlılarıyla konuşur adeta… uyandığında yazı masasına koşar… hokkasından divitini çıkartıp heyecanla yazmaya başlar… sarayın yolunu tutar… zalim depşelim’in huzurunda az biraz titreyerek de olsa okur yazdıklarını… sağduyulu ve adalet timsali kellile ile entrikacı ve ahlaksız dimne adlı çakalların ağazından konuşur… apışıp kalır depşelim… kendini toparladığında; anlatılanın kendi hikayesi olduğunu anlar ve beydaba’yı zindana attırır…… ‘haydaaa!...’ üzülmeyin… diğer ve daha makul olan rivayete göre; beydaba’yı, vermiş olduğu ince mesaj/mecazdan dolayı taktir ve taltif eder… zalimliğe tövbe edip ballı lokum kadayıfı kıvamında bi hükümdar olur…
işte böyle sevgili sanatseverler… beydaba’ya yüklü müktarda müteşekkiriz; yönetici sınıfla aydınlar arasındaki çetrefilli ilişkiye müthiş bir çözüm getirdiği için…… beydaba ve 6185 meselesini çözdün ama yine de bunun kemal tahir’le bağlantısını bulamadın, diyorsunuz biliyorum… hakkat öyle yaa… aha!... kemal tahir’in esir şehrin insanları, esir şehrin mahpusu, yol ayrımı, kurt kanunu, yorgun savaşçı ve vefatından sonra yayımlanan hür şehrin insanları’dan oluşan ‘altılamasını’ hatırlayalım lütfen… bu romanların ortak özelliğini bizzat kendisi açıklıyor; aylık bir kültür dergisine verdiği mülakatta… buyrun beraber okuyalım ‘ahşap omurgası bir hayli hırpalanmış bir konak düşün; zaman ve coğrafyanın acımasızlığından olsa gerek; çatırdamaktadır bu devasa araziye sahip koca konak… konağın sahibi; geleneklerine bağlı ihtiyar için tek teselli kaynağı eski ihtişamlı günlerin anıları olsun… oğullar, torunlar envai çeşit evlatlıklar sürüsüne bereket… bir de kötü, pislik bir tip olsun ki; hikayemize heyecan katsın… puşt bi İngiliz müteahhit öykümüzün akışına uygun gibi… pezevenk bi fransızı da yardımcısı yapalım… bu gavurun dinsiz olanları bi şekilde bi yolunu bulup ayartsınlar ihtiyarın çocuklarını… alemlere aksınlar hepberaber… dansı, içkiyi, kumarı ve fuhşu medeniyet diye kakalasınlar bizimkilere…... modernliğin faturasını ödemeye gelsin sıra; ‘üzülmeyin’, desin İngiliz, ‘paranız yok ama araziniz var’… öz çocuklarının düştüğü içler acısı hali gören ihtiyarın kalbi daha fazla dayanamasın isterseniz… veya hainlikle suçlanıp gönderilsin toprağından; alafrangacılık oynayan çocukları tarafından… metaforum biraz didaktik gelebilir… işte ben bu romanlarımda; İngiliz müteahhit ile şürekasının uçsuz bucaksız topraklara nasıl çöktüklerini; akabinde kurulan ve alafranga kanunlarla yönetilen küçücük, alafranga tuvaletli cumruyet apartmanını, konağın sahibi mukaddesatçı ihtiyardan ziyade çocukları üzerinden anlatmaya çalıştım.’
röportaj devam ediyo ama bu kadarı bizim için yeterli… alegoriyi, metaforu… mecazı kullandım diyor yani…… burada bi parantez açıp tahir arkadaşın, yaşamının on iki buçuk yılını uyduruktan suçlamalarla ceza evinde geçirmiş bi düşünce adamı olduğunu hatırlatalım… söz konusu romanlarını ise mahpusaneden çıktıktan sonra yayımlıyor… yazdıklarına dikkat etmesi gerekiyor yani …… pekiii; hayatının 4563 gününü gün yüzünden mahrum yaşamak zorunda kalan kemal tahir gibi derin düşünebilen bir münevverin kendisini ele verme ihtimali oldukça yüksek sıradan bir mecazi anlatımla 6185’in pençesinden kurtulabileceğini düşünmesine inanalım mı?... hayır hayır, başka bir şeyler yapmış olmalı kemal tahir…… ama ne?... o kadar düşündük; hala ‘kemal tahir ne yapmış ola ki beydaba’nın izinden gide?’ sorusunu sorduğumuz yerdeyiz… ooof!...... bana bi iki hafta müsaade edin lütfen!... inat ettim………… tekrar merhaba… okudum vallaha… daha önce okuduğum ‘altılama’ ile yetinmeyip köy romanlarından da bi o kadar okudum… -yedi çınar yaylası, köyün kamburu, büyük mal, rahmet yolları kesti, bozkırdaki çekirdek, namuscular- iyikide okumuşum… evet, hakkını teslim edelim; kemal tahir beydaba’nın izinden giden orijinal bir yöntem geliştirmiş gerçekten…
şöyle ifade edelim; kemal tahir, romanlarında kurguladığı ne kadar olumsuz karakter varsa; -deli, aptal, puşt, pezevenk, komprador, namuzsuz, ayyaş vb…- onlara söylettiriyor söyleyeceklerini… mevzuu ile alakasız gibi görünen köy romanlarında bile aynı kontrpiye yöntemini kullanmış… vay be… tahir arkadaş adeta; ‘bir ceviz ağacı gibi’ dokunmuş apartmanın kurucu babalarına… üstelik osruktan nem kapan yel ali kılıklı savcıların cirit attığı yasaklı parkta, özgürce… kimsenin ruhu bile duymadan… hakikaten helal olsun…… abi sen kendinde misin, hakkat bunları mı anlatmış sanatçı eserinde?... diyorsunuz, biliyorum… ne biliim ben neler anlattığını yaaa… tongar angutunun gazına gelip yazdık bi şeyler işte…
her ne kadar sürç-i lisan ettiysek; bunu, soyut sanat yapıtlarını yorumlamanın zorluğuna veriniz lütfen… kalın sağlıcakla…