‘Bir dünyanin eşiğinde’

‘Bir dünyanin eşiğinde’
‘Bir dünyanin eşiğinde’

Tarih bizi Suriye’de yepyeni bir dünyanın eşiğine taşıdı. Bu vaziyete askeri manâda belli ki hazırız ama ya kültür sahasında? Dün bizden koparılan o beldelerdeki kardeşlerimize ahlâk, edep, haya, fikir, his, eda ve tavır olarak ne anlatacağız? Neye davet edeceğiz onları? Biri dışında hepsinin kırıldığı altıoku mu ‘satacağız’? Altı kelimelik bir dünya görüşünü yutarlar mı sizce? Yoksa lâiklikten dem vurmak yetecek mi Suriye müslümanlarına? Onlara hangi dil üzerinden hangi kültürümüzü takdim edeceğiz? Şu berbat ettiğimiz Türkçe’yle mi? Yoksa onları da ekserimizin nevzuhur sevdalısı Tatürcülük itikadına mı davet edeceğiz? Belli ki onlar bizi dinlemeye hazır ama bizim onlara söyleyebilecek bir sözümüz var mı? Bize ait bir söz ama. Bu eksiğimizin ne kadar farkındayız?

Zahire kıymet verenlerin ekserisine göre memleketin ahvali büyük bir felâketin arefesine denk gelmede. Öbür kısmına göreyse düğün-dernek kurup bayram etmemiz lâzım çünkü şeytanın bacağını kırdık: Şam’ı tekraren fethettik. Kolay mı? Kıbrıs’ta incittiğimiz şeytanın bacağını nihayet kırdık. Zannedildiğinin aksine, zahire göre hüküm vermek pek kolay. Hele bizim memlekette kolayın kolayı bir iş bu. Dilediğiniz mevzuda istediğiniz yalanı söylersiniz ve asla başınız ağrımaz. Zahirdeki şartları, hatta o şartların sadece bazılarını maksadınıza göre seçtiğiniz ve diğerlerini görmezden geldiğiniz takdirde istediğiniz neticeye, yani zifiri bir istikbâle yahut apaydınlık bir âtiye hemencik ulaşırsınız. Daha pişkinler ise haklı da çıksalar, haksız da, her iki hâlükârda utanıp sıkılmadan “Ben dememiş miydim?” diye caka satmaktan geri durmazlar. Mesele sizin bel kıvraklığınızda.

Öte yandan, mevzulara zahiri şartlar kadar batıni cepheyi de dikkate alarak bakanlara pek itibar edilmez. Belki gizliden gizliye hürmet gösterilir ama asla sevilmezler. Her işten anlayanlar tarafından sevilemezler çünkü onları daima haksız çıkarırlar. Üstelik çoğu vakit kapkara bulutlarla kaplı bir sema manzarası çize çize muhataplarını bıktırırlar. O işten sahiden anlayanların nezdinde ise hep haklı çıktıkları için sevilmezler. Hakikatte her vakit haklı çıkmasalar bile.

Çok istediğin miktarda yanılırsın

İnsanı en fazla aldatan hususlardan biri ise o kişinin o şeyi çok istediği, hasretle beklediği vaziyetlerde ortaya çıkar. O yüzden de insan, ortada ne fol, ne yumurta varken gelin-güvey olma hatasına pek sık düşer. İnsan vukuunu istediği, ne istemesi, hatta hasretle beklediği o şeyin gerçekleşmesi pek uzakken bile onun vuku bulduğunu veya vukuunun eli kulağında olduğunu zannedebilir. Demek ki sadece aç tavuk değil, bir şeyin vukuuna aç insan da kendisini darı ambarında görürmüş. Hele bizim gibi bir asırdır adım adım adeta tavuklaştırılmış, esen yellerden nem kapmaya hazır hâle getirilmiş, fazlasıyla yıldırılmış, ne vakit başını uzatmaya kalksa kafası ezilmiş cemiyetler için bu vaziyet çok fazla cari.

Korkularımız bize fecri kâzipler yaşatmamalı.

Bütün bu cümleleri Suriye’de son bir ay içerisinde yaşananlar nezdinde kurduğum açıktır zannedersem. Bize mahsus bir garip manzara: Memleketin yarısı bayram ederken öbür yarısı karalar bağlamada. Bağlasınlar; isterlerse o karaları başlarından hiç çıkarmasınlar. Hatta o kara yazmaları başlarından çıkardıklarında bile akıllarından çıkaramasınlar; herbiri bu hâle fazlasıyla reva. Ama öte yandan Hendek Harbi’ndeki okçuların vaziyetine düşmek de var. Hele bizim gibi harpten koparılmış, ufku daraltılmış, hayali kurutulmuş, istikbâli karartılmış bir millet, atalarımızın kelâmıyla ifade edelim, böyle vaziyetlerde yoğurdu üfleyerek yeme memuriyetinde. Her nevi tedbir üzerimize farz.

Yunus Emre’nin ifşa ettiği hakikat

Meselenin askeri vechesi bir tarafa dursun. Anlamadığım bir husus. “Her Türk asker doğar.” haklı cümlesinden doğan hakkım baki elbette. Hem zaten bu hususta, meseleden anlayanlardan çok, anlamayanlardan müteşekkil zırvacı korosu tarafından söylenen lâflar, ortalığı kâfi miktarda bulandırmışken, bu minvalde yeni bir cümle kurmak bile abesle iştigâl. Benim bu meselede dikkatimi çeken husus daha başka ve işin ictimai tarafıyla alâkalı.

Görünen o ki Türkiye, Suriye’nin mühim bir kısmı, hatta belki kısa bir vakit sonra tamamı üzerinde siyasi bir tesir bırakma imkânının arefesinde. Siyasi ve akabinde de kültürel. Âlâ. Dostu sevindiren, düşmanı kahreden bir inkişaf. Tıpkı Ayasofyayı Kebir Camii’nin aslına döndürülüşündeki gibi ortada bir nevi zafer var. Müslümanları sevindiren, müşrikleri ve münafıkları yasa boğan bu terakkinin ardından görülen manzaranın aynısını tekrar müşahade ediyoruz. Gelgelelim kanaatimce ortada sahiden de ciddi bir mesele var; kültür, ahlâk ve edep meselesi... Bu meselenin kendisine geçmeden, meselenin idrakına yardım edeceğini düşündüğüm şu hususu dillendirme ihtiyacındayım:

Kasiyun Dağı’ndan Şam...
Kasiyun Dağı’ndan Şam...

İster yakın komşularında, isterse de uzak komşularında istedikleri gibi bir tesir bırakmak isteyen devletler, kültür merkezi kılığında kimi müesseseler üzerinden bu faaliyetlerini sürdürür. Buna en güzel misallerden biri, Almanlar’ın meşhur Goethe Enstitüsü. Yakın bir tarihte nihayet biz de benzeri bir müesseseyi kurmayı akıl ettik ve gayet isabetli bir isimlendirmeyle Yunus Emre Enstitüsü’nü kurduk. (Dikkatinizi çekerim, buradaki ‘isabetli bir isimlendirme’ ifadesi, seçilen şahıs ismine binaen ve ‘enstitü’ tabirini teşmil etmiyor.) Maksat kültürümüzü gönül bağımızın bulunduğu coğrafyalarda kuvvetlendirmek. Henüz pek genç bir müesseseden bahsettiğimin farkındayım ama geçen bu kısa zaman zarfında bile bu müessesenin bulunduğu memleketlerdeki en temel vazifesi, yazık ki Türkçe dersi vermekten ileri gidemedi. Ve bu vahim manzaranın kaç kişi farkında, meçhûl.

Bu vahim neticede kabahati mes’ûllere yüklemek haksızlık. Çünkü henüz adı konulmamış asıl mesele, etrafımızda bizi can kulağıyla dinleyenlere anlatacağımız, sevdireceğimiz ve hatta mümkünse benimseteceğimiz bir kültürümüzün artık elimizde kalmadığı apacık hakikati... Bizi seven insanlar, bizi ne yazık ki sadece mazimizle, o vakitler keşf ve icat ettiğimiz kültürümüzle, edebimizle ve edamızla seviyorlar; hâlimizle değil. Cumhuriyet isimli enkazın altında kalmış ‘biz’in, onlara söyleyebileceğimiz pek bir sözümüz yok.

En acil tedbir

Tıpkı Yunus Emre Enstitüleri’ndeki gibi, Suriye’de de pazara çıktığımız hâlde aslında tezgâhımızın handiyse tamtakır kuru bakır olduğu acı hakikatiyle karşılaşırsak ne yapacağız? Türkistan’dan getirdiğimiz ve İslâm’ın mübarek süzgecinden geçirdikten sonra bizi biz yapan her ne var idiyse istisnasız hepsini ya elimizden aldıklarını veya zıddına dönüştürdüklerini yahut cılkını çıkardıktan sonra oyalanalım diye bize iade ettiklerini henüz farketmedik ki tedbirini almayı akıl edelim?

Bugünden yarına ifa edilecek bir vazifeden bahsetmediğim açık. Hatta hissi, ilmi ve zihni manzaramızı dikkate alarak söylersek, bizim ‘bize mahsus’ bir kültürü ibda ve inşa edebilmemiz, muhakkak ki varolanı elimizden almaları için lâzım gelmiş vakitten daha uzun sürecek. Öyle ya, yıkmanın yapmaktan kolay olduğunun basit tespiti, alelâde meclislerde bile dile getirilen hakikatlerden.

Şam’da özgür bir aile!
Şam’da özgür bir aile!

Bir topluiğne imâl etme hak ve imkânından bizi mahrum bıraktıkları devirlerden nasıl ki günümüzdeki mevcut silâh sanayii kudretine ulaşmışsak, kültür sahasında da bizi benzeri bir gayretin, hatta adanmışlığın ve çetin bir mücadelenin beklediği ortada. Dost kılıklı düşmanlarımız bizi her meselede asırlardır nasıl ketlemişlerse kültür ve sanat sahasında da aynı şekilde durdurmaya çalışacaklar; önümüze, aklımıza ve hayalimize gelmeyecek manialar çıkaracak, bizi bezdirmek ve eskisi gibi gene kendilerine benzetmek için ellerinden geleni ardlarına koymayacaklar. Bütün bu çelme takmalara ve ayartmalara tahammül edecek kültür ve sanat adamlarına ve daha mühimi, onların önünü açacak idarecilere muhtacız. Ekmek kadar, su kadar ve ziya kadar muhtaç bırakıldığımız fikir ve his şahlanışımızın asıl düşmanları, zannedildiği gibi dışımızda değil içimizde.

Tarih bizi, itildiğimiz sefil hâlden çekip çıkardı ve yepyeni bir dünyanın eşiğine getirip bıraktı. Ama biz, bizim için hem kadim, hem de pek yeni bu dünyaya ne kadar hazırız? Eşiğinde bulunduğumuz bu büyük imkânın ne kadar farkındayız? İmkânın ve mes’uliyetlerinin. Üstelik kültür sahasındaki yatırım, fen sahasındakiyle karşılaştırılamayacak kadar çetindir ve çok daha uzun vakitlere ihtiyaç hisseder.

Bu işin ilk adımı, kültürsüzleştirildiğimizi idrak edecek idareciler yetiştirmek. Bu temeli farkedecek bir fehmin teşekkülü bile mevcut şartlarda ne kadar zor görünürse görünsün, bahsedilen bu meselenin, etraftaki birkaç eşhası daha da zengin kılacak birkaç ihaleyle hâlledilemeyeceğini farkedecek bir siyasi vasattan ne kadar uzakta bulunursak bulunalım, mühim değil; asıl Kızılelma bu! Kültürde, sanatta, zevkte, edepte ve ahlâkta yepyeni bir şahlanış!

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım