Beyin ölümü yalansa organ nakli cinayet mi?
Endüstrileşme, küreselleşme, genetik bilimi, biyoteknoloji, nanoteknoloji, recombinand DNA teknolojisi derken insanoğlu âdeta insanlıktan çıkarıldı. Fıtrat bozuldu, hastalık arttı, sağlık gitti, hayat kalitesi düştü. Bu süreçle birlikte organ yetmezlikleri de had safhaya çıktı. Maddi zenginliğin arttığı günümüz dünyasında insan, ölümü öldürmenin peşine düştü. Ölüm korkusu kapladı her yanı. Çare arayışları yeni sıkıntılara yol açtı. Organ nakilleri için ölümün tarifi değiştirilip ‘beyin ölümü’ icat edildi. Bunun üzerine yeni bir tartışma başladı. Beyin ölümü teşhisi gerçek ölüm müdür? Beyin ölümü teşhisi konulmuş birinin organları alınabilir mi? Ya teşhis yanlışsa! Ya kişi henüz ölmemişse! ‘Öldü’ diye organları alınan kişi kasten veya sehven öldürülüyorsa! Zenginlerin dediği, baronların istediğinin olduğu bir dünyada, ya fetva verenler de yanlışa düşmüş veya düşürülmüşse! Kafaları karıştıran ve cevap bekleyen binlerce suâle kapı aralamak için ne yapmalı? Detaylar dosyamızda!
Geçtiğimiz hafta Türkiye gündemini pek de meşgul etmeyen iki hâdise yaşandı. İlki, doğuştan böbrek yetmezliği olan bir bebeğe babasının böbreğinin nakledilmesi. İkincisi ise, Suriyeli bir kişinin böbreğinin sahte evraklarla bir Yahudi’ye nakli işlemine yönelik suçüstü gelişmesi.
İlkinden başlayalım.
Bebeğin annesi diyor ki: "Doktorlar, 'bebeğin doğduktan sonra yaşamayacak, kürtajla aldırabilirsin, zaten ilk çocuğun, bu riske girmeye gerek yok' dedi. Söylenenlerin karşısında ultrasonda bebeğimin kalp atışlarını duyunca böyle bir şey düşünmedim. Tereddüt bile etmeden 'kesinlikle onu dünyaya getireceğim' dedim. Onun bana, Allah'ın bir emaneti olduğunu düşündüm. Ne olursa olsun doğumu göze aldım." Doğumdan iki yıl sonra babasının böbreği bebeğe naklediliyor.
- Bu haberden beş netice çıkarmak mümkün:
- ◘ Doktorun doğduktan sonra yaşamayacağı palavrasıyla anneyi kürtaja yönlendirmesi.
- ◘ Genç bir annenin merhamet ve emanet şuurunun güya eğitimli doktorda olmaması.
- ◘ Tıbbın cerrahi yönünün geldiği nokta.
- ◘ Medyanın haberlerde 5N1K veya 5N2K kaidesini bir türlü işletmemesi.
- ◘ ‘Neden insanlar bu kadar çok organ yetmezliğine maruz kalır oldu’ ve ‘Bir bebek ya da bunca bebek anne karnında neden organ yetmezliği ile ya da engelli doğar?’ Bu hususta anne-babanın, toplumun, tıp dünyasının ve devletin hangi hataları yaptığı bahsi.
Ülkemizde ‘çocuğunuz engelli’ diye korkutulup kürtaja yönlendirilen yüzbinlerce aile var. Bunlardan bazıları bu oyuna gelip çocuğunu aldırırken, bazıları da doktorlara itibar etmeyip doğuruyor. Doktorların dediklerinin pek çoğu da doğru çıkmıyor ve sağlıklı bebekler dünyaya getiriyorlar.
Bazı doktorların bu ihanet ve katliama tevessül etmelerinin birçok nedeni var. İlki, ülke nüfusunu azaltma yani nüfus planlaması şeytanlığının bir parçası olmaları. İkincisi, kürtajdan kazanacakları gelir. Üçüncüsü ise kürtajla alınan bebeğin organlarının ve parçalarının ticarete konu edilmesi. Dünyada ceninlerden alınan organlar ve bu amaçla yapılan kürtaj haberleri öylesine çok ki insanlığın geldiği bu vahşi durum bir türlü gündem olmayı başaramıyor.
Bu bize, İslam’dan habersiz seküler bir zihniyetle yetiştirilen merhamet yoksunu insanların neler yapabileceğinin en büyük delillerinden biri olması bakımından da önem arz ediyor.
Türk-Arap-Yahudi üçgeni
Suriyeli Ahmet Zına böbreğini satışa çıkarıyor. Alıcı, İsrail pasaportlu Yahudi Nimer Hayadri. Nakil işlemini yapmaya kalkışan çocuk hastalıkları mütehassısı Dr. Hayri Gözlükgiller…
100 bin lira kadar bir para için, sahte evraklarla Arap ile Yahudi’yi akraba gösterip, hukuk dışı nakil yapmaya kalkan bir Türk doktor.
Böbreğini satan Suriyeli sığınmacı ile korsan nakilci doktor hapse atılırken, Yahudi tutuklanmayarak sınır dışı ediliyor. Yahudi’ye tanınan ayrıcalık hiçbir şekilde izah edilemez. Bu karar adaleti yok eder.
Böbreğini satan, satılık böbreği alan, sahte evrak temin eden ve ameliyata yeltenen doktor arasında ne fark var?
Bu işin hukukî yönü, lakin başka sarsıcı yönleri var meselenin!
Bir bebek böbrek yetmezliği, rahim kanseri ile doğarken tıp sektörü, devlet, ya da toplum “iyi de kardeşim bu nasıl olur ve bunun nedenleri nedir” diye sormaz?
Aynı şekilde hayatı bahşeden ve alan Allah-ü Teâlâ iken “beyin ölümü” masalıyla organları alınan bir kişi için “4 kişiye hayat verdi” gibi itikadî açıdan sakıncalı cümleler kurulurken ilahiyat çevreleri neden susar?
Engelli doğumlar yüzde 15’leri bulmuşken, yıllık kürtaj 100 binleri aşmışken ve bedeli de SGK tarafından ödenirken bunlar neden sorgulanmaz?
Benim vergimle, sapkın birinin cinsiyet değişim ameliyatı ile kürtaj cinayetinin işlem bedeli nasıl ödenir?
Neden bu ülkede doğan her yüz bebekten 60’ı hâlâ sezaryenle alınır?
Evde doğum yapmak suçtur suç!
Geçenlerde bir genç aradı ve ağlamaklı bir dille şunları anlattı: “Evde çocuğum doğdu. Nüfusa kaydını yaptırmak için gittim. Hastaneden doğum belgesi istediler. Dedim ki, evde doğdu. ‘Hastaneden doğum belgesi getirmeden kayıt yapmayız’ dediler. Hastaneye gittim, ‘bizde gerçekleşmeyen doğum için belge veremeyiz’ dediler haklı olarak. Aile hekimine gittim, ‘bizim öyle yetkimiz yok’ dediler. Bu nasıl zulümdür? Evde doğum yapmak ne zamandan beri suç olmuştur?
Manzara Ivan Illich’i bir kez daha haklı çıkarmıştır ki, o şöyle demektedir: “Sağlık hizmetleri standart bir ürüne dönüşmüş, insanın kendi kendini tedavi etmesi ve doğum yapması, evinde huzur içinde ölmesi imkânsızlaşmışsa, doktorlar her şeye karar verir hâle gelmiş ve kimin hasta olduğuna ve neyin hastalık olduğuna karar veriyorsa, tıp hastalık yaratan bir endüstriye dönüşmüşse, sadece birey değil bütün toplum tehlike altındadır. Tıp kurumu ise sağlık için büyük bir tehlike haline gelmiş demektir. Evler doğum, hastalık ve ölümü istemez olmuşsa, acı, yas ve iyileşme bir tür sapkınlık olarak etiketleniyorsa, sosyal iatrojenez faaliyette demektir…”
Yahudiler kanser olmaz mı?
Türkiye’de “İsrail’de Yahudiler kanser olmuyor” şeklinde salgına dönüşmüş bir yalan var.
Dünya Sağlık Örgütü’nün dünya kanser sıralamasına baktığımızda, İsrail’deki kansere yakalanma nispetinin Türkiye’den yüksek olduğu görülür. Ülkelerin refah seviyeleri arttıkça kanser de artıyor. Ayrıca İsrail’deki kanserden ölümler, Türkiye’den daha yüksek. Bir korku toplumu olan İsrail Yahudilerinin sağlıklı olmalarını beklemek zaten akla ziyandır. Öte yandan İsrail organ yetmezliklerinin de en çok görüldüğü ülkeler arasında. Yahudiler birbirlerine bile organ vermezler. Bu nedenle de organ arayışları çok yüksektir.
DSÖ’nün 2018/96 sayılı bülteninde, organ yetmezliklerinin yüksek gelirli ülkelerde daha yüksek, düşük sosyoekonomik durumdaki ülkelerde ise daha düşük olduğu kaydediliyor. Organ yetmezliklerinde ise ilk sırayı böbrek alıyor. Yüksek gelirli ülkelerdeki organ yetmezliklerinin temelinde kalitesiz ve vahşi beslenme, düşük gelirlerde ise gıda ve suya yeterince erişememe gösteriliyor.
Öyle ki dünyada her 10 kişiden biri böbrek hastası. Bu insanların büyük bölümü ömürlerini diyaliz makinesine bağlı olarak geçiriyor.
Yine DSÖ verilerine göre, 2005'ten bu yana böbrek hastalıklarında yüzde 32'lik bir artış yaşanmış. Her yıl en az 2,3 ile 7,1 milyon kişi kronik böbrek yetmezliğinden ölüyor. Böbrek hastalığı için ABD yıllık 64 milyar dolar harcarken, sağlık harcamalarının yüzde 3'ü böbrek yetmezliği tedavisi için harcanıyor.
Amerikan Böbrek Vakfı verilerine göre, böbrek hastalarının yüzde 50’si gelişmiş ülkelerde. Dünya nüfusunun yüzde 12’sine tekabül eden ABD, Japonya, Almanya, Brezilya ve İtalya’da 2 milyon kişi diyalize bağlı yaşıyor. İngiltere’de görülen böbrek yetmezliği; meme, akciğer, kolon ve cilt kanseri toplamından daha fazla. Çin ve ABD, son 5 yılda sadece kalp ve böbrek rahatsızlıkları için 558 milyar dolar harcamış. Bugünün iş gücü kaybı ve ekonomi maliyetini ve bundan para kazanan endüstriyi bir düşünün!
Anlayacağınız durum vahim!
Dünya organ ticaretini Yahudiler yönetiyor. Çünkü Yahudi ilahiyatçıları, Yahudilerin organ almasına izin verirken, organ vermesine izin vermiyor. Bu da hayata herkesten daha fazla tutkun olan Yahudilerin çeşitli mafyatik örgütlenmelere girmelerine neden oluyor. Çünkü dünyada en çok organ yetmezliği; Körfez ülkeleri, İsrail, ABD gibi ülkelerde görülüyor.
Hastalıkların ana nedeni ne?
Yine DSÖ’ye göre günümüzde ölümlerin en büyük kısmı yani yüzde 60’ı bulaşıcı olmayan kanser, kalp-damar hastalıkları, kronik solunum hastalığı ve diyabetten kaynaklanıyor. Ardından da organ yetmezlikleri geliyor.
Tıbbî metinleri okuduğunuzda hemen hepsinde beslenme yetersizliği, alkol ve tütün kullanımı, yetersiz egzersiz gibi nedenlerden bahsederler. Afrika gibi bölgeler söz konusu olduğunda ise kirli sudan... Ama hiç biri ya da çok az sayıdaki istisna hariç, gıdalara (bitki ve hayvanlara) yapılan genetik müdahaleler, üretimde kullanılan toksik kimyevî maddeler, gıda katkı maddeleri, ilaçlar, aşılar, az su içme, gıdalara uygulanan endüstriyel işlemler, kozmetik ürünler ve tıbbi müdahale hatalarından söz etmiyorlar. Oysa başta böbrek yetmezliği olmak üzere pek çok hastalığın nedeni az su içme ve su kaynaklarının kirliliği ile katkı maddeleri…
Öyle insanlar görüyoruz ki, yüzleri veya gözlerinin altı kapkara… Doktor doktor dolaşıyor. Bu kimselere sorun, hiçbir doktorun su içip içmediği veya ne kadar içtiği ile ilgilenmediklerini göreceksiniz. Bu kişiler doğru su içmeyi öğrenseler hastalıkları kalmayacak belki de. Fakat mafyatik bir düzene sahip tıp endüstrisi, su ve gıda alanına kasıtlı olarak girmez. Girse de bilgi kirliliğine yol açmak için girer. Herkes kabul etmeli ki, ortada bir soygun ve insan nüfusunu azalma projesi var ve tıpçıların önemli bir kısmı bilerek ya da bilmeyerek buna alet olmuş durumda.
Böbrek hasarına yol açan katkılar
Yapılan ilmî çalışmalar, E110, E173, E231, E236, E237, E237, E261, E300, E306, E310, E332, E333, E336, E337, E380, E405, E421, E430, E432, E443, E461, E462, E471, E473, E490, E491, E492, E493, E494, E495, E510, E511, E514, E520, E541, E622, E900, E920, E924, E955, E967, E968, E1100, E1404, E1504, E1520 numaralı katkı maddelerinin böbrek taşı, böbrek hasarı ve böbrek kayıplarına yol açtığını ortaya koymuştur. Peki, millet olarak bu katkıların kullanılmaması gerektiği, özellikle de böbrek hastalarının dikkat etmesi ya da yasaklanması konusunda bir ikaz duyduk mu? Duymayız, duymayacağız!
Çünkü bu sağlıkçıların ilgi alanına girmediği gibi, ‘atın ölümü arpadan olsun’cu milletin de umurunda değil. Böbreğini kaybedip çâre aramaya başladığında, yani iş işten geçtiğinde çâresiz olarak ilgi baş gösterir ama o zamanda deprem olmuş, binalar biri birinin üstüne yıkılmıştır. Cenazeleri defnedip, enkazı kaldırmaktan başka çare kalmamıştır.
Beyin ölümü ölüm mü?
Canlıdan canlıya sadece böbrek ve göz gibi çift organlar ile rahim gibi eksikliği ölüme yol açmayan organlar nakledilebilir. Kimse gözünü bir başkasına vermez, verse de istisna. Bu durum rahim için de geçerli. Çift organ nakillerinde rıza, doku uyumu ve akrabalık şartı var.
Organ yetmezliği çok, bağışçı az. Bu durumda bir kriz ortaya çıkıyor, bunun için de bir çare gerek! İşte o çare, Rockefeller’in Harvard Üniversitesi tarafından ölümün tarifi değiştirilip “beyin ölümü” adlı bir yalanın icadıyla 1968’de bulunur. Zenginlere kalp, akciğer gibi organlar lazımdır. İşte beyin ölümü zenginler için bir ilaçtır ve arada bir fakirler de görülmelidir ki ikna edici olsun. Organ tedariğinde çocuk kaçırmalar, kriz ve deprem bölgeler ve fakir ülkeler önemli bir yedek parça işlevi görür.
Dinler ‘beyin ölümü’ne nasıl bakar?
“Beyin ölümü” tarifi, 1970’lerde yetiştirilen tıpçılar ve ülkelere hukukî zemin olsun-olmasın yapılan böbrek nakilleri ile tanıtıldı. Sonra nakil ve beyin ölümü tezi ile ilgili ilahiyat çevrelerinin iknâsına sıra geldi. Yahudi ilahiyatçılar, Yahudilerin organ almasına ruhsat verirken, vermesini ise reddettiler. Tapınakçılar, organ alma ve verme konusunda ikna olmadılar. Müslümanlar, Hıristiyanlar dâhil olmak üzere herkesten fetva aldılar. Böylece yaşamaya devam eden ancak geçirdiği travma nedeniyle cevap veremeyen pek çok kimse daha önce verdiği beyan veya ailesinin rızası ile organları yaşarken “beyin ölümü” teşhisi sayesinde organlarıı alındı, alınmaya da devam ediliyor.
Vatikan, 2013’de ‘beyin ölümü’ fetvasını geri çekti. Yahudiler ve Tapınacakçılar görüşlerini hiç değiştirmediler. Müslümanlar ise “beyin ölümü ölümdür” veya “hayır ölüm değildir” şeklinde ikiye ayrıldı. Beyin ölümünün ölüm olduğuna dair görüş belirtenler, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 1980’de aldığı, içinde “beyin ölümü” ibaresinin hiç geçmediği fetvası ile Körfez’deki bazı çalışmalarda ortaya çıkan fetvayı esas kabul ettiler. İşin fıkhî yönünü İslam dünyasında en iyi çalışmış olan kişi ise Dr Mesud (Masoud) Sabri idi.
Doktor ‘beyin ölümü’ne nasıl bakar?
Tıp çevreleri ilk dönemlerde beyin ölümünü tereddütle karşılamıştı. Sonra verilen eğitimler ve dinî çevrelerden gelen onayla inandılar. 2010’a kadar bu inanç yüzde 90’lara kadar çıkmaktaydı. Dünyada öyle hâdiseler ve gelişmeler yaşandı ki, dünyanın en bilinen organ nakilcileri bile pes etmek ve fikirlerinden dönmek zorunda kaldılar. Çünkü bizatihi yaşadıkları hikâyeler, vicdanın tahammül edemeyeceği yürek yakıcı şeylerdi.
Birkaç örnek vermek gerekirse, İngiltere'de trafik kazası sonrası beyin ölümü gerçekleşen 22 yaşındaki Sam Hemming isimli talebeye, doktorlar beyin ölümü gerçekleşti raporu verirler. Annesi organlarını vermeye yanaşmaz. Bunun üzerine yaşam destek makinasının fişini çekmeye karar verirler. O sırada Sam, ayak parmaklarını oynatır. 19 gün sonra da taburcu olur. Daha sonra konuşan kız, başında konuşulanları duyduğunu söyler.
Bir başka örnek ise BBC’de yer aldı. İşte haberin özeti: ABD'nin Alabama eyaletinde yaşam destek ünitesine bağlı 13 yaşındaki Trenton McKinley yere düştü. Doktorlar çocuğun beyin ölümünün gerçekleştiğini, organlarının da bağış bekleyen beş çocuk için uyumlu olabileceğini söyler. Organları verilecek kişilerle ilgili işlemler sürerken, çocuk konuşmaya başlıyor. CBS News'a konuşan anne, cani doktorlar oğlumun beyin ölümünün gerçekleştiğini söylediler. Bunun üzerine bağış için gerekli evrakları imzaladım. Ertesi gün beyin dalgaları testi ve ölüm saatinin belirlenmesi için randevumuz vardı. Ama o artık yürüyor, konuşuyor, kitap okuyor. Trenton ise bilinci kapalıyken "cennette olduğunu düşündüğünü" söylüyor.
Gün geçmiyor ki beyin ölümü adlı cinayet makinesi hususunda yepyeni sarsıcı hikâyeler ortaya çıkmamış olsun. Victoria Arlen için de 11 yaşındayken 'beyin ölümü' gerçekleşti deniliyor. Victoria gelişmeleri şöyle anlatıyor: “Herkesi duyabiliyor ama tepki veremiyordum!” Aile organları vermeyi reddedip, çocukları için evde bir oda düzenlerler. Hasta koma halinde iki yıl bekler. O devamını şöyle anlatıyor: “Ailem bana inandı. Evimize benim için hastane odası inşa ettiler. Üç erkek kardeşim bana sürekli ben orada yatıyorken dışarıda neler olduğunu anlattılar. Güçlenmeme yardımcı oldular. Onları duyabildiğimi bilmiyorlardı aslında.” İki yıl sonra gözlerini hareket ettiren Victoria parmaklarını oynatmaya ve hatta el sallamaya başlıyor. Ardında da konuşmaya. O şimdi dünya yüzme şampiyonu.
İngiltere’de trafik kazası geçiren Sam Schmid’in doktorların gencin bundan sonra hayata gözlerini açmasının imkânsız olduğunu belirterek, aileden organlarını bağışlayıp bağışlamayacağı soruldu. Aile hem organ bağılını reddeder, hem de yaşam destek ünitesinin fişini çekme kararı alır. Yaşam destek ünitesinin fişi çeker çekmez Sam parmağını oynatmaya başlar bunun üzerine doktorları harekete geçer. O şimdi hayatını kaldığı yerden sürdürüyor. Onu farklı kılan ise doktorunun onunla basın toplantısı düzenleyip, bir daha organ nakli yapmayacağına dair verdiği söz ve gözyaşları.
Doktor’dan şaka gibi itiraf
İstanbul’da “Hayatın Başlangıcı ve Sonu, Tıbbî, Dinî ve Etik Sorunlar” adlı bir sempozyum düzenleniyor. Katılımcılardan bir tıp profesörü şunları söylüyor: “Ben 1989 yılından beri bu kurulların içindeyim ve Cerrahpaşa’daki nakiller için hazırlık yapıldığında beyin ölümü kriterleri hazırlamıştık. Dolayısıyla bazı sıkıntılar yaşardık. Mesela nörolog gelirdi, hastanın ayağının altına bir çizik atar ve hasta ayağını çekerdi. Ve derdi ki, ‘Ben buna imza atmam çünkü hasta yaşıyor.’ Anlatırdık, ama anlatmakta zorlanırdık. Hiç unutamadığım bir anım var. Sadi Sun hocaya gittik, dedik ki, “Hocam biz ikna edemiyoruz bu nörologları, ne yapalım?’ Güldü ve dedi ki, ‘Önce bir spinal anestezi yapalım ondan sonra çağırın.’ Bu bir espriydi, elbette öyle bir şey yapmadık…”
Gördüğünüz gibi insan hayatı söz konusu ve koca profesör espri yapıyor. Anlatıyor, sanırız ki, anlattıklarının ağırlığını fark edip ‘espriydi’ diyor. Beki siz yapmadınız diyelim, dünyada bunun böyle yapılmadığına bizi, insanlığı nasıl ikna edeceksiniz? Bunca ahlâkî meziyet ve vicdan mahrumiyetinin yaşandığı bir dünyada buna insanlığı inandırabilir misiniz?
Rezalet bu: Doktorlar hastaya yaşayıp yaşamak istemediğini soruyor
Arşivimizde bir haber videosu var. ATV Ana haberde yayınlanmış bu haberin videosu. Bunu kelimesi kelimesine aktaralım: “Bunlar veda gözyaşları. Bitkisel hayattaki Richard Rut’un anne-babası hayatlarının en zor kararını verdi. Oğullarının fişinin çekilmesini istedi. Ama az sonra gerçekleşecek mucizeden haberleri yok. Richard bir yıldır yaşam destek ünitesine bağlı yaşıyor, omurgası parçalanmış halde ve doktorlarına göre beyin ölümü gerçekleşmişti. Yani yaşama şansı yok denecek kadar az. Ailesi zor kararı verdi. ‘O böyle yaşamak istemezdi’ deyip fişinin çekilmesini istedi. Kağıtlar imzalandı, doktoru prosedür gereği destek ünitesini kapatmadan önce son kez Richard’ı muayeneye geldi ve aslında tepki beklemeden rutin sorular sormaya başladı.
“Richard benim için dilini çıkartabilir misin lütfen?”
İlk soruya tepki gelmedi. İkinci soru: ‘Richard benim için bu tarafa bakabilir misin? (Videoda Richard’ın gözlerini doktora çevirdiği görülüyor) Şimdi de bu tarafa…’
Bu bir mucize! Şok doktorların yüzünden okunuyor. Doktor telaşla arkadaşlarını yardıma çağırıyor ve emin olmak için bir kez daha Richard’a sesleniyor: ‘Şimdi kendi sağına, şimdi de bana doğru bak…’ Artık eminler, beyin ölümü gerçekleşti denilen hasta bilinçli ve yaşamak istiyor. Doktorlar bu kez hastaya yaşamayı isteyip istemediğini soruyor. Richard gözleriyle yaşamak istediğini anlatıyor. Şimdi durumu iyiye gidiyor. Başını da oynatmaya başladı. Bu görüntü bir kez daha yaşam destek ünitesinin kapatılmalı mı tartışmasının alevlenmesine neden oldu.”
Hiçbir tevile ihtiyaç bırakmayacak kadar acıklı ve insan hayatının nasıl da birilerinin elinde oyuncak olduğunu gösteren bu videoyu hatırlatma babında yayınlayacağız. Ama şunu da söylemezsek olmaz: Diyanet ve özellikle de Din İşleri Yüksek Kurulu üyelerine şunu soruyoruz: Bütün bu ihtimallerle bir kişinin sizlerin fetvası yüzünden ölmediği halde öldürülmüş olması ya da ihtimali sizi de rahatsız etmez mi? Ediyorsa, 1980’de verilen, sonra vaaz, hutbe ve açıklamalarla teyit ede geldiğiniz fetvanızı gözden geçirin. Sizin fetvanız yüzünden maazallah bir cinayet işlenirse, indi ilahide hesabı size de sorulabilir!
Sıkı durun beyin ölmezmiş
2017’de Independent gazetesinde sıra dışı bir haber neşredildi. Kalp krizi nedeniyle yoğun bakım ünitesine yatırılan ancak kurtarılamayan dört hastanın beyin aktiviteleri incelendi. Gözlem sonucu nabzı atmayan ve göz bebekleri tepki vermeyen, yani tıbbi olarak öldüğü tespit edilen bu dört hasta üzerinde yapılan testlerde, bir hastanın beyninin çalışmaya devam ettiği anlaşıldı. Bu hastada, uyuyan bir insanda gözlenen beyin dalgalarıyla aynı hareketin devam ettiği görüldü.
Western Ontario Üniversitesi’nden bir ekip tarafından yayınlanan araştırmanın bulguları yeni bir takım tıbbî ve etik tartışmaları beraberinde getirecek. Zira araştırmayı yürüten doktorlar, kalp ritmi ve arteryel kan basıncının kesilmesini takiben tek bir delta dalgasının ortaya çıkmaya devam ettiğini gördüklerini ifade ediyor. Oysa şu ana kadar ölen bir insanın beyin aktivitesinin öldükten sonraki bir dakika içinde sona erdiğini ileri sürüyorlardı. Bu araştırma gösteriyor ki, beyin ölümü gerçek olsaydı önce diğer organlardan önce beynin ölmesi gerekirdi.
Daha ilginci ise 2014 yılında yaşandı. Arizona Üniversitesi araştırmacılarından Peter Rhee, basın toplantısında şu sözlerle konuşmasına başladı: “Vücut ısınız 10 dereceye kadar düşmüşse, beyin fonksiyonunuz durmuşsa, kalbiniz atmıyor, kanınız damarlarınızdaki yolculuğuna son vermişse doğal olarak ‘Öldü’ teşhisi konulacaktır. Ama emin olun geliştirdiğimiz bir teknikle sizi hayata geri getirebiliriz.” İnanamayan gözlerle bakan basın mensuplarına bu sefer de Maryland Üniversitesi araştırmacılarından Samuel Tisherman açıklamalar yaptı: “Evet! Dr. Rhee’nin sözlerinde hiçbir abartı yok. Araştırmalarımızı çeşitli hayvanlar üzerinde yaptık ve çok başarılı sonuçlar elde ettik. Bütün detaylarıyla açıkladığımız bu devrim yapacak buluş nedense bilimkurgu gibi algılanıyor.”
Ölüden organ alınır mı?
Öncelikle şu bilinmelidir ki, ölmüş yani ruhu bedenini terk etmiş kişiden yalnızca göz korneası alınabilir. Bunun dışında hiçbir organ nakledilemez. Naklin yapılabilmesi için yani bir insanın kalbi, akciğeri, karaciğerinin tümü, böbreklerin her ikisinin de naklinde insan hayatı sona erer. Çünkü bunlardan her hangi birinin eksiliği hayatın sonu demektir. Ölmüş kimseden organ nakli imkânsız olduğuna göre, bu durumda kişinin mutlaka diri olması gerekir. İşte “beyin ölümü” masalı da bu yüzden vardır. Artık tıp çevrelerinin büyük bir bölümü beyin ölümünün ölüm olmadığına inanıyor. Yine işte bu yüzden tıp çevreleri organlarını bağışlamazlar. Gerisi deliye söylenir.
Organ ticaretini İsrail yönetiyor
2015 yılında Filistin'in Birleşmiş Milletler Büyükelçisi Riyad Mansur, Tel Aviv rejiminin, yaraladığı Filistinlilerin organlarını yağmaladığını söylemişti. Mansur, konuyla ilgili BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon'a mektup yazarak Filistinlilerin cenazelerinin organları çalınmış olarak iade edildiğini belirtmişti.
Bir başka müracaat ise Irak'ın Birleşmiş Milletler Büyükelçisinden gelmişti. IŞİD'in faaliyetlerini finanse etmek için organ ticareti yaptığını söyleyen büyükelçi, konuyu BM Güvenlik Konseyi gündemine taşıyarak araştırılmasını istemişti. Iraklı diplomat "Cesetler elimizde, gelip inceleyebilirsiniz. Organlarının alındığı açık seçik görülüyor" diyordu.
Yahudiler sadece Filistinlilerin organlarını değil, son örnekte de olduğu üzere herkesin organına göz dikmiş durumda. 2008 yılında bir Türk çocuğunun Priştine havaalanında hastalanması üzerine yapılanan muayenede böbreğinin çalındığı ortaya çıkmıştı. Soruşturma başlatan Kosova hükümeti, Siyonist bir çeteye ulaşmış, bazılarını da gözaltına almıştı. Faillerden Yahudi olanlarını sınır dışı etmişti.
Pek çok organ kaçakçılığı yapıldığını tespit eden Kosova yetkilileri, çete liderleri hakkında ‘kırmızı bülten’ çıkarmıştı. Kosova ve Türkiye üzerinden organ ticareti yapan Siyonist küresel çetenin elebaşlarından İsrailli Boris Wolfman İstanbul’da, Moshe Harel ise Güney Kıbrıs’ta tutuklanmıştı. Harel'in İsrail Hükümeti adına özellikle Filistinli kurbanlardan organ çalmakla görevli olduğu ve Siyonist hükümetinin organ hırsızlığının küresel kartel ayağını yönettiği tespit edilmişti. Rus makamlarına göre organ ticareti İsrailli bir mafyanın elinde.
İstanbul’da yakalanan uluslararası organ hırsızı ve kaçakçısı İsrailli Yahudi Boris Wolfman, Amerika'dan Ukrayna'ya Kosta Rika'dan Filistin'e kadar pek çok ülkede mahkûm ve göçmenlerin organlarını çalan ve hakkında kırmızı bülten bulunan bir cani olarak tanınıyor.
Bedava Check-Up tuzağına dikkat
100'den fazla belge inceleyen Times gazetesi, insan ticaretinden en büyük rolü İsraillilerin oynadığını yazıyordu. İsrail Sağlık Bakanlığı'nın da işin içinde olduğunu yazan Times gazetesi haberinde, “çöpçatan” lakaplı haham Levy-Izhak Rosenbaum ve Yahudi Boris Wolfman'nın da İsrail'le yoğun bir işbirliği içinde olduğunu kaydetmişti. Benzer bir haber de Yahudi New York Times'dan gelmişti. Gazete haberinde organ yetmezliğinin en yüksek olduğu ülkelerden biri olan İsrail'de dini nedenlerle organ bulunamadığı için yabancıların organlarına göz dikildiği yazılmıştı. Bu nedenle de İsrail dünya organ ticaretinin ağırlıklı merkezi işlevini üstlenmiş durumda olduğu kaydedilmiş, hatta bir de organ trafiği tablosu yayınlamıştı.
Malatya’da domuzdan insana organ
Sosyal medyada sadece bir günlük bir anket düzenleyerek “Organ yetmezliği yaşasanız domuzdan organ alır mısınız” diye sorduk. Ankete 584 kişi katıldı. “Yüzde 20’si domuzdan organ alırım” derken, “yüzde 30’u düşünmem lazım” dedi. “Yüzde 50 ise ölürüm ama asla almam” cevabını verdi.
Bunları sormamızın nedeni bu yazı değildi. Ama yazı için de iyi bir veri sayılabilir. Eski Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Vahap Munyar Bey, sandığa gittiğimiz 31 Mart günü “Domuzdan insana karaciğer nakli ile ‘umut başkenti’ olalım” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıda domuzdan insana organ nakli meselesi ele alınıyor ve meselenin fâili ise “İnönü Üniversitesi Turgut Özal Tıp Merkezi!”
Üniversite’nin rektörü Ahmet Kızılay hoca, Konya İmam Hatip Lisesinden arkadaşımız ve talebeliğimizde de ev komşumuz. Uzun zamandır görüşme imkânımız olamamıştı bu vesileyle kendisini aradım ve yazıyı değerlendirdik. Konuşmamızı nakletmeyeceğim, sadece Vahap Beyin yazısındaki çok mühim noktaya temas edeceğim. Ancak önce domuzdan her şekilde istifadenin Müslümanlar açısından kabul edilemez olduğunu belirtelim. Bu husustaki Ayet-i kerimeyi herkes bilir. Şimdi size bir Hadis-i şerif nakledelim:
Hz. Câbir (r.a.) anlatıyor: Mekke'nin fethedildiği sene Hz. Peygamber (a.s.)'i Mekke'de işittim, şöyle buyuruyordu: "Cenab-ı Allah içki, ölmüş hayvan, domuz ve putun alım satımını yasakladı." Bunun üzerine: "Ey Allah'ın Resulü "ölmüş hayvanların iç yağı hakkında ne buyurursunuz, zîra onunla gemiler yağlanır, derilere sürülür, kandiller aydınlatılır" dendi. Cevaben: "O haramdır" buyurdu ve ilâve etti: "Allah, Yahudilerin canını alsın. Allah, onlara ölmüş hayvanların iç yağını haram kıldığı vakit bu yağı erittiler, sonra satıp parasını yediler." (Buhârî, Büyû' 112, Meğâzî 50; Müslim, Müsâkât 71 /1581; Ebu Dâvud, Büyû' 66/3486; Tirmizî, Büyû' 61/1297; Nesâî, Büyû': 93/7/309-310); İbni Mâce, Ticarât: 11/2167)
Cumhur ulemaya göre bu Hadis Şerif alım, satım ve kullanmayı yani her türlü istifadeyi yasaklar. Ahmed İbn-i Hanbel (r.a.), temiz olmayan şeylerin kullanılmasının, satılmasının haram olduğu, onlardan hiçbir surette istifadenin câiz olmadığı görüşündedir.
Peki, domuzun iç yağı, gemi yağlanması için dahi yasaklanırken, üstelik Müslüman bir memlekette nasıl olur da bir insan domuzun organı nakledilir?
Munyar şöyle diyor: “İnönü Üniversitesi Turgut Özal Tıp Merkezi doğrudan “Xenotransplantasyon” denen farklı türlerden organ nakline yönelik bir merkez olacak. Yani, amaç insan karaciğeri, böbreği veya diğer organlarına benzer organları diğer canlılarda oluşturmak. Günümüzde diğer canlılardan karaciğer nakline en uygun hayvan domuz. Kolaylıkla temin edilebiliyor. Domuz, 6 ayda erişkin hacmine ulaşıyor. Bir seferde 12 yavru doğurabiliyor. Ayrıca domuzun karaciğer anatomi ve fizyolojisi insana oldukça benzer. Beslenme, yaşatma ve bakım maliyeti düşük. Domuzdan insana karaciğer nakli çok az yapılmış. Daha çok maymun türlerinden insana karaciğer nakli yapılmış. En uzun yaşayan 72 gün hayatta kalmış. Bununla ilgili bilimsel makale 1993’te yayınlandı. Bu nakiller sanki insan en son maymun türlerinden evrilmiş düşüncesiyle yapılıyor. Burada da 25 günlük yaşamlar bildirilmiş. Araştırma Merkezi’nin binası için 10 milyon lira lazım. Rektörümüz laboratuvarın başlangıç gereksinimleri için 2 milyon lirayı tahsis etti.”
Ne yazacağımı biliyorum ama elim varmıyor? Birileri sormuş mudur bilmiyorum ama biz soralım, bedeni korumayarak organlarını kaybetmiş bir kimseyi sadece bir iki ay daha fazla yaşatmak için domuzdan veya maymundan organ nakli yapmak ve bunun için kaynakları hebâ etmek yerine, insanları eğitseniz, eksiklerini giderseniz, hastalanmalarını engelleyici faaliyetler yapsanız olmaz mı? Bu ülkede milyonlarca hasta insan var. Sizler koruyucu, önleyici tıp faaliyetleri yapsanız da bu insanlar maymuna, domuza muhtaç olmasalar, siz de onlar da dünya ve ahiretlerini kurtarsalar olmaz mı? Bu nasıl bilim ve nasıl fetvadır. Bu yazı kaleme alındıktan sonra bir ilahiyat hocası veya Din İşleri Yüksek Kurulu neden çıkıp meselenin ilmî, ahlâkî ve fıkhî yönünü anlatmaz?
Bir gazeteci ve bu konuya özel ehemmiyet veren bir yazar olarak bizim görevimiz, meselelerin görünmeyen yönünü ortaya koymak. Elbette herkes kendi amelinden hesaba çekilecek. Gerisini, tıbbı, fıkıh ve ahlaktan mahrum bırakanlar, makam, mal-mülk korkuları yüzünden susanlar düşünsün. Dileyen emanet olan bedeni ve bedenin tüm parçalarını dilediği gibi kullanır, derdi, sıkıntısı, acısı ve hesabı ona aittir. Ama benim vergimi bu tür lüzumsuz ve gayri meşru işlerde kullanan ve kullandıranlar ile dilediği hayatı sürüp milletin ortak havuzu SGK’ya milyonlarca lira fatura çıkaranlara da hakkımızı helal edecek değiliz.