Beyaz perde Yahudi ve eşcinsel lobilerin elinde

Biz henüz sinemanın farkına varamadık.
Biz henüz sinemanın farkına varamadık.

Bir zamanlar evine televizyon sokmamakla yeminli muhafazakâr kesimin bugün 24 saat yayın yapan birçok televizyon kanalı mevcut. Evlerin başköşesini büyük ekranlı, cafcaflı televizyonlar süslüyor. Fakat sürekli şikâyet edilmesine rağmen sinema bahsinde böyle bir manzara göremiyoruz. Göğsümüzü gere gere yerli ve millî bir sinemamız olduğunu söyleyecek vaziyette değiliz. Sinemanın farkına hâlen varamadığımız bir vâkıa olarak önümüzde duruyor. Elde bir sürü televizyon kanalı var diye de övünülecek hâlde olduğumuz sanılmasın. Muhafazakârların televizyon kanalları ne kadar muhafazakâr mesela? Çoluk çocuk mââile izleyebileceğimiz, inancımızı ve kültürümüzü yansıtan kaç dizi var? Bu mevzulardaki hâl-i pür melâlimizi muhafazakâr câmianın cefakâr sinemacıları ile; oyuncu İsmail Hakkı, oyuncu-yönetmen Ali Nuri Türkoğlu, yapımcı-yönetmen Murat Çeri ve oyuncu-akademisyen Mehmet Önder ile masaya yatırdık. Hollywood’tan Yeşilçam’a, kültür emperyalizminden aile ve ahlâka saldıran dizilere, muhafazakâr cenâhın sinemaya bakışına değin pek çok hususu müzakere ettik. Manzara pek iç açıcı değil, hepimize düşen çok şey var. O halde buyurun…

Türkiye’de sinema kimlerin elinde?

Murat Çeri: Mehmet Akif’in bir sözü var ya, “Batı’nın fen ve teknolojisini alalım, ahlâkı kalsın” diye. Oysa bir şeyi aldığınızda ahlâkı da onunla beraber geliyor. Sinemayı biz kurmadığımız için bizim değil. Bizim yapabileceğimiz maksimum şey, zararsız şeyler üretebilmek olmalı diye düşünüyorum. Sinema kimin elinde dersek, sinema her zaman güçlülerin elinde. Sadece ekonomik veya siyasî güç değil elbet. Güç başlığı altında toplanacak her şeyden bahsediyorum. Bugünün güç sahipleri sanatı, sol kesimin âdeta bir dini gibi pazarlıyor. Sağ kesim içinse sanat bir eksiklik, bir olmamışlık. “Siz asla bu işleri başaramazsınız” demeye getiriyorlar. Mesela Azerbaycan’da sanat çok gelişmiştir. Çünkü Sovyet komünist rejimde din elinden alınır, onun yerine sanat ikâme edilir. Çünkü insan inanç olmadan yaşayamaz. Sovyet rejiminde de, İran rejiminde de sanat ve bilhassa sinema sanatı propagandaya en elverişli zemini sunuyor. Bu yüzden gelişiyor, teşvik görüyor. Gücü elinde tutanlar belirliyor her şeyi. Sinema, televizyon, hep onların elinde. Biz bu işi becerebiliyor muyuz? Biz bu işi beceremedik.

Bundan bizim güçsüz olduğumuzu mu anlamalıyız?

Biz asla güçlü olamadık. Çünkü biz köy çocuğuyuz.

İktidar olmakla bir alâkası yok

Oysa iktidar olmuştuk…

Bunun iktidar olmakla bir alâkası yok. Başka bir şey söylüyorum. Mesela Karadenizlilerin birinci vasfı nedir? Silah üretmek ve inşaat yapmak. İktidar olarak en başarılı olduğumuz alanları sayalım. Silah üretmek, büyük mühendislik projeleri yapmak. Sanata şu kadar değer verilebilseydi, turizm bakanlığıyla kültür bakanlığı ayrılır, turizm kendi yoluna gider, kültür bakanlığına da hangi kültür egemen olacaksa öyle biri getirilir ve imkân sunulurdu. Bize asla imkân sunulmadı ve sunulmayacak. İktidarlar değişir, bu değişmez.

Hiç mi ışık yok?

Ben bir durum tespiti yapıyorum. Yoksa umutsuzluk diye bir mesele yok. Şahsen elimden geleni yapmaya devam edeceğim. Kimseye bel bağlamamak gerektiğini ifade etmek için söylüyorum. “Bir Düş Gördüm” diye bir film çektik mesela. Türkiye’de hiçbir festivalin bu emeğe iltifat etmeyeceğini biliyorum. Çünkü ben bir köy çocuğuyum. Bizim köyde din ile kültür birbirine geçmiştir. O yüzden ben kendi köyümü anlatırken ister istemez dînî yaşayışı da anlatıyorum. Koordinatörü eşcinsel olan İstanbul Film Festivali mi alacak benim filmimi? Yoksa Antalya mı alacak, Adana mı alacak? Bunu bir beklenti içinde olduğum için söylemiyorum. En başından biliyordum zâten. O nedenle hedef olarak kendime yurt dışında başarı sağlamayı seçtim. Nitekim öyle de oldu.

Sağımız sola, solumuz batıya ezik

Yurtdışında nerelere gittiniz?

Aklınıza gelebilecek birçok yere gittim. 100 civarında ülke sayabilirim. Sıkıntım şu oldu. Filmimiz pandemi dönemine denk geldi. Süleymaniye Film Festivali’ne katıldık mesela. Orada Nuri Bilge Ceylan vardı. Onu getirmek için iki yıl uğraşmışlar. Bu arada festivaller de bir fikrin inşası için yapılıyor. Mâsum olduklarını söyleyemeyiz. Kim belirliyor bu fikir zeminini? Yapımcı diyeceğimiz, paraya sahip olan güç unsurları. Sinema seyrediyorsunuz. Şöyle gözümüzü kapasak, Ahmet’in yerine Hans veya Coni gelse, bizim bağımsız film dediğimiz ödül alan filmlerin muhtevası değişir mi? Değişmez. Çünkü filmde seni anlatmıyor ki adam. Modern dünyanın çıkmazını anlatıyorum derken İngiliz’i, Fransız’ı anlatıyor. Hâlbuki bizim modern dünyanın sorunlarından daha büyük kendi sorunlarımız var. Bunu aşabilsek çok şey yapacağız ama bizim sağımız sola, solumuz da Batı’ya karşı bir aşağılık kompleksi içinde. Sağımız sola karşı ezik, solumuz Batıya karşı ezik.

Eyvallahın olmadan kendi başına iş yapmak istiyorsan ya zengin olacaksın yahut kimseye minnet etmeden imkân kollayacaksın. İktidar popülist iş ister çünkü. Popülizm ise bizi yok eden şeyin bizzat kendisidir. Sinema yapalım deyince hemen akla oy kazandıracak, kitleleri peşinden sürükleyecek işlerin yapılması geliyor.

‘Fikirsizlikten öleceğiz ama iktidarsızlıktan öleceğimizi sanıyoruz’

Eskiden dergiler fikir sahalarıydı. İnsanlar buralardaki fikirleri oturup tartışırdı. Son 20-30 yılda fikir namına sadece iki tartışma hatırlıyorum. Birisi İsmet Özel’in “Türk, küffarla cihat eden Müslümandır” tezi, diğeriyse Alev Alatlı’nın “Hak, adâlet ve kanun” üzerine söyledikleri. Fikir namına başka konuşulan bir mesele yok. Asıl fikirsizlikten öleceğiz ama iktidarsızlıktan öleceğimizi sanıyoruz. Bizi iktidar olmak öldürüyor.

Kendi kazdığımız kuyuya mı düşüyoruz yani?

Çoktan düştük. Fakat Peygamber Efendimizin (sav) verdiği müjdeler ve 15 Temmuz’da gördüğümüz şuur ile tekrar kuyudan çıkacağız. Bizde böyle bir damar var. Gençler deist oluyor, ateist oluyor diye yakınırken, 15 Temmuz’da gördük o gençleri. Her ne olursa olsun, neticede Türk vicdanlı olur, bunu gördük. Depremde de böyle oldu. Bütün bunlar milletimden ve devletimden ümitli olmama sebep oluyor. Belki yıkılıyoruz, belki düşüyoruz ama enseyi de karartmıyoruz. Bizim dünya işlerimiz hep yavaş ilerler. Para ve güç bizden taraf değil çünkü. Yarın o güç bize geçse biz aynı kalır mıyız peki? Bu da bir paradoks.

Niçin böyle oluyor, bunun sosyolojisine girsek mi?

Şöyle izah edeyim. Bir yazı yazmıştım. “Şifasını bilmediğimiz hastalıklarımızı bilmek bizi ne kadar yaşatır” diye bir soruyla bitirmiştim yazıyı. Hastalıklarımızı biliyoruz. Bu hastalıkların şifası uzun bir vakit alacak ama biz kısa vadeli çözümler arıyoruz. Kısa vadede olacak şeyler değil bunlar. Mesela dizilere yüklendik, öyle değil mi? Dizilerin en masumu bile insanları ifsat eder. Çünkü seyirci toplamak zorundadır.

Diriliş Ertuğrul.
Diriliş Ertuğrul.

‘Dizide senden olmayan şeylerin içine girmesi gerekiyor’

Popülizm bizi yok ediyor demiştiniz ya, tırnak içinde “popüler olmak” zorundadır.

Evet. Cemil Meriç’in bir sözü vardır. “Bizde büyük roman yoktur, çünkü bizde trajedi yoktur” der. Dizide trajedi olmak zorunda. Senden olmayan şeylerin içine girmesi gerekiyor. Diriliş Ertuğrul ile birlikte pıtrak gibi tarih dizileri yapılmaya başlandı. Hadi, Ertuğrul Bey’in hayatına dâir pek tarihi kayıt yok, alan geniş diyelim. Peki, Osman dizisindeki Osman Bey gerçekten o mu? Fakat insanlar tarihi oradan öğreniyor. Dini de oradan öğrenmeye kalkıyor.

İsmail Hakkı: Sinema kimin elinde sorusuna benim cevabım, yapan herkesin elinde şeklinde olacak. Kim, neyi nasıl yaptığına göre kendini insanların değer piyasasına sunuyor. Türkiye’de hâlâ çok popüler olmayan bir sanat var maalesef. Yedinci sanat değerini bulmuş değil. Buna rağmen her isteyen bir şekilde sinema filmi çekiyor. Farklı mesleklerden de gelseler bir şekilde sinemanın içinde kendini var ediyor, bunun bir yolunu buluyor. Türkiye’de bu yolu bulmak çok kolay. Müteahhitseniz, demir tüccarıysanız, bir yerlerde tanıdığınız varsa sizi alıp yapımcı yapabiliyorlar. Çünkü iyi para kazandıran bir iş. Kara para aklamada çok fazla kullanılan bir mecra maalesef. Bizim sektörde en fazla üretilen şeydir yapımcı. Biz fikir üretmedik, sanat üretmedik, sanatçı üretmedik, fakat bol bol yapımcı ürettik. Onlara sorsanız sinema onların elindedir. Bana kalırsa Türkiye’ye sinemayı kimler getirmişse hâlen o kesimin elindedir. Yahudiler, dönmeler, Sabetaylar, azınlıklar, şunlar bunlar. Bunun altına ne koyarsanız artık. Ve onlara teşne olan kendini bilmezler elbette. Dünya sinemasına iki lobi yön verir.

Sinemaya iki lobi yön veriyor

İlki, YAHUDİ LOBİSİ...

İkincisi, EŞCİNSEL LOBİSİ…

Siz bu iki lobinin gönlünü etmeden sinemanızı dünya piyasasında gezdiremezsiniz. Gezdirseniz de bu kısıtlı bir şekilde olur, bir noktada kalır, ilerlemez. Bu da bağımsız sinemacıların sıkça karşılaştığı bir durum.

O halde sadece bize mahsus bir hâl değil bu?

Bütün dünyaya mahsus bir şey. Bağımsız sinemacılar o perdeyi kolay kolay aşamazlar.

Sinema deyince akla ne yazık ki sadece Hollywood geliyor. Dünyanın kendi sinemasını üretme imkânı yok mu? Para ve insan kaynağı varsa, eksik olan nedir?

Maalesef öyle ama sinemada marka olmuş ülkelerde yok değil. İran sineması, Japon sineması, son yıllarda hamle yapan Kore sineması buna örnek verilebilir.

Hikâyen yoksa marka olamazsın

Biz niye marka olamıyoruz?

Biz marka olamayız. Çünkü biz kendimize ait hikâyeleri başkalarına kaptırıp, başkalarına âit hikâyelerden kendimize sinema filmleri ve diziler inşa etmeye çalışıyoruz. Hep böyle bir başkacılık var. Biz kendimizi anlatmıyoruz ki! Türkiye’de sinema yapanlar da Türkiye’ye oryantalist gözle bakıyorlar. Avrupalılar bize ve tüm Ortadoğu’ya nasıl bakıyorlarsa, sinema yapanlar da kendilerini Türkiye gerçeğinden sıyırıp, kendilerini Batılı sanıp, en azından öyle yaşayarak bize öyle bakıyorlar. Bu memleketin hikâyeleri, örfü, âdeti, irfanı onlara ters geliyor, onları boğuyor.

Ortadoğu’ya göre biz batıda mı kalıyoruz?

Biz, Ortadoğu’dan daha doğudayız. Ortadoğu da bizden besleniyor nitekim. Biz nasıl İslam’dan beslendiysek, Ortadoğu halkları da bizden beslendi. Çünkü İslam’ın kalesi yüzyıllarca Osmanlı’ydı.

Biz kendimizi anlatmıyoruz

Kastım şu: Bizim dizileri çok izliyorlar ya, daha mı batılı buluyorlar bizi, öykünmeye mi çalışıyorlar?

Kaybettikleri bazı değerleri belki bizde buluyorlar. Çünkü onların sineması da söndürülmüş, sindirilmiş. İran’da mesela iki çeşit sinema var. Birini devlet destekler. Diğeriyse rejim karşıtı olduğu için dışarıdan destek bulur. Kanada, ABD, İngiltere, Batı destek verir. İran sinemasının bir kısmı, festivallerde ödül alanları dâhil baktığınızda İran’da çekilmiştir ama Batı menşelidir. Çok ilginç bir şey bu aslında. İran sineması ekoldür, büyük bir sinemadır. Türk sinemasıyla kıyaslanmaz bile. Çünkü kendi hikâyesini anlatabilen bir sinemadır. Fakat desteklendiği yere bakınca Batı’yı görüyorsunuz.

İran’ın hikâyesi bol ise de bizim hikâyelerimiz daha bol ve daha esaslı. Batı, İranlı muhalifi desteklerken, Türkiye’deki muhalifi niçin aynı ölçüde desteklemiyor? Oscar ödüllü İranlı sinemacılar var ama Türkiye’den yok, neden?

Batı için İran’a gem takmak her zaman kolay olmuştur. Osmanlı ve Türk ise bu noktada onlar açısından hep sıkıntılı. Bize gem takmayı çok vesileler ile hep denediler, deniyorlar. Ama bir türlü başarılı olamadılar, olamıyorlar. Bunlar için İran kolay. Sadece muhaliflerle değil, İran’ın mevcut rejimiyle anlaşmak da çok kolay. İran onlar için bir oyun sahnesi. Çok rahat kullanıyorlar.

Sinemanın gücü savunma sanayisinin yüz katı

O halde İran’a ciddi bir yatırımları var…

Evet, İran’ın hemen her şehrinde sinema okulları vardır. Sanatçı yetiştiriyorlar. Bunun dışarıda etkisi olacağına uzun zaman önce kanâat getirmişler. Bizim farkına varamadığımız sinemanın gücü diyoruz ya, fark etmişler bunu. Bana sorarsanız sinemanın gücü, savunma sanayisinden on kat, yüz kat daha fazladır.

İsmail Hakkı.
İsmail Hakkı.

Mehmet Önder: Müsaade ederseniz bu noktada katkı yapmak isterim. Konservatuvar yıllarımda İran sinemasını keşfettim ve araştırdım. Şii devrimi sonrası Humeyni başa gelince sinema konusunda olumsuz görüş vereceğini sanıp fikrini sormuşlar. “Biz sinemaya değil Şah’ın sinemasına karşıyız” deyip sinemaya ciddi destek vermiş. Bugün o sinemayla ülkemiz dâhil Şia etki alanını genişletiyor.

İsmail Hakkı: İran sineması ile Kore sinemasının Türkiye’de bu derece revaçta olması da mânidâr. Batı sinemasından kaçsan da kendi hikâyene değil yine başkalarının hikâyesine sığınma durumudur bu. Türk insanı Budizm’e mi, Şinto’ya mı, yoksa İran Şiiliğine mi merak sarıyor, bırakın sarsın. Yeter ki Anadolu irfanından kopsun gibi bir vaziyet söz konusu.

  • Destek veriliyor ama filmler berbat
  • Türkiye’de festival sinemasını devlet bir şekilde destekliyor. Dizi sektörü de hareketli. Buna karşın ‘kültür iktidarı olamadık’ diyen kesimin de yaptıkları ortada. Bunca paraya rağmen niçin böyle kötü işler çıkıyor?
  • İsmail Hakkı: Karşı mahalleden hep kötü işler çıkıyor diyemem. Kötü işler de var, iyi işler de. Ama desteklenen festival filmleri noktasında şunu söyleyebilirim. Devlet destekliyor, Eurimages destekliyor, şuradan buradan destek yağıyor. Bu filmler Oscar adayı oluyor, Cannes gibi festivallere gidiyor. Sonra oturup bu filmleri izliyoruz, berbat olduklarını görüyoruz. O desteklerle orantılı ciddi bir başarı da yok zâten.
  • Şöyle bir durum var tabi. Türkiye’de sol, marifet-iltifat dengesini sinemada iyi tutturmuş. Yapımcı, yönetmen, oyuncu olabilir, kendilerinden olduğu için bir adama iltifat ediyorlar. Bu adam o iltifatı alıyor, bir şeyler yapıyor, orada tutunmak için elinden geleni ardına koymuyor. Bütün yeteneklerini sergiliyor. Velev ki yeteneksiz bir adam olsun. Böyle yeteneksiz yüzlerce insana şahit oluyoruz. Çok yeteneksiz ama bir şekilde orada var olabiliyor. Zorla da olsa orada tutuluyor. Bu adamlardan güzel iş çıkmasını zâten bekleyemezsiniz.
  • Siz, Recep İvedik serisinin ilk filminde oynadınız. Şahan, bugün karşı mahallenin en bariz figürlerinden biri. Oysa ilk filminde çizdiği karakter nedeniyle bizzat o kesimden ciddi eleştiriler almıştı. O süreçte ne oldu, oradan buraya nasıl geldi?
  • Şahan zaten oradaydı, buraya hiç gelmedi. O filmin ansiklopedi gibi hacimli bir senaryosu vardı. Birbiriyle alâkasız skeçlerden oluşuyordu. O skeçlerin içerisinden çekimde ayaküstü bir film derlediler. Aşağı yukarı doğaçlama çekildi o film. Filme baktığında bir bütünlük yok.
  •  Recep İvedik.
  • Biz bir bindallıyı bile bulamıyoruz
  • Ali Nuri Türkoğlu: Öyle bir şeyden bahsediyoruz ki 99’luk bir tespihin boncukları dağılmış, biz tek tek o boncukları seyrediyoruz. Çok büyük bir değirmenden geçmişiz, neyi konuşuyoruz? Letafet Apartmanı Şehzadebaşı’nda azınlıklar, tırnak içinde “mezhebi geniş insanlar” ve bizden devşirilenler tarafından inşa edilen bu kültür alanı elbette onların olacak. Bir kere mayası böyle atıldı. Başka bir yerden örnek vereyim. Evleneceğim, hanımıma gelinlik giydirmek istemedim. Ne giydireceğim peki? Bindallı aradım, bulamadım. Kültürden, gelenekten bahsediyoruz.
  • Benim sokakta yürürken Türk olduğumu anlayacak birini getirebilir misiniz? İran’a da haksızlık yapmayalım. İran kapalı bir toplum, daha muhafazakâr. Kendine has birçok özelliğini korumuş, otantik geliyor insanlara. Bende kalmış mı bu? Bende yok maalesef, kalmamış.
  • Niye kalmadı bizde?
  • 99’luk tespih dedim ya, imamesi bile yok. Neyi toparlayacaksın? Elde doğru düzgün sözlüğün yok, kendi mefhumların yok. Cemil Meriç ne diyor? “Kâmus nâmustur.” Ben neyle düşünüyorum? Yahya Kemal’in Aziz İstanbul’unun neresine bakıyorum? Toplu konutların grisine bakan bir adam İstanbul şiirini yazabilir mi? Hiçbir şey kalmadı geriye. Biz hiçbir şeyi koruyamadık.
  • Başımıza şu geldi, bu geldi, oturup sebepleri konuşabiliriz. Haklı taraflarımız da var deyip günah keçisi de buluruz. Ama elde bir şey kalmamış, gerçeğimiz bu. O yüzden şu anda ortaya çıkan şey bence mucizedir. Nefes alışımız bile mucize. Çünkü bu ülkede 15 Temmuz gibi bir mucize gerçekleşti. Hiç umudum yoktu. Bugün yazı yazıyorsak, sinema yapıyorsak bu bir mucizedir. Yıkıntıların arasında kaldık çünkü.
  • Namaz kılmak bile devrimci bir fiildir
  • Mehmet Önder: “Sahtekârlığın dünya düzeyinde hükümran olduğu dönemlerde, gerçeği söylemek devrimci bir fiildir” cümlesi George Orwell’ın sözüydü sanırım. Ben de Türkiye özelinde diyorum ki, bu ülkede sadece namaz kılmak bile devrimci bir fiildir. Romanın, hikâyen, sineman, her şey sana tam tersini söylerken namaz kılıyorsun çünkü. Pis bir akıntıya karşı temiz kalmaya çalışarak kürek çekmeyi göze alan cesur bir fiildir bu.
  • Ali Nuri Türkoğlu: Yıkıntıların arasında dağılan tespihin küçücük boncuklarıyla yeniden bir nakış yapmaya, bir tasarım yapmaya çalışıyoruz. Dedelerinin hatıralarını çağırıyorsun. Rüya görüyorsun, istiharelere yatıyorsun. Böyle bir vasatta bir şeyleri ortaya çıkarmak gerçekten takdire şayan. İran sineması konusuna gelince, beğeniriz, beğenmeyiz, ortada bir şey var ki adamlar oraya yatırım yapıyor. Geleneğini devam ettirmiş. Mimariden giyim kuşama değin bizim devam eden bir geleneğimiz var mı Allah aşkına? Yahya Kemal diyor ya:
  • “Çok insan anlamaz eski mûsikîmizden,
  • Ve ondan anlamayan, bir şey anlamaz bizden.”

Kültür inşası en az üç nesil ister

Ali Nuri Türkoğlu: Tekke geleneğinden kopmuşsun, kulağın o eski seslere aşina değil. Meşk eden kalmamış. Meslek öyle öğretilmiyor. Ortodoks tıbbıyla hareket ediyorsun. Uğur Mumcu’nun son konuşmalarından birinde dediği hakikat değil midir? Şuna göre yargılanan, şuna göre evlenen, buna göre gömülen insanlar değil miyiz? Şu kadar toplama malzemeyle yapılan işler bir mucizedir. Sinema sektörü diyoruz, sektör değil, hâlâ piyasadır. Ne yapılabilir? Kimin elinden geri alınabilir? Onu da söyleyeyim. Eleştirenler bir haksızlık yapıyor. Çünkü 20 yılda hiçbir şey olmaz. 20 yıl bir çocuğun delikanlılık çağıdır. Kültür inşası için en az üç nesil gerekir. Şimdilik emekleme devrindeyiz. Fakat yine de şanslıyız. Bu işin sancılarıyla birlikte büyüme devrine denk geldik.

Eskiden bir Yeşilçam vardı. Evet, nâhoş imam tiplemeleri mevcuttu ama aile müessesesine dokunmuyordu. Şimdiyse filmlere ve bilhassa dizilere bakıyoruz, sanki bir merkezden emir almışçasına aileye ve ahlâka müthiş bir saldırı var. Aldatmak, Yalı çapkını, Kızılcık şerbeti, Çöp adam, Ömer gibi diziler çekiliyor. Dindar biri, evli bir kadınla beraber oluyor. Kızı biriyle beraber, oğlu bir başkasıyla. Muhafazakâr tv kanalları hatta devlete âit kanallar bile yayınlıyor bunları. Bu hususta neler söylersiniz?

Ben buna FETÖŞİZM diyorum. Daha FETÖ usulü, daha sinsice yapıyorlar bunu. Perde arkasına çekildikleri için daha hesaplı, bu yüzden daha güçlü bir etki bırakıyor. İmam tiplemeleri açıktan yapılıyordu, şimdi sanat yönetmeni, senarist üzerinden sinsice bir icraat söz konusu. 25. kare çalışması diyelim. İsmail Bey kardeşim, Yahudi ve eşcinsel lobilerden bahsetti. Bir de PKK lobisi var. Bu lobi, LGBT ile birlikte hareket ediyor. Bütün bu lobiler bir araya gelebiliyor. Gezi Parkı’na “Bunlar bizi keser” diye gitmeyen PKK’lı kitle, şimdi bu lobilere eklemlendi. Hz. Âdem’den bu yana değişmeyen hikâye yani. Hakk ile bâtıl mücadelesi. Şu anki ittifaklara bakın, resim aynı.

Cennetin Çocukları (Children of Heaven) Yönetmen: Majid Majidi.
Cennetin Çocukları (Children of Heaven) Yönetmen: Majid Majidi.

ABD konsolosluğu niçin film fonu kurar?

Şunun cevabı lâzım: Neden son birkaç yılda muhafazakâr kanallarda da böyle bir saldırıya maruz kalıyor toplum?

İsmail Hakkı: Böyle bir organize girişim var. Bu net. Çeşitli lobilerin, stratejik ve sosyal kuruluşların Türkiye üzerinde oynadığı; oynarken de sinemayı, televizyonu, dijital dünyayı çok rahat kullandığı; kullanılabilecek en güçlü ve etkili yol olarak da buraların benimsendiği ve işlenecek senaryoların bile masada yazılıp çizildiği bir matematikten bahsediyorum. Ben böyle bir matematiğin varlığına inanıyorum.

Bir ülkenin İstanbul konsolosluğu film fonu kuruyor. Dünyanın neresinde bir konsolosluk, misafir olarak kaldığı ülkede film fonu kurar? ABD başkonsolosluğu bu. Desteklediği yerlere gidin bakın. Bizim başkonsolosluklar ne yapıyor? Bizim ülkede çok sayıda sapık zihniyetli hatta terör yandaşı yönetmene, senaryoya destek verildi, sonra mahkemelik olduklarını bile gördük. Yılmaz Güney’in doğum gününü, ölüm yıl dönümünü kutlayıp, Sezai Karakoç’un cenazesine gitmeyen bir Kültür Bakanımız var.

Neticede son zamanlarda dizilerle Türkiye’ye açık bir saldırı var. Alenen yapılıyor. Erkek arkadaş eve gelip anne, babanın yanından kızlarını alabiliyor. Kız arkadaş-erkek arkadaş mefhumunu soktular. Dönem dizilerinde bile insanları namahremle konuşturmalar. Osmanlı sosyal hayatını da tahrif ediyorlar.

Böyle tasavvuf dizisi mi olur?

Mehmet Önder: Yunus Emre dizisine Müslümanlar ayılıp bayılıyor, tekrar tekrar seyrediyorlar değil mi? O kadar çok sıkıntı var ki dizide, hangisini söylesem. Bir dergâh kurgulamışlar, dersin Brezilya dizisi, kimin eli kimin cebinde belli değil. Senaryo geldi bana. Taptuk Emre’ye ‘baba’ diyor kızı, ‘ben ablamın yanına konağa gideceğim.’ Taptuk Emre de diyor ki ‘Yunus Efendi de yarın konağa gidecek, beraber gidersiniz.’ Senaryoyu okurken bir heyetle gideceklerini düşündüm. Dizi yayınlanınca gördüm ki, Yunus Emre ile Taptuk Emre’nin kızı beraber ve yalnız, dağ bayır aşıp sohbet muhabbet ile konağa gidiyorlar. Affedersiniz, ‘tükürürüm böyle tasavvuf dizisinin içine’ dedim.

İsmail Hakkı: Senaryo sanki kalabalık bir heyetle gidilecekmiş gibi yazılmış olabilir. İş senaristte bitmiyor. İş yapımcıda da bitmiyor. Bir de yönetmen var. Dizileri çeken yönetmenlerin yüzde 99’u maalesef bırakın dînî vecibeleri dikkate almayı, ahlâk mefhumunu tanımayan insanlar. Bunların yaptığını bırakın İslam’ı, ne İsevilik ne de Musevilik kabul eder.

Mehmet Önder: Bugün TRT’de en çok bilinen tarihî dizileri çeken kişi, Çeçenistan’ın Rus uşağı, hain işbirlikçi yöneticisi Kadirov, bavulla para gönderince dizisinde oynayan bütün oyuncuları aldı Çeçenistan’a götürdü. O sırada Kadirov, Türkiye’yi Abdullah Öcalan heykeli dikmekle tehdit ediyordu.

Derin kompleks

Ali Nuri Türkoğlu: Bu bahsettiğin adamların hepsi, benim için büyük bir dramanın oyuncusu. Başlığı da ‘derin kompleks.’ Bunların meşrebini, kendi kültürüne bakışını biliyoruz. Bu derin kompleks nasıl tedavi edilir, onu konuşmamız lazım.

Mehmet Önder.
Mehmet Önder.

Mehmet Önder: O ahlâksız dizilerin danışmanı kim? Adının başında doktor unvanı olan ve iftar programları bile sundurulan şahıs. Bu adamların yani umumu ilgilendiren hatalar yapan şahısların adlarını ifşa etmek gıybet değildir.

Bakın Nuri Bilge Ceylan, eline 10 milyon geçtiği zaman 5 milyon da kendisi bulup, 15 milyona film çekiyor. Bizim Müslüman câmiada eline 5 milyon geçen adam, 500 biniyle berbat bir film çekip, 4 buçuk milyonu cebine atıyor.

Başka bir şey anlatayım size: Câmiamızda sayılan ve tanınan bir yönetmen 40. yıl sanat ödülünü alırken ben de Külliye’deydim. Kendisine “40 senede 40 öğrenci yetiştirdiniz mi bugüne kadar” dedim. “Yok” dedi. “5 tane de mi yetiştirmediniz” dedim. Yine “yok” dedi. “Niye biliyor musunuz” dedim. “Çünkü size göre Müslümandan sanatçı olmaz, sadece siz varsınız değil mi” dedim. Cevap veremedi.

Bir davette bu yönetmen 2 metre kadar önümüzde duruyordu. Bizim konuştuklarımızı duyabilecek durumdaydı. Başka bir yönetmen ‘… Abi Müslümanla çalışmaz’ dedi. Ben de muhafazakâr mahalleye yeni gelmişim, şaka sandım, gülüyorum. Derken yanımıza bir genç geldi. “Ne yapıyorsun projede” diye sorduk, önemli bir tarihî karakteri canlandırıyormuş. Yanımızdaki yönetmen, “Sende biraz Müslümanlık var, seni amma süründürüyordur” dedi. Çocuk da “doğru ama çok şükür çoğu sahneyi yardımcı yönetmenle çekiyoruz” dedi. Benim şaşkınlığımı görünce “Kâfir bir oyuncunun performansına bir kerede tamam der. Bunda hafif bir Müslümanlık olduğu için en az 10 kere tekrar yaptırır” diye ekledi.

Yunus Emre ile kendi dilini bulmak

Peki, şu ‘hedef alma’ işi bir kompleksin ürünü mü yoksa bir proje mi?

Murat Çeri: Bizim medeniyetimiz inkıtaa uğratılmış bir medeniyet. Yahya Kemal ve Necip Fazıl gibi adamlar büyüklüğünü ancak yurt dışına giderek anlamıştır. İran ise hiç kesintiye uğramamış bir medeniyet. Onlarda hâlen paganlık bile vardır. Kesintiye uğramamış medeniyetler küçük detayları bulabiliyorlar. Biz ise bunları basit görüyoruz. Hâlbuki ‘sehli mümteni’ diye bir şey var edebiyatımızda. Bunun zirvesi de Yunus Emre’dir. Çok kolay söyler ama çok derinliklidir. Yunus Emre’nin özüne girdiğimiz zaman kendi dilimizi bulacağız. İşte o zaman İran’dan daha güzel filmler yapacağız.

Yunus Emre dizisi.
Yunus Emre dizisi.

Yunus Emre’nin irfan derinliğini nasıl kavrayacağız?

Bulanık sular bir karış bile olsa dibi görünmediği için derin görünür. Dibi görünen sular ise çok derin de olsa sığ görünür. Ancak içine girdiğiniz zaman anlarsınız. Yunus Emre de böyle. İçine girdiğinizde derinliğini anlayabilirsiniz. Biz kendi medeniyetimize hep dışardan baktık. O yüzden sığ zannettik. Bulanık sulara da yine dışarıdan bakıp çok derin zannettik. Kesintisiz medeniyetler sinema olarak bizden çok daha ileridedir.

Peki, Hint sineması nasıl yarışıyor bunlarla?

İsmail Hakkı: Popüler sinemaya hizmet ediyorlar. Bir Hint filmi IMDB’de 50 bin kişi tarafından oylanıyor. Bir Kore filmi 20-25 bin kişi tarafından oylanıyor. Türk filmleri 500 oy alıyor. Adamların IMDB için özel ekipleri var. Festivalciler de IMDB’ye bakar zaten.

  • Aileyi yok etmeye çalışıyorlar
  • Murat Çeri: Biz bizden olmayan her şeye hayran, bizden olan her şeye düşmanız. Cumhuriyet hatta Tanzimat’tan beri bu böyle. Şu andaki Z kuşağı denilen şeyin 20 yılda filan mı oluştuğunu düşünüyorsunuz? Toplum mühendisliği denilen bir hâdise var. Yeşilçam zihniyeti dini kötülerdi, şimdikiler aileyi yok etmeye çalışıyor. Bunların hepsi toplum mühendisliğidir ve uzun dönemli planlardır. Biz ise günü kurtarmaya çalışıyoruz.
  • Bu mühendisliğin dış ayağı var mı?
  • Şuradan fon alıyorlar diye basit konuşmak istemiyorum. Bunlar nereden fon alacaksa oraya göre senaryo veriyorlar. Bu bir ahlâktır. Benim şiârım ise şudur: Benim annem ümmî bir kadındır. Ben annemle izleyemeyeceğim hiçbir filmi çekmek istemiyorum. Öbür adam da festivalde ödül almayacak bir filmi çekmek istemiyor.
  • O festivalde ödül almak için bazı İranlıların yaptığı gibi kendi devletini ve milletini aşağılayacaksın, fakir fukara, sefil göstereceksin. Ya da bizde yapıldığı gibi eşcinselliktir, devlet düşmanlığıdır, bunları yapacaksın. Bizimkiler bu işleri çok kaba yapıyor. Kaosun bile bir estetiği vardır. Bizde estetik yok. Biz iki büyük darbe yaşadık. Ben İmam Hatipliyim, 28 Şubat’ı yaşadım. Bir de FETÖ meselesi var. Yetişmiş Müslüman kesim bu ikisinde kıyıma uğradı. Göğsümüzü gererek Müslümanız diyemiyoruz. Müslüman gibi yaşayamıyoruz. Müslümanlar birbirine de güvenmiyor. Ortada iki, üç isim ancak var. Bu isimlerin de eksiğine gediğine bakıldığında kimse kalmıyor.
  • 3 lira alıp 50 kuruşa film çekiyorlar
  • Bir Düş Gördüm / Yönetmen: Murat Çeri.
  • Ben ilk filmimde beş kez Kültür Bakanlığı’na başvurdum ama destek alamadım. Destek alanlar ne yapıyor? 3 lira alıyorsa, 1 lirasına araba alıyor, 1 lirasına ev alıyor, bir lirasıyla da filmi çekmeye çalışıyor. Onu da biraz harçlığımız kalsın diye 50 kuruşa çekiyor. Fakat bu kötü örneklere bakıp ‘bizden sanatçı çıkmaz’ diyemeyiz. İslam medeniyetini kendine şiâr edinmiş bir milletin evladından sanatçı çıkmaz mı? Çıkar. Ama bunu para için yaptığın zaman çıkmaz. Çünkü para kazanmak ayrı, hakikatin sözcülüğünü yapmak ayrı. İsmail Bey yönetmenlerden bahsetti. Yönetmenlerimiz film seyretmez, senaristlerimiz kitap okumaz, yapımcılarımız güzel hatun peşindedir.
  • Türkiye fotoğrafı tastamam bu mudur?
  • İsmail Bey tarih dizisi deyince ilk akla gelen isimlerden biri. Ali Nuri Bey de öyle. Yönetmenleri, senaristleri, yapımcıları benden iyi tanırlar. Bu zevâtı Süleymaniye’ye götürsek. Süleymaniye’nin türbesine girerken bir mermer var. Mermerin bir tarafı iniktir. İzah edebilir misin desen, bunlardan kaçı ‘Sağ ayakla girilir, sol ayakla çıkılır. O yüzden bu mermer zamanla aşınmıştır’ diyebilir? Şahsen bunu diyemeyen adamı yönetmen, senarist yapmam, o kadar parayı da teslim etmem. Sağın solun hesabını bilmeyen adam, paranın da hesabını bilmez.
  • Ben ilk filmimde dairemi ve arabamı sattım. Şimdi kiralık araca biniyorum. Başka yerden para bulma şansım yoktu çünkü. Katar’ın kurtuluş günü oraya gittik. Katarlılar zengin ya, bala üşüşen sinek gibi gelen beş yapımcıdan üçü Türk.
  • Orada bir yapımcıyla sohbet ettik. “Film çekecek misiniz” diye soruyorum. Farkında olmadan dört kere falan sormuşum. Çünkü sinema benim için her şeyden önce geliyor. Cevabı şöyle oldu: “Ben manyak mıyım ki film çekeyim. Benim zaten yürüyen başka işlerim var. Her hafta şu kadar milyon para geliyor. Film çekmeye kalksam 3 liralık şeyi bana 5 lira diyecekler. Filmin batıp batmayacağı da belli değil. Ben tâcir adamım. 3-5 seneye zaten bırakacağım bu işi” dedi. Bakın biz bu adama tarih dizisi yaptırıyoruz ve devamlı kolluyoruz. Bu adam gerçek mânâda bir yapımcı mıdır? Yönetmen, senarist, oyuncu yetiştirmek umurunda değil.

Önce kültürümüz olması lâzım

Mevzu şahıslar değil, zihniyet. Zaten az sayıda adam var. Şimdi seçimler yaklaşıyor, sanatçıları bir araya toplarlar. “Her şey çok güzel olacak” diye tweetler attığı günlerde Reis’in ekibi böyle tweet atmayanları topladı. Ben de varım aralarında. Fakat bu insanlar külliyeye davet edilmez. Resepsiyonlara davet edilmez.

Ali Nuri Türkoğlu: O toplantı Arnavutköy’de yapılmadı mı?

Murat Çeri: Evet doğru. Sen de oradaydın. Fakat biz daha ötesine davet edilmeyiz. Evin oğluyuz çünkü. Ben İmam Hatipliyim. Hakikat adına yapacağım şey bellidir. Davranışım önceden tahmin edildiği için bize iltifat olmaz.

Kültürel iktidardan bahsediyoruz. Önce bir kültürümüzün olması lâzım. Hep iktidarı öncelediğimiz için mahvolduk. İktidar mahveder. Çünkü güç, para ve şöhret zehirlidir. Bize serdengeçti adamlar lazım. Ben Necip Fazıl’ın ‘Bir Adam Yaratmak’ eserini çekmeye niyet ettim, bunun için çabalıyorum.

Onun yolundan giden, ona üstad diyen adamları gördüm ve ‘Üstad çok büyükmüş’ diyorum. Niye biliyor musunuz? Çünkü böyle adamlarla üstad olmuş. Kavga çıkmasın diye isim vermiyorum. İnsan kalitemiz sıkıntılı. İnsan kalitesini yükseltmek için bir toplum mühendisliği yapılmalı. Bana sokakta insanların nasıl yürümesini istediğinizi söyleyin, haftada 6 gün izleyeceği diziyle ben size bunu sağlarım. O insan tipolojisini koyarım.

Zamanımızın küfrü eşcinsellik

Şimdi o soruya gelelim: Neden aileyi hedef alıyorlar? Çünkü zamanımızın küfrü, eşcinseliktir. Bazı kavramlar, kelimelerle mâsumlaştırılır. Zinaya seks derseniz ihtiyaç gibi düşünülür. Eşcinselliğe LGBT deyip gökkuşağıyla tasvir ettiğinizde masum bir şey gibi algılanır. Müslümanlığı geçtim insanlığa karşı bir savaş var. Sağcı, solcu filan yok. Vicdanı olan ve olmayan insanlar var. Vicdani olanların imkânları her zaman iyi olmuyor ama azimli olduklarından bir şeyler yapabiliyorlar.

Peki, bundan sonra ne olacak? Biz iktidarı yine kazansak da, eğer insan kalitesini yükseltemezsek, sinemamız da ilerlemeyecek, sokaktaki insanımız da değişmeyecek. TRT’nin müdürünü değiştirsen ne olur, Kültür Bakanlığı’na şu adamı koysan ne, koymasan ne olur... İnsan yetiştirmekten kastım, bir diziye oyuncu koymak değil. İnsan, insanın gölgesinde yetişir. Bizim, duruşu ve tavrıyla insan yetiştirecek insanlara ihtiyacımız var. Bu meseleyi atlayıp, kendimize ve topluma sadece siyasi söylemler üzerinden rol biçersek bir yerde patlarız.

Gençler başrol oynayanlara hayran

İsmail Hakkı: Televizyon sayesinde yıllarca insanları kötüyü izlemeye alıştırdık. İnsanlar şimdi onu bekliyor. Kaliteli bir iş sunduğunuz zaman ‘bu neymiş’ diyorlar. Çünkü alışmış kalitesize. Kalitesiz işlerin arasına ahlâkı bozan, aile yapısını dinamitleyen şeyler serpiştirilmiş. Buna kimse dur dememiş.

Dur diyebilmek dertli adam işidir. Derdi makam, para, şöhret olan adamların yapacağı iş değil bu. İnsan yetiştirmek lâzım. Nasıl yetiştireceksin? Yönetmenin insan olacak ki insan yetiştirsin, kendi setini kontrol etsin. Oyuncu, sosyal hayatıyla insanlara örnek olsun. Müslüman çevremin gençleri, şu an devlet televizyonunda başrol oynayan adamlara hayran. Oysa bırak evini, mahallene sokmazsın bu adamları. Fakat gençler hayran. Kim hayran yaptı? Altın tepside sundular çünkü.

Kızılcık Şerbeti dizisi
Kızılcık Şerbeti dizisi

Bu toplumun kendisiyle sorunu var

Ali Nuri Türkoğlu: Az evvel işaret ettiğimiz “ortada kültür yok” meselesini pekiştirmek için söylüyorum. Ben şuradayım. Seni sevmeyen insanı eğitemezsin. Önce sevme eğitimi vereceksin. Bu toplumun kahir ekseriyetinin kendisiyle sorunu var.

İsmail Hakkı: Kendini çok seveni de eğitemezsin.

Ali Nuri Türkoğlu: Osmanlı’nın yıkılışını birileri yükseklik kompleksine de bağlar. Şimdiyse aşağılık kompleksinin dibini görmüş vaziyetteyiz. Buna da en çok muhafazakâr kesim duçar. İnsan kalitemiz, TBMM’ye baktığımız zaman görülüyor zaten. Oradan kültür çıkar mı? Oradakiler kendileriyle barışık değil. Bir de öz saygı meselesi var. Bir anekdotum var. Benim öğretmenim sonradan Fransa’ya göç etti. 1983 yılı ilkokuldayım. Hayatımda ne öğrendiysem sadece altı ayda ondan öğrendim. İdealist biriydi. Niçin biliyor musun? İğrenç öğretmenlerin elinde yetişip çok dayak yediği için yemin etmiş: “Öğretmenlere öğretmenlik öğretmek için öğretmen olacağım” demiş. Bana tiyatroyu, folkloru, izciliği öğreten işte bu kişidir. Bana özgüven verdi. Dokuz yaşında bir çocuktum, baba sevgisi görmemişim, başım okşanmamış. Bana “senden adam olur” dedi. Onun ekibiyle Silifke oynadım. Türkiye birinciliğim var. Kendimden pay biçiyorum. Sevmedikçe, öz saygıyı hissetmedikçe, önce anne-babayı eğitmedikçe bu işi halledemezsin. TRT yayın akışı bozulduğunda ekrana Necefli maşrapa gelirdi. Şimdiki ahlâk bozukluğunu görmesek de yine Necefli maşrapa görsek.

Cem Karaca, Barış Manço, Erkin Koray...

Cem Karaca’nın bir şarkısı var, kilimden bahsediyor. Köyden kente göç başladığında aşağılama meselesi var ya, onu eleştiriyor. Bu şarkıyı yaptıktan 40 yıl sonra nasıl vefat etti? “Beni tekbirlerle yollayın” dedi. Erkin Koray, Barış Manço başka kültür adamları bunlar. Hepsinin ortak noktası bu kültüre âşık olmaları, kompleksi bırak, sabah akşam bu kültürün reklamını yapmalarıydı. İlahiyatçı kompleksli, yapımcı kompleksli, yönetmen kompleksli. Oyuncuyu saymıyorum, o çoktan devşirilmiş. Eğitim meselesi kendini tanımakla başlar.

Mehmet Önder: Tanzimattan beri yapılan aslında şu: Onları öyle bir noktaya getirelim ki ellerinde güç olsa bile hiçbir şey yapamasınlar. “İngilizler, İstanbul’u neden bırakıp gittiler” diye bir video paylaşılıyor. “Kurşun atmadan niye gittiler” mevzusu. Popüler papyonlu tarihçi, “Onların derdi toprak değildi ki” diyor, “bakın, Irak’ı da bırakıp gittiler. Dertleri neydi? Rejimi değiştirmek” diye ekliyor. Yani bir milleti illet hâline getirmekti dertleri. Doktoramı bu nedenle yakın çağ tarih alanında yapıyorum. Konuştuğumuz mevzuların tarihi temeli çok önemli çünkü. Bu adamlar genlerimizle oynadılar. Kelimelere müdahale etmelerinin nedeni neydi? Biz kelimelerle düşünürüz, zihnimize müdahale ettiler. Çünkü dili sekülerleştirdiğiniz zaman düşünceleri de geleneksiz, İslamsız hâle getiriyorsunuz. Süreç bu şekilde ilerledi.

Erkin Koray, Cem Karaca, .Barış Manço.
Erkin Koray, Cem Karaca, .Barış Manço.

Sistem kendi sanatçısını oluşturdu

Sistem masonuyla, sebataycısıyla kendi sanatçısını oluşturdu. Bir de milleti hazırladı ve kendi alıcısını oluşturdu. Bir benzerini Enver Hoca ve Stalin de yaptı. Enver Hoca iktidara geldiği zaman 20 sene boyunca Arnavut milliyetçiliği üzerine şiir yazdırıyor, film çektiriyor. Balkanlarda Türk demek Müslüman demek ya, oradan giriyor önce. Türk’üm yani Müslümanım diyemiyor kimse, dediğinde hakaretler başlıyor. O zaman insanlar Arnavut’um demek zorunda kalıyor. Şimdi bizde de Müslümanım diyene “Arap mısın, Bedevi misin” deniyor ya, aynısı yıllar önce Arnavutluk’ta yaşanıyor. Ortodoks olan da Yunan damgası yiyor, Ortodoks’um demeye utanıyor. Aradan 20 yıl geçiyor. Komünist devlet değil, bu zihniyetle yetişen gençler camileri ve kiliseleri yıkmaya başlıyor. Burada bir toplum projesi var.

Çok zengin insanlar tanıdım, evine ayakkabıyla giren birini görmedim. 1940’lı, 50’li yıllarda çekilmiş Yeşilçam filmlerine bakıyorsunuz, insanlar ayakkabıyla eve giriyor. Sana açıkça kâfir ol diyemiyor, ama seni ayakkabıyla eve sokabilirse temizlikten dolayısıyla namazdan, ve İslâmî hayattan koparacak. Yine dikkat etmişsinizdir, kötülerin evlerinde İslâmî semboller varken, iyilerin evlerini tablolar süslüyor.

Sakallı Celal ne diyor? “Traşlı erkeğin yakışıklı zannedilmesi ne hazin bir şeydir.” Çünkü sistem tıraş olmayı dayatıyor. Zamanla sakallı olanlar berduş, tıraşlı olanlar ise efendi olarak zihinlere kazınıyor. Sakallı Celal Marksisttir bu arada. Onu bile çıldırtıyorlar.

Böyle böyle bir kitle ve o kitleyi besleyen insanlar yetişiyor. Ressam İlhami Atalay’la konuşuyoruz. Diyor ki “Osmanlı’dan, İslam’dan kalan izleri silmek için Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi’nde üç kez yangın çıkardılar. Yaktılar, bitirdiler, sonra oraya çıplak kadın heykelleri koydular.”

Burslar nereye gidiyor?

Türkan Saylan’a, Genç Bakış programında bir öğrenci “Ben size kırgınım Türkan hanım” dedi. “Niye kırgınsın” sorusuna “Siz bana burs vermediniz” cevabını verdi. Bu defa Türkan Saylan hangi bölümde okuduğunu sordu. Uluslararası İlişkiler gibi bir bölüm söyledi. Saylan’ın karşılığı şöyle oldu: “Üstüne alınma ama biz daha ziyade İletişim Fakültesi, Konservatuar ve Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerine burs veriyoruz”. Sonra Abbas Güçlü’ye dönen Saylan, “Biz, Türkiye’nin aydınlık geleceğini inşa edecek insanlara burs veriyoruz” diyerek noktayı koydu. Peki, bizim Müslüman vakıflar ne yapıyor? Gençlerin cebine 250 TL para koyup, yatacak yer veriyor. Gençlerin zihnini kim inşa ediyor? Türkan Saylan gibiler.

Kim kime güveniyor bizim câmiada? Oyuncu olarak, senarist olarak, yapımcı olarak, kim kime destek oluyor? Müslüman Mahallesi’ndeki güven bunalımı, içlerinden geldiğim için biliyorum kâfir mahallesinde yok. Ortak payda İslam düşmanlığı olduğu için aradaki bütün farkları silip atabiliyorlar.

Apo’yu savunan için sıkıntı yok

Konservatuvara girdiğimde 28 Şubat dönemiydi. Yedi hoca vardı, beşi kendine Alevi diyen kişilerdi. Öğrencilerin içerisinde PKK’lı da var. Tam o dönemde Abdullah Öcalan yakalanmıştı. Önder isimli bir öğrenci, Apo konusunda rahat rahat konuşuyor, onu savunuyordu. Ben de başörtüsü meselesini konuşuyorum. O hocalardan bana haber geldi, “Seni mezun etmeyeceğiz” diye. O dönem konservatuvarda Apo’yu savunan için bir sıkıntı yoktu yani. Bugün hâlâ özel yetenek sınavları nasıl oluyor, bilir misiniz? Mülâkat aşamasında hangi gazeteyi okuduğun soruluyor. 17-18 yaşında işin politik cihetini bilmeyen bir genç, Yeni Şafak cevabını verdi diyelim, baştan elenmiş oluyor. İşte bunların önüne bir nebze de olsa geçmek için millî ve mânevî hassasiyeti olan gençlerin yetişmesine bir katkım olsun diye konforlu hayatımı bırakıp, akademiye geçtim.

İsmail Hakkı: Daha beteri benim başıma geldi. Mülâkata girdim. Pos bıyıklı, askılı pantolon giymiş göbekli biri “Ürün kim” diye sordu. “Benim hocam” dedim. “Konya’dan geliyormuşsun, Halil Ürün’le bir yakınlığınız var mı” dedi. “Annemin kocası olur” dedim. Gülerek “tamam” demişti. Mülâkattan geçemedim.

Nötr birini bile bulamadık

Büyükşehir’in gösteri sanatları merkezi var, hasbelkader bir seneyi aşkın oranın genel sanat yönetmeni oldum. Beni zorla şerle aldılar, sanat yönetmeni yaptılar. Gösteri sanatları merkezinde bir okul kuralım dedik. Çünkü oranın kuruluş amacı bu. 1994’te mahalleye sanatçı yetiştirsin diye kurulmuş bir yer. Ama 15 senedir kimseyi yetiştirmemiş. İbni Haldun Üniversitesi ile ortak çalışalım, öğrenci yetiştirelim dedik. Akademik titre sahip bir iki tane oyunculuk hocası lâzım. Profesör bulursak âlâ, doçent bulursak süper. Araştırdık, Türkiye’de oyunculuk alanında Müslüman nitelikte bir profesör yok. Doçent de yok, yardımcı doçent de. Bâri doktora sahibi olsun dedik. Onu da bulamadık. Müslüman cenahtan olmasın, nötr biri olsun, işini yapsın dedik, o da yok. Hepsi saldırgan tipler, bilhassa seçilmişler. Bunu bizzat tecrübe etmiş olduk.

  • Bizim bütün değerlerimizi metâlaştırdılar
  • Tarih dizilerinde gerçeklikten uzak, tuhaf senaryolar bahis konusu. Selçuklu veya Osmanlı dizisi fark etmiyor, yanlış üstüne yanlışlar görüyoruz. Bir çeşit kompleks mi var burada? Yoksa bunlar bilerek, kasıtlı mı yapılıyor?
  • Murat Çeri: Bir örnekle anlatayım. İskender Pala, Amerika’ya gidiyor. Nasıl roman yazılır, Hollywood mantığıyla bir eğitim alıyor. Buraya dönüyor ve Yunus Emre’yi yazıyor. Yunus Emre’ye cellat bir oğul uyduruyor. O roman bilmem kaç yüz bin okunuyor, yapılan film de aynı şekilde izleniyor. Birinci gâye izlensin, satılsın, kazandırsın. Öyle olduğu zaman ne Selçuklu düşmanlığı ne de Osmanlı muhibbanlığından bahsetmek mümkün olur. Maksat paradır yani. Keyif alacak ve ekran başına geçecek seyirci kitlesini oluşturmaktır bütün mesele.
  • Hep şunu söylüyorlar “seyirci bunu istiyor”. Sen sadece bunu verip, seyirciye iftira atıyorsun. Seçeneği yok ki seyircinin. Ertuğrul dizisinden itibaren çekilen bütün tarihî diziler aynı mantıkla çekiliyor. Sıkıntı şu, bizim bütün değerlerimizi metâlaştırdılar. Alınıp satılır hâle getirdiler. Kimsenin Selçuklu diye bir derdi yok. Mevzu, para kazanmak burada. Beş sene boyunca Ertuğrul nasıl anlatılır? Ben tarihçi değilim. Ertuğrul’a dâir doküman çıkartalım desek üç beş sayfa ya çıkar ya çıkmaz. Bu da yapımcıya istediği gibi at koşturma fırsatını sunuyor.
  • Dizilerden tarih ve din öğrenilmez
  • Kuruluş Osman.
  • Bir kere şunu bilmek lâzım. Dizilerden tarih ve din öğrenilmez. “Benim diziyi şu kadar kişi izleyip Müslüman oldu” diyerek kendine pay çıkartan bir yapımcıya “Hadi oradan” demek gerekiyor. Allah hidayet verecekse odunu bile vesile kılar. İnsanlar o kadar aç ki inanmaya, bir şeye tutunmaya, diziye tutunuyorlar. Hakikaten diziyi araştırsalar, belki dinden soğurlar. Ama oradaki küçük küçük şeylere tutunuyorlar. Biz ne yapabiliriz? Bir şeyi anlatırken fonda bir hayat anlatmamız gerekiyor. Bir şeyin izlenebilmesi için aksiyon, aşk, entrika olması lâzım diye bir ön kabul var. Fakat arka planda Osmanlı cemiyet hayatını da anlatabilirsin. Senaristler okumadıkları, yönetmenler kültür sahibi olmadıkları için en kolay olana yöneliyorlar. Bir güzel erkek, bir güzel kadın bulursun. Bir de zengin bir muhit inşa edersen tamamdır. İnsan kendinde olmayanın hasretini çekmiyor mu zaten? İzleyicin de hazırdır. Bu işin matematiği budur.
  • Dizilerden tarihe uygun olmasını bekliyoruz, İslam’a uygun olmasını bekliyoruz, vicdana uygun olmasını bekliyoruz. Bunu beklemek biraz safdillik. Çünkü adamların böyle bir derdi yok.
  • Arka planda sosyal hayat da olsun
  • Bizim câmianın kolektif bir hareketle bir araya gelmesi mümkün mü? Yeni bir millî sinema hamlesi yapılabilir mi? Ne eksik de bir araya gelemiyoruz?
  • İkinci sorunuza cevap vermek gerekirse kolektif bir çalışma şöyle olur. Bazı idealizm düşünceleri gerçeğin katı yüzüne çarpar ve tuzla buz olur. Benim elimde iki tane sinema filmi projesi var. Pandemi oldu, ekonomik kriz oldu, deprem oldu. Benim yapabileceğim bir şey kalmadı. Bizim bir çatı altında bir şey yapabilmemiz için o çatıyı oluşturan bir unsurumuzun olması lâzım.
  • Bakın bir dizi tasarladım, tarihî bir dizi, burada konuşulan rahatsızlıklar var ya biz de rahatsızlık duyuyoruz. Ben ne yapabilirim? Ben okuyan, yazan, Abdülhamid dönemindeki sosyal hayatı daha çok seven birisiyim. Abdülaziz zamanında pehlivanlar ön plandaydı, Abdülhamid döneminde kabadayılar ön plandaydı. Müthiş bir sosyal hayat vardı. Bizi o sosyal hayattan kopardılar. Kültürümüzden kopardılar, ananelerimizden kopardılar. Yine dizi yap, ön planda kabadayı olsun, aşk olsun, çatışma olsun. Ama arka planda bir sosyal hayat olsun. Bizim eskiden cep telefonlarımız yoktu ama bohçacı kadınlarımız vardı. Çöp çatanlarımız onlardı, haber taşıyanlarımız da onlardı. Hani bütün dizilerde kadın kullanmak gerekiyor ya sana kullanma demiyorum ki kardeşim, ama öyle bir kullan ki senin kültürüne hizmet etsin, sana hizmet etsin. İllâ çıplak kullanman gerekmiyor. Biz kendi kültürümüzde hakikati dillendirdiğimiz zaman hakikat de dillenmiş olacak.