Beşerin Kumdan Kaleleri
Beşerin tüm kule ve kaleleri kumdandır. Bu yüzden yıkılmaya mahkumlar. Dünya tarihi açısından baktığımızda yaptığı yıkılmayan kaç insan var? Hele ki onu kumdan yapmışsa… Sadece günümüzde kumdan yapılan mütekebbir yapılardan söz etmiyoruz, zîra beşerî her şey kumdandır. Sağlam bir taşıyıcıya sahip olmayan hangi şey ayakta kalabilir ki? Özellikle günümüz insanı, onlarca katlı yapılarının ayakta durması için nice demirler harcıyor. Evet bu doğru ve olması gereken... Peki, sadece binaların mı taşıyıcılara ve estetiğe ihtiyacı var? Mesela insanın ihtiyacı yok mu bunlara? Ya toplum ve devletin…
Nasıl ki kumdan yapılmış binalar çökmeye mahkumsa ve hatta onu ayakta tutmak bile imkansızsa ve nasıl ki kardan yapılan binalar ve kardan adamlar erimeye mahkumsa; zemini sağlam olmayan, ahlâka ve adâlete ehemmiyet vermeyen toplumlar ve medeniyetler de çöker.
Ahmet Cahit Zarifoğlu merhum kitabının adını ‘Bir değirmendir bu dünya’ koymuştu. Ne kadar esaslı bir cümle değil mi? Gerçekten bu dünya değirmeninin un ufak etmediği ne kadar az insan var. Oysa biz bu dünyaya un ufak olmaya gelmedik. Aksine dipdiri olmak ve kalmak için gönderildik.
İnsan ve toplum sadece maddî refahla ayakta tutulabilir mi? Cevap hayırsa, buna rağmen devletlerin, rejimlerin sadece bu alana odaklanması ve maddî refahı sağlayınca bütün meseleleri çözeceğini düşünmesi, fakirliği ahlâksızlık olarak görmesinden mi kaynaklanıyor?
Fakirliği erdem sanmak
Geçenlerde teravih sonrası sohbetimizde bir arkadaş dedi ki, ‘Meğer biz fakirliği erdem sanıyormuşuz. Oysa fakirliğimiz de zenginliğimiz de imtihanımızmış.’ Dört kişiydik ve maddî zaviyeden hepsinin durumu bu fakirden daha iyi olduğu için kendilerine dedim ki, ‘Bana birer milyon lira verin, bakalım maddî refaha erişince ben de bozulacak mıyım görelim.’
Gülüştük ama böyle bir şeyle imtihan edilmekten de Allah’a sığınırız. İşin aslına bakarsanız bunun şakası bile arzulanacak bir şey değil. Allah (c.c.) o arzu ettiğinizi verir ve başarısız olursanız vay halinize. Şüphesiz ki buradan maddî refah reddediliyor ve kötüleniyor değildir. Fakirlik nasıl bir imtihansa, zenginlik de aynı şekilde imtihandır. Fert fert bunların bizi yoldan çıkarmayacak olanını talep etmek gerekir. Bu vesileyle tekrar etmekte fayda vardır ki, sadece zenginler değil fakirler de kapitalist ve cimri olabilirler. Bu yüzden hiçbir haslet ve mefhumu belirli bir zümreye hasretmek doğru değil.
Toplumları faziletli kimseler ayakta tutarlar
Zenginliğin mânevî ayağı yok veya aksak bırakılmışsa o zenginliğin kıymeti yoktur. İnançla, ahlâkla ve faziletle desteklenmediği müddetçe belâdır. Fazilet öyle bir mefhumdur ki, iffeti, nâmusu, alçak gönüllülüğü, dürüstlüğü, merhameti, yiğitliği, sadâkati, adâleti, keremi, ihsanı, bilgeliği, hasılı her türlü meziyeti bünyesinde barındırır. Toplumları, faziletli kimseler ayakta tutarlar.
Şayet toplumunuz fazilet sahibi değilse veya erdemli insanların sayısı azalmışsa, işte o sadece kumdan yapılmış bina gibi hemencecik çöker. Basiret ve feraset sahibi de değilseniz ne çökeceğini hissedersiniz ne de çöktüğünü fark edersiniz.
Mesela biz ülkece son yıllarda maddî mânâda büyük merhaleler kaydettik. Oysa aynı şeyi ahlâkî yani mânevî mânâda söyleyemiyoruz. Maddî refah ile mânevî hasletler birlikte gelişmediği için maddî olanın verdiği şımarıklık mânevî olanı da çürüttü. Var olan faziletlerin de büyük bir kısmı kaybedildi. Bunun çeşitli sebepleri elbette var. Ancak temelde ilim erbabının ve zâten maddî mânâda iyi durumda olanların bozulması, çöküşü de beraberinde getirdi yâhut da hızlandırdı.
İmam-ı Gazzâlî (rahmetullahi aleyh), İhyâ-u Ulûm-id-Dîn adlı eserinde buyurur ki: ‘Âlimin yanılması, geminin parçalanması gibidir. Battığında yalnızca âlim değil, birçok kişi de beraberinde boğulur.’
İbn Âbidîn’in (r.a.) Reddü’l-Muhtâr adlı eserinde, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe (r.a.)’nin çamurla oynayan bir çocuk gördüğü ve onu ‘Dikkat et oynarken çamura düşmeyesin’ diye ikaz ettiği nakledilir. Devamında ise çocuk, büyük imama ‘Asıl düşmekten (yani hata etmekten) sen sakın. Zîra âlimin düşmesi, âlemin düşmesidir’ demiştir.
Bir bebeğe sahip çıkmak
Bu örnekler günümüzde yaşananları iyi bir şekilde özetliyor olmalı. Bütün bunları yazmaya iten tek sebep; İstanbul’da annesi tarafından sokağa terk edilen ve ‘Nisa Mihriban bebek’ olarak haberlere konu olan ‘Ebrar Nil’ adlı yavrunun başına gelenler değil elbette. Ne yazık ki bebekken veya büyüyünce âile veya devlet tarafından sokağa itilen nice bebekler ve delikanlılar var.
Batı’ya bakılınca daha iyi durumda olmamız, hiçbir zaman olup biteni hafife almayı gerektirmez. Ebrar Nil’in annesine savcının iki yıl hapis cezası talep etmesi de meseleyi hafifletmez. Firavun, Musa (a.s.)’ı Nil’e attırmıştı. Nil’in annesi de Ebrar’ını sokak niline bıraktı. Peki, bugün bir anneyi, yavrusunu sokağa bırakmaya iten ve ona sahip çıkmayan yapıya ne demeli?
‘Nisa Mihriban bebeğin beyin ölümü gerçekleşti’ şeklindeki haberler ile yarım ağızla yapılan açıklamalar sizce de acıklı ve çürümüşlüğümüzün habercisi değil miydi? Sadece habercisi mi yoksa yüzümüze inen sert bir şamar mıydı?
Nisa Mihriban bebeğe bile sahip çıkamayan Âile Bakanlığı, hangi amaca hizmet ettiği bilinmeyen ve kanunlara aykırı olduğu halde cebrî olarak bebeklerden topuk kanı alan, vermek istemeyen sayısız âileye dava açan makamlar ve bu da yetmezmiş gibi tüm hukuk usulünü çiğneyerek savunması alınmadan bu hususta karar veren hâkimler, devletimiz açısından neyin göstergesi acaba? Ya ‘evde doğum yaptın’ diye, İçişleri Bakanlığı’nın çocukların nüfus kaydını yapmaması ve devletle ebeveynlerin mahkemelik edilmesine ne demeli? Neden kötüler veya yanlış örnekler yüzünden inancına ve geleneğine sahip çıkmaya çalışanlar cezalandırılır bu ülkede?
Bu gidiş hayra alamet değil
Ebrar Nil yavrumuzun vesilesiyle buna da temas ettikten sonra nihayetinde diyoruz ki, bu gidiş hayra alâmet değil. Neyi ne zaman yiyeceğini bile bilmeyen, varlığın verdiği şımarıklıkla hak-hukuk tanımaz hâle gelmişlik yüzünden, milletimize ve devletimize bir rahmet şamarı inerse kimse şaşmamalı. Yoksa hafiften indi mi?
Paranızın bunca değer kaybının zahirî sebebi Batılılar olabilir, peki ya gerçek sebebi? Allah’ın yazın serinlememiz için yarattığı domatesi, salatalığı kışın ortasında yemeye kalkıp, bir de maddî değersizleşmenin üstüne iktisâdî çıkmaza girip isyan etmek ne oluyor? Kiracısını, göçmeni soymaya kalkmak, fiyatları maliyet artışından fazla yapmak, petrol artarken hemen zam yapıp, inince fiyatı düşürmemek ve gerekmediği hâlde vergileri artırmak da neyin nesi oluyor?
Hasılı diyoruz ki, iktidarıyla muhalefetiyle, halkıyla devletiyle iyi bir gidiş içinde değiliz. Eğitim sistemimiz diplomalı cahil yetiştiriyor. Her işimiz bankalarda bitiriliyor, en mütedeyyinimiz bile faize sürükleniyor. Âhilik sadece tarihte kalmış bir övünçten ibaret. Sadaka, Ramazan kolisine indirgenmiş. Kul hakkı diye bir şey sadece kitapların sayfalarında yük olarak kalmış. Meziyetin değil meziyetsizliğin, irfanın değil inkârın, adâletin değil gücün, marifetin değil KPSS’nin, hakkaniyetin değil kanunların, samimiyetin değil riyânın olduğu bir yerde ana yavrusunu sokağa da atar, boğar da.
İnsanlar günahlarından arınmak için Allah’a yaklaşmak yerine cincilerin tuzağına da düşer, imanından da olur. Allah’a değil beşerin kumdan kulelerine sığınanlar, o kumlarda boğulurlar.
Vesselam!