Başkasında kendini tanıma arzusu
Aşk fedakârlıktır. Ama neden? Kendi gururundan. Haysiyetin arkasına saklanarak insanı kendine mahkûm eden gururun ve kibrin farkına varmak ve nihayetinde haysiyetinden zerre feda etmeksizin maşukuna kavuşmanın yollarını aramak. Kolayca feda ettiğimiz şeye zaten hakikatiyle sahip değilizdir. Bir kendini tanıma vetiresidir aşk; başkasında kendini tanıma meyli. Doğru, aşk birçok şekilde tezahür edebilir ama hiçbirisi de insanın zâtiyetini küçültücü değildir. Aşk mütevâzılaştırır, küçültmez. Küçülmek kişinin aşktan bağımsız ama aşk bahanesiyle sergilediği bir tercih.
Herkesin ama sahiden de herkesin en az bir mübarek beldesi vardır; kendisi kabullenmese veya farkında değilse bile. Herhangi bir insanın kudsiyet atfettiği o yerin kendisi ile fotoğrafını zihnimizde yan yana getirelim. O yerin kendisini gören, o ân orada bulunan birisi nasıl da bir haşyet hisseder, ne derin bir vecde dalar; kim bilir. Peki ya o yerin resmini veya fotoğrafını gördüğünde? İllâ ki bazı ulvi hisleri gene tecrübe eder ama o yeri hakikaten gördüğüyle ve orada bulunduğuyla karşılaştırılabilecek bir cesamet ve etkileyicilikte mi? Biri ötekinin gölgesi adeta. Hayli zayıf bir hatırlatıcısı; mecburen. Bir şeyin resmi, ancak aslı yokken kısmen onun yerine geçebilecek ve belki daha önceden tecrübe edilmişse o tecrübenin pek azının manevi lezzetini bir miktar tattırabilecek bir mahiyet arzeder ancak.
Bana göre bir edebiyat eseriyle onun uyarlaması arasında da böylesi bir irtibat var. Sadece sinemaya mahsus bir durum değil bu üstelik. Tiyatro için de, televizyon için de aynen geçerli. Hayır, alelâde bir ‘çoğun aza dönüştürülmesi’ meselesi değil bu. Hatta kemmiyet yerine tamamen keyfiyetle alâkalı bir husus. Tabiatı gereği uyarlama, eksiltmekle birlikte tahvil etmek de demek. Ekseri de bir eserin onu o yapan veçhelerini dışarıda bırakma mecburiyeti: hislerin derin tahlillerini, tahlil edilen o hislerin karakterler üzerindeki davranışlarındaki münasip veya zıt tezahürlerini; hadiseler karşısında karakterlerin yaşadığı tereddütlerin farklı katmanlarını.
Peki, edebiyat uyarlamaları tamamen eksiltmeden mi ibaret? Bir uyarlamada eksiltilenlerin boşluğunu tamamen veya kısmen, hatta başka şekillerde doldurmak hiç mi muhtemel değil?
Bir hayranlık meselesi
Bizde haddinden fazla sevilen ama ne miktarda anlaşıldığı meçhul Stefan Zweig’ın Brief Einer Unbekannten adını verdiği ve 1922’de neşrettiği uzun hikâyesi dilimize Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu ismiyle çevrilir. Kitabın kıymeti, edebi kudretinden çok mevzuundan gelmekte: Orta yaşını zorlayan bir roman yazarı, tatil dönüşü bir mektup alır. Meçhûl bir kadına aittir bu uzun mektup. “Sana, beni hiç tanıyamamış sana...” hitabıyla başlayan mektup, yazarın mazisine dair şaşırtıcı malûmatla bezeli. Mektubunda kadın, henüz daha küçük bir kızken yazarla Viyana’da aynı apartmanda yaşadığını ve ilk gördüğü ândan itibaren ona nasıl bir tutkuyla bağlandığını anlatır. 18’inde bir genç kızken nihayet muradına erer ve yazarla üç gün üç gece beraber yaşar. Ama ne yazık ki divaneler gibi tutulduğu yazarın nezdinde hiçbir iz bırakamaz. O vuslat tek taraflıdır. Meftun olunanın kalbinin gölgesi dahi fethedilememiştir.
Daha sonraları da yazarla yolları birkaç kere kesişir kadının. Ne yazık ki hiçbir defa yazara karşı hissettiklerini ifade edemez. Niçin peki? Kendi ifadesiyle yazarın hayatına girip çıkan o basit kadınlardan biri durumuna düşmemek için. Üstelik ortada bir de o üç gecede peydahlanmış bir çocuk vardır. Buna rağmen kadın, ketumiyetini muhafaza eder. Ondan istifade ettiği intibaını vermemek gayesiyle maddi imkânsızlıklar içerisinde boğuşurken bile yazara hakikati dile getirmeye gönlü elvermez.
Geçinmek maksadıyla icabında yazardan bile zengin nice erkekle birlikte yaşar, onu uzaktan takip eder ama ona yaklaşıp olup-biteni anlatmaktan daima içtinap eder. Farklı kerelerde yazara yakınlaşıp kendisini hatırlatmaya çalışsa da muvaffak olamadığı her seferinde geri tornistan eder; izzeti nefsini muhafaza bahanesiyle. Nihayet çocuğu bir hastalık yüzünden ölür. Kendisinin de öleceği korkusuna kapılır ve oturup bu uzun mektubu yazar.
Eldeki ipuçlarından hareketle yazar, yavaş yavaş, çocuğunun annesi meçhûl kadını hatırlar.
Hülâsanın örttüğü hakikatler
Bu eserden hareketle 1948’de aynı isimde bir film çekilir. Nihayetinde Max Ophüls’ün filmi de yukarıda işaret ettiğim manâda bir uyarlamadan ibaret: aslı değil, resmi.
Gene de şurası kesin: Mevzuun aslına hayli sadık. Elbette mevzudan kasıt bu kısa hülâsa değil, bu vakıaların oturtulduğu hissi-ruhi âlem. Bir yanda aşkla karışık bir ihtiras, öbür yanda hayattan kâm alma tavrı; hayattan ve o hayatın ona ikram ettiği muvaffakiyetin meyvelerinden. Bir yanda kendine tapmanın körlüğü, öbür yanda ise kendini basit bir kadın göstermemek için, görüneceğinden çok daha adi bir metreslik payesine düşüş; haysiyet endişesiyle kendisini ne kadar haysiyetsizleştirdiğini göremeyecek kadar azman bir gurur. Tezahürleri farklı iki körlük tarzı...
Hususen kaybeden taraf için mesele daha vahim. Ama gene de tespit etmek mecburiyetindeyiz: Bir yönüyle kendini yüceltmenin tezahürü mahiyetinde bir erkeğe hissedilen yıkıcı elde etme meylinin tamamen yoldan çıkmasından bahsediyoruz aslında; üstelik haysiyet kılığı altında. Biriyle birlikte olma arzusunu, hatta çiftleşme dürtüsünü aşk zannedip bu sahte mübarekleştirmeyi idame ettirebilmek için de geri kalan ne kadar haysiyeti ve onunla irtibatlı maneviyatı varsa hepsini hunharca feda eden ama bütün bu hatalarını aşk adına bir kahramanlık zanneden yanılgı. Kutsiyet atfedilen sefalet. Yahut sefaleti, güya bir ideal uğruna kutsiyet hâlesiyle donatma hayali.
Aşkın hakikati nedir?
Şimdiye değin nice cümle kurulmuştur aşka dair ve nicesi daha kurulacak. Ne ki hangi cins ve ne kıratta olursa olsun aşkın her daim gözden kaçırılan bir veçhesi var: Aşk bir kendini tanıma gayretinden ibarettir; başkası üzerinden kendini tanıma...
Atıf Yılmaz’ın Cengiz Aytmatov’dan uyarladığı (Evet, gene bir uyarlama...) Selvi Boylum Al Yazmalım adlı filminde, bir zamanlar avamın diline pelesenk ettiği “Sevgi emektir.” sözü doğrultusunda sevgi sahiden de emek midir? Yani eziyet. Sevdiğimizde tahammül etmek mecburiyetinde miyiz yoksa farklı bir şeyler mi yapmalıyız?
- Hakiki haysiyet insanı fuhşa sürükler mi? İzzeti nefsini korumak gayesi kişiyi başkalarının ayaklarının altında yaşamaya ve izzeti nefsini her ân kirletmeye imkân verir mi? Ne demek icap eder bu durumda? Ne pahasına olursa olsun biteviye muhafazasına azami gayret sarfedilen haysiyetlilik mi, yok pahasına çiğnetilen haysiyetsizlik mi? Çocuğunu da, kendisini de sefalete sürükleyen bu tavrıyla meçhûl kadın sahiden de âşık mıdır yoksa azgın bir tutkun mu?
Evet, aşk fedakârlıktır. Ama neden? Kendi gururundan. Gururundan ve kibrinden vazgeçmek. Yahut haysiyetin arkasına saklanarak insanı kendine mahkûm eden gururun ve kibrin farkına varmak ve nihayetinde haysiyetinden zerre feda etmeksizin maşukuna kavuşmanın yollarını aramak. Kolayca feda ettiğimiz şeye zaten hakikatiyle sahip değilizdir. Bir kendini tanıma vetiresidir aşk; başkasında kendini tanıma meyli. Başına gelen onca felâket ve mahrumiyetlere rağmen, onların gözümüzü ve gönlümüzü kamaştırmasına müsaade etmeyerek soralım: Meçhûl kadının hisleri kendini tanımaya mı yönelikti yoksa kendini inkâra mı?