Basit bir çığlık

Ne vakit birbirimize “Çığlığın bol olsun.” diye temennide bulunmayı öğreneceğiz?
Ne vakit birbirimize “Çığlığın bol olsun.” diye temennide bulunmayı öğreneceğiz?

Çığlık çığlığa geliriz bu dünyaya. Ve çığlıklar içerisinde uğurlanırız; o da nasibimiz varsa. İki devasa çığlık arasına sıkışıp kalmak: yaşamak. Arada da birçok başka çığlık. Sevinçten, kederden, üzüntüden, hasretten, kaybetmekten ve binbir korkudan kaynaklanan, atılmış ve atılamamış nice çığlık. Bu dünyada çığlıklarımızı ne istediklerimize duyurabiliriz, ne de başkalarının çığlıklarına lâyığınca kulak asarız. Aslında güya huzura kavuşacağız diye kendi benliğimizden fışkıran çığlıkları öylesine bir maharetle içimize gömeriz ki çok geçmeden ruhumuz hiç boş çukuru kalmamış devcileyin bir çığlık mezarlığına dönüşür de farkına bile varmayız.

Bir çığlıktan ibaretiz. Derin, koyu ve tıkız bir çığlık.

Çılgınlığın, çıldırışın, çıldıramayışın çığlığının ürpertisi.

Ne kadar tuhaf, haz alınca çığlık atarız; dehşete düşünce de. Acı, kahır, korku, ürperti, ürküntü, bıkkınlık, isyan... Nice hissimizin beklenmedik eşlikçisi.

Umutsuzluğun, kaybetmişliğin, yitirmişliğin, terkedilmişliğin, terkedişin, pişmanlığın, utancın, lânetlenmişliğin, bulamamanın, bulunamazlığın, bulamama korkusunun, yitip gitmişliğin, bitimsiz çaresizliğin buruk ifadesi çığlık. Bir genç kızın içine akan gözyaşına gizlenmiş, bir oğlanın bükülü alt dudağına tünemiş, bir taze kadının alın kırışıklarının arasına saklanmış ve bir genç adamın ufuktan kaçırdığı gözlerinin çeperine oturmuş suskun ifadesi çığlık.

Zaman zaman da katlanılamaz bir ezaya tahammül edememişsek basarız çığlığı. Tir tir korktuğumuzda yahut.

Semeresiz bir günün arkasından koyverilmiş serin bir çığlık.

Sahiplenilmedikçe bir kuyu karanlığına dönüşecek koyu bir çığlık.

Rüzgârın her zerresini arşın etrafında dolaştırdığı saç telinden ince bir çığlık.

Nice çığlık geldi dünyaya; nicesi de gelecek.

Martı Çığlığı Senfonisi

Martı çığlıklarına kulaklarımızı tıkamayı öğrendiğimizde zamanla başkalarının çığlıklarını işitmemenin o kahrolası bilgisini sezinleriz.
Martı çığlıklarına kulaklarımızı tıkamayı öğrendiğimizde zamanla başkalarının çığlıklarını işitmemenin o kahrolası bilgisini sezinleriz.

Çığlıklar dışımızda arttığında içimizde duyulmazlaşır.

Martı çığlıklarına kulaklarımızı tıkamayı öğrendiğimizde zamanla başkalarının çığlıklarını işitmemenin o kahrolası bilgisini sezinleriz. Gün gelir, kendi iç çığlığımızı duymamanın sırrını çözeriz. Sonra vicdanımızın sesini... Ve sonra rüyalarımızın. Yani ruhumuzun bize seslenme yollarından her ikisinin.

Peşisıra çığlık çığlığa uyanmaya başlarız bir türlü hatırlayamadığımız rüyalarımızdan. Kendisi gitmiş, acısı kalmış kâbuslarımızın çığlığını sinek kovalar gibi kovalarız zihnimizden. O ândan sonra bir sinek vızıltısından ibarettir artık ruhumuzun sesi.

Ve ruhumuz da bir sinek tersi.

Heyhat, birkaç çığlık için buradayız. Birkaç çığlık atmak ve birkaç çığlık duymak için.

Denizin ötesi kara ama çığlığın ötesi gene çığlık.

Her Çığlık Bir Acziyet

Aslında beherimiz basit bir çığlıktan ibaretiz.

  • Düşünsenize, çığlık çığlığa geliriz bu aşağıdaki âleme. Yahut aşağılık. Gelir-gelmez ilk işimiz de çığlık atmak. Burada barınabilmek için çığlığa muhtacız. O çığlıkla tutunuruz hayata. Giderken de yine geldiğimiz gibi çığlık çığlığa gönderiliriz; o da başucumuzda birileri bulunacak kadar yaren edinebilmişsek ancak.
Ömür dediğin, iki çığlık arası uzatılmış derin bir yalnızlık suskunluğu. Uçsuz-bucaksız bir atılamamış çığlıklar mezarlığı.

En üst perdeden bir acziyet ilânı çığlık. Acziyet ve çaresizlik. İşitenin bile yüreğini kavurabilecek yakıcılıktaki bir çığlığı ömür boyunca belki bir-iki defa duyabiliriz; nasipliysek. Terkedilmiş bir sevgilinin bedeninin her zerresini ânbeân titreten çığlığa sağır kalmamayı becerebilirsek.

Hayır, en çok kendi çığlığımızdan korkarız. İlgisi yok; kendimize merhamet ettiğimizden değil. Aslen birkaç çığlıklık bir can taşıdığımızı içten içe biliriz de ondan. Kulak kabarttığımız her çığlığımızın bizi, alnımıza düşen aktan daha çok çığlıksızlığa, yani o uzun sükût çığlığına yakınlaştırdığını bir türlü unutamayız.

Çığlık Sağırlığı

Her duymazdan geldiğimiz çığlık, kimseciklere duyuramayacağımız nice çığlık demek.

Gelgelelim kulakları sağır edecek kadar kudretli bir haykırışla vücut bulmuş bir çığlığı hiçbir vakit kulaklarımızla duyamayız. Öteki hasselerimizle belki idrak edebiliriz. Garip değil mi, en işitilmesi kaçınılmaz çığlıkları nasıl duymuyorsak, vakti saati geldiğinde kendimiz de en canhıraş çığlığımızı bastığımızda kimseciklere duyuramayız. Ne duyurmak istediklerimize, ne de yanıbaşımızdakilere. En duyulmaması imkânsız çığlığı duymazdan gelenin çığlığı da günü geldiğinde hiç işitilmez.

  • Ah, gördüğümüz her insanı aslında nasıl Hızır bilmemiz icap ediyorsa aynen öyle yanıbaşımızdan geçen herkesi de yürüyen bir çığlık belleyebilsek. Yürüyen bir çığlık. Binlerce küçücük çığlıktan müteşekkil yekpare, koca bir çığlık. Sağır kaldığımız her bir çığlığın aslen ruhumuzun bir parçasını koparıp götürdüğünü farkedebilsek. Duymazdan geldiğimiz her bir çığlık yüzünden aslında ruhumuzdan bir parça koptuğunu ve o parçanın da çaresiz çığlığını duymadığımız canlının ıstırabına merhem bahşedildiğini bir kavrayabilsek.

Beherimiz basit bir çığlıktan ibaretiz aslında. İllâ ki bir gün sessiz-sadasız sönmeye mahkûm sahipsiz bir çığlık.

Atılmamış Bir Çığlık

 En yakıcı çığlıklar işte bu hiç atılmamışları.
En yakıcı çığlıklar işte bu hiç atılmamışları.

Öte yandan insan çığlık atabilecek vasıfta yaratılmış bir varlık. Çığlık atmaktan kaçmak, zalime örtülü rıza demek; hem dolaylı haz, hem de hastalıklı bir menfaat.

Hiçbir zalim, bastırılmış bir çığlığın onarılamaz hasarı miktarınca yaralayamaz ruhu. İnsanın hakiki zalimi kendisi. Başkaları kişinin nice sefil nefsi menfaatler devşirebilmek maksadıyla mazlum rolünü sürdürebilmesi için seçtiği birer kurban: zalim-kurban. Kurbanlık ile zalimliği birarada taşıyan, kendisini aktör rolüyle aldatan, atılmamış çığlık sahibine nispetle sıradan bir figüran.

Kabullenemesek de, aklımız karışıp da “Acaba?...” kıvamında ihtimal verdikçe binbir dereden su getirip usta bahaneler devşirsek de beherimiz basit bir çığlıktan ibaretiz aslında.

  • Ne ki bir ömür o çığlığı atamadan göçüp gideriz. Geride bıraktıklarımız da öyle: atılmış veya atılmayı bekleyen çığlıklar. Kimileri duyanları sağır edecek kadar güçlü ama yersiz-yurtsuz, kimileriyse bir tek sahibinin duyduğu bir sada hüviyetiyle acı çekmiş bir insanın ruhunun derinliklerindeki ışıksız dehlizlerde yankılanıp durur. En yakıcı çığlıklar işte bu hiç atılmamışları. Atılmamış ve hiçbir zaman atılamayacak o çığlıklar. Kendini kimseciklere duyuramayan, varolamayan çığlıklar.

Doğmamış bir çocuk kadar masum bu çığlıkların müsebbibi neredeyse her vakit ebeveynler. İlginçtir, yeryüzünde hiç günyüzü görmeyen bu çığlıkların ecri öte dünyada: Cennet veya Cehennem!

Çığlık Hakkı

Masumiyet abidesi çocuklar müstesna. Masumiyet serapa mazlumiyet. O yüzden de en çok onlar işitilmemiş çığlık.
Masumiyet abidesi çocuklar müstesna. Masumiyet serapa mazlumiyet. O yüzden de en çok onlar işitilmemiş çığlık.

İnsanın yegâne zalimi kendisi.

Masumiyet abidesi çocuklar müstesna. Masumiyet serapa mazlumiyet. O yüzden de en çok onlar işitilmemiş çığlık.

Düşünsenize, pek erken yaşta çığlık atma hakkı ve imkânı elinden alınan bir kişi, geri kalan yaşantısı süresince herhangi bir vakitte, herhangi birisine hakiki manâsıyla sesini yükseltebilme imkânına malik değildir ki çığlık atmayı hayal edebilsin! Benliğini büyütmesine izin verilmeyen bir ruh çocuğunun çığlığı, Sur’u tetikleyecek belki de.

Basit bir çığlıktan ibaretiz. Ve her çığlık bir acziyet ifadesi. Keşke bir de varlığımızın aslında basit bir acziyetten öteye gidemediğini kavrayabilsek... Nasıl bir çığlık atardık o vakit acaba?

Ne vakit birbirimize “Çığlığın bol olsun.” diye temennide bulunmayı öğreneceğiz?