Ah mirim, nerede o eski bayramlar!
Her bayram, “Ah, nerede o eski bayramlar...” söylemini duymaktan bıkmadınız mı? Tuhaftır, dün bu asılsız iddiaya muhatap kalan ve içi bunalan kimseler, şimdi aynı teraneyi sürdürmekten sıkılmıyor. Ama bu bayram öyle mi? Dünkü çocuklar bile “Nerede o eski bayramlar!” hayıflanmasını tekrar ettiklerinde bu sefer yerden göğe kadar haklılar. Sahiden de bu bayram, bayramların en boynu büküğü. Büyükler büyüklüklerini, küçükler de bir gün büyüyeceklerini idrakten mahrum. Demek ki en çok bu bayramda hem çocuklar gibi şenlenmek, hem de gelecek güzel günler görme hayalimizi canlı tutmak hakkımız.
Neredeyse bir ay boyunca “Ah, nerede o eski Ramazanlar...” söylemini okudunuz, dinlediniz ve izlediniz. Muhtemelen içinizden bazılarınızın benden fazla sıdkı sıyrılmıştır. Ama durun bakalım, hiçbir yere kaçamazsınız, şimdi de “Ah, nerede o eski bayramlar...” edebiyatının sırası geldi. Bereket bu sefer sadece bir ay boyunca değil, şükür ki sadece birkaç gün bu neviden yazılara ve konuşmalara muhatap kalacaksınız. Seneye kadar kafanız da rahat edecek, gönlünüz de.
İyi ama bu edebiyattan memnun kalanlarımız yok mu? Hem de sürüsüne bereket!
Aslında medya âlemlerinde bu çeşit nutukların, bu sahte güzellemelerin fazla fazla tutmasının müsebbibi, müşterisinin çokluğu. Avamın böyle bir talebinin bulunması da, bu talebi karşılayacak şekilde kimi üretim faaliyetlerinin sürdürülmesi de tabii ki yanlış veya fena bir şey değil.
Olgunluktan Mahrum Olgunluk Dönemi
Zaten insan “Nerede o eski bayramlar?” tarzındaki içi boş söylemlerden, belli bir yaşa ve o yaşın gereği belirgin bir ciddiyete ulaşmışsa ancak rahatsızlık hissedebilir. Çünkü olgunluk dönemi, insanı her daim adındaki kadar olgunlaştırmayabilir. Hele bizim gibi toplumlarda, yani herhangi bir dünya görüşüne veya ahlâk anlayışına esastan bağlı bulunmayan toplumlarda olgunluk dönemi, insanın kendisini kemalâta vakfettiği değil, tersine, avucundan kaymaya başladığını daha bir esastan ayrımsadığı dünyaya meyle yakın düşürür.
Gelgelelim bir taraftan dünyanın hazlarından daha fazla kâm almak isterken öbür taraftan da safiyetini özlemeye başlar; hususen de çocukluk safiyetini. Ama bu meylini, sayfiyesinde şezlonga uzanarak yaşadığı için de ister istemez sığınacağı yegâne barınak, “Ah o eski Ramazanlar, ah o eski bayramlar...” limanı.
Suyu çekilmiş, mavnaları pörsümüş, bocurgatları paslanmış, dubaları yıkılmış; çürümüş ve her tarafı yosun tutmuş bir liman bu: nostalji limanı.
Geçmiş Zamanın Ululuğu
Daha genişçe baktığımızda “Ah o eski zamanlar yok mu?” edebiyatı... Sırf bu neviden lâfazanlığı ustalıkla köpürttüğü için Türk Edebiyatı’na girenler var. Hatta kimi çevrelerce başköşeye oturtulan. Bir sanatkârın kendi geçmişiyle, dolayısıyla da aslında kendi toplumunun geçmişiyle hesaplaşma gayreti ile bu kof ve salya-sümük yaklaşımı keskin bir biçimde birbirinden ayırmak gerektiği açıktır umarım.
- Nostaljinin tam zıddı ise ütopya; en azından siyaset cephesinde böyle. Kimileyin din, kimileyin de ideoloji üzerinden tahayyül edilen bir yeryüzü cenneti tasavvuru... (Bu mübarek günlerde meseleyi bulandırmayınız lütfen; din dedim, ed-Din değil.) Kanunlar şöyle-şöyle tanzim edilir ve idari mekanizma da şu-şu şekilde teşkil edilirse yeryüzünde bütün kötülüklerin son bulacağı kabulü...
Aslına bakılırsa nostalji her güzeli, geçmişte arama ve hakiki değil tasavvur ve tahayyüle dayanarak tanzim edilmiş bir mazi idrakini mümkün kılarken ütopya ise ne geçmişte, ne de şimdide görebildiğini gelecekte inşa ümidi...
Hayali İnsana Yaslanma
İşarete bile hacet yok; biri fertte başlayıp başka fertleri de içine çekmeye gayret eden ferdi bir meyil iken öteki içtimai bir temayül. İçinde büyüdüğü toplumdan rahatsızlık hisseden seçkin bir zihnin sığındığı hayali bir liman. Modern zamanlarda milyonların sığınmak istediği, maketi dahi inşa edilmemiş bir liman bu.
Dolayısıyla nostalji şimdiden ve gelecekten kaçma, ütopya ise geçmişten ve şimdiden... İkisinin de ortak paydası kaçış.
- Nostalji ile ütopyanın kesiştiği bir başka küme daha var: bütün zaaf ve erdemleriyle insanın hakikatini idrak ve kabul edip ona göre hareket etme yerine hayali ve fonksiyonel bir insan anlayışını esas alma. Başka bir ifadeyle vakıa yerine kanaate yaslanma: ‘olan insan’ yerine ‘olması istenen insan’ı tercih etme.
Kanaatimce hakiki bayram sevincini kaçıp gitmiş ve bir daha asla ele geçirilemeyecek geçmişe gömmek ne kadar fena ise elân yaşanamayan ama ancak ileride ve belli şartlar altında ancak yaşanabilecek hayali bir geleceğe ötelemek de o miktarda yanlış.
Çocukluğa Hasret ve Haset
Hakiki manâsıyla bayram, ister dini, milli veya örfi bir sebebe dayansın farketmez, insanların şimdiki hâllerini, yani sıfatlarını, makamlarını, kudretlerini ve imkânlarını muvakkaten ve gönüllü bir biçimde bir yana fırlatarak en fazla sevinebilecekleri, sevinçlerini yakınlarıyla paylaşıp çoğaltabilecekleri, deyim yerindeyse çocuklaşmalarına izin verilen bir süreç. Dolayısıyla kendini sevinçli hissetme hakkı, asla çocukların şen-şakraklığına haset etmeye dönüşmemeli.
Acıdır ki bütün bu mülâhazaların gölgesinde kaldığı ve değer kaybına uğradığı tuhaf bir durum var: kocamış dünyayı kuşatan mecburi tecrit hâli. Dünyanın bütün müslümanları henüz tek bir sancak altında toplanma ihtimalinden, bırakalım ihtimal hesaplarını, hayalinden bile çok uzak ama nesebi gayrısahih bir hastalandırılma neticesinde neredeyse hepsi evlerinin saçağının altına sığınmış bir hâlde bayramlarını idrak etme mecburiyetindeler.
- Bu çerçeveden bakıldığında hem “Nerede o eski bayramlar” tavrını, hem de “Güzel günler göreceğiz arkadaşlar” yaklaşımını tercih edenler de mazur. Öyle ya herkes evinde, en fazla kendi hane halkıyla birebir paylaşabilecek sevincini; gerisi tasavvurata girer. Doğru, sevinci kursakta bırakan bir durum bu. Sevinçten ziyade insanı kedere sürükleyen.
Ne ki sevincin de, kederin de asliyeti sahiciliğinde değil mi? Yapmacıksızlığında.
Demek ki en çok bu bayramda hem çocuklar gibi şenlenmek, hem de gelecek güzel günler görmek hayalimizi canlı tutmak hakkımız.