28Şubat’ın Mesutbaşbakanı

Yalan ve çarpıtmalarla ipleri germek ve darbeyi derinleştirmek özel bir karakter gerektiriyordu. Mağdurlara “Yarasa” demenin özel bir kin gerektirmesi gibi. “Siyasî hayatıma mâl olsa bile Kur’an Kurslarını ve imam-hatipleri kapatacağım” demek de öyle.
Yalan ve çarpıtmalarla ipleri germek ve darbeyi derinleştirmek özel bir karakter gerektiriyordu. Mağdurlara “Yarasa” demenin özel bir kin gerektirmesi gibi. “Siyasî hayatıma mâl olsa bile Kur’an Kurslarını ve imam-hatipleri kapatacağım” demek de öyle.

Demirel, yeni hükümet kurma görevini teamül gereği Çiller’e vermesi gerekirken, meclis aritmetiği itibarıyla bu işi yapması imkânsız olan Mesut Yılmaz’a vermeyi tercih etti. “Takdir Cumhurbaşkanı'nın diyor anayasa. Yani benim takdirim” diyerek. Nitekim darbenin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’ya ait bir ses kaydı yıllar sonra medyaya sızdığında perde arkasında olan bitenler itiraf edilmiş oluyordu. “Mesut Bey'e, ‘size altın tepside bir iktidar teslim ediyoruz. Bunu iyi değerlendirin’ dedim.”

Şaibeli bir dönemin sanıkları da şahitleri da teker teker terk-i dünya edip Mahkeme-i Kübra’nın yolunu tutuyor. Generaller de başbakanlar da hayatın en muhkem kanunu olan ölüme boyun eğmekten kurtulamıyor. Mesut Yılmaz da geçtiğimiz günlerde amansız hastalığına yenik düştü ve dünyasını değiştirdi. Sırlarıyla beraber.

Mesut Yılmaz da geçtiğimiz günlerde amansız hastalığına yenik düştü ve dünyasını değiştirdi. Sırlarıyla beraber.
Mesut Yılmaz da geçtiğimiz günlerde amansız hastalığına yenik düştü ve dünyasını değiştirdi. Sırlarıyla beraber.

Uğursuz bir darbenin aktörlerinden biri olarak onun gerçek rolünü ve misyonunu anlamak, ölünün arkasından konuşmak yaftasını hak eden bir tutum değil. Biz burada sadece 90’lardaki tercihlerine bakarak bir hükme varmaya çalışacağız.

28 Şubat’a giden yolun kilometre taşlarından biri hiç şüphesiz 1993’teki Sivas komplosuydu. Komplocular, onlarca insanın ölümünü tertiplemiş, iştahla seyretmişlerdi. Ana güzergâhına baktığımızda Mesut Yılmaz’ın laik duyarlılığa ve dönemin havasına uygun olarak “diri diri yakılan canlar” söyleminin yanında durması beklenirdi ama hiç de böyle davranmamıştı. “Bu işi bu kadar abartmayın. Bu ülkede bir futbol maçında bile bu kadar çok insan ölüyor” demişti.

Bu kırılma noktasının üstünden sadece birkaç yıl geçmişti ki Yılmaz, safını darbecilerden yana seçti. Sıra neferi olarak da değil, ateşli bir öncü olarak. 1997’de o meşum şubat günlerinde ordu ve bürokrasi Erbakan-Çiller hükümetini yıkmak için var gücüyle yüklenirken, Yılmaz da elinden geleni ardına koymadı. “İrticayla mücadelede eylem planı” başarılı olmuş, “mürteci” iktidar ortağı yıldırılarak hükümet çökertilmişti.

8 Yıllık kesintisiz bir hediye

Demirel, yeni hükümet kurma görevini teamül gereği Çiller’e vermesi gerekirken, meclis aritmetiği itibarıyla bu işi yapması imkânsız olan Mesut Yılmaz’a vermeyi tercih etti. “Takdir Cumhurbaşkanı'nın diyor anayasa. Yani benim takdirim” diyerek. Şimdi sıra Demirel’in kendi partisi DYP’den vekilleri istifa ettirerek Yılmaz’ın meclisteki destekçileri hâline getirmekti ki, cunta dört bir koldan bu iş için çalışıyordu.

Demirel, yeni hükümet kurma görevini teamül gereği Çiller’e vermesi gerekirken, meclis aritmetiği itibarıyla bu işi yapması imkânsız olan Mesut Yılmaz’a vermeyi tercih etti.
Demirel, yeni hükümet kurma görevini teamül gereği Çiller’e vermesi gerekirken, meclis aritmetiği itibarıyla bu işi yapması imkânsız olan Mesut Yılmaz’a vermeyi tercih etti.

Darbenin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’ya ait bir ses kaydı yıllar sonra medyaya sızdığında perde arkasında olan bitenler itiraf edilmiş oluyordu. “Mesut Bey'e, ‘size altın tepside bir iktidar teslim ediyoruz. Bunu iyi değerlendirin’ dedim.”

“Genelkurmay Harekât Başkanlığı Psikolojik Harekât Dairesi Faaliyetleri” başlıklı bir belgede ise şöyle deniyordu: “Söz konusu dairemiz, Doğru Yol Partili milletvekillerinin partilerinden istifa etmesinin sağlanması ve Refah-Yol hükümetinin düşürülmesini sağladı. Bu konuda milletvekillerine ‘Paşamızın selamı var, mümkünse istifanızı istiyorlar’ demek yeterliydi.”

Yılmaz süreç boyunca üstüne düşen her şeyi yaptı. Fakat darbeciler için mi, kendisi için mi çalıştı, orası muamma. Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmalarda Refah Partisi’ni tahrik ve tahkir için elinden geleni yaptı. Bu, onun yapabildiği en seri konuşmalardı ve o tipik duraklamalar, uzun “ııı”lar olmaksızın.

Demirel’in kendi partisi DYP’den vekilleri istifa ettirerek Yılmaz’ın meclisteki destekçileri hâline getirmekti ki, cunta dört bir koldan bu iş için çalışıyordu.
Demirel’in kendi partisi DYP’den vekilleri istifa ettirerek Yılmaz’ın meclisteki destekçileri hâline getirmekti ki, cunta dört bir koldan bu iş için çalışıyordu.

Yalan ve çarpıtmalarla ipleri germek ve darbeyi derinleştirmek özel bir karakter gerektiriyordu. Mağdurlara “Yarasa” demenin özel bir kin gerektirmesi gibi. “Siyasî hayatıma mâl olsa bile Kur’an Kurslarını ve imam-hatipleri kapatacağım” demek de öyle.

Nitekim 8 yıllık kesintisiz eğitim kanunu Ağustos’ta 242'ye karşı 277 oyla geçtiğinde Hacı Bektaş-ı Veli şenliklerine koşup “8 yıllık kesintisiz eğitimi size hediye getirdim” demesi bir oy avcılığından öte kirli bir yardakçılığı yansıtıyordu.

Şahit olmaktan hicap duydum

Olabilir, insanlar hata yapar, sonradan pişmanlık duyup özeleştiri de yapar; ama hayır, Yılmaz hiçbir zaman vicdan muhasebesine yönelmedi.

Dönemin karanlıkta kalan yanlarını aydınlatmak şurada dursun daha da karartmak için çaba sarf etti. “Refah-Yol hükümeti dik durabilseydi, asker daha ileriye gidemezdi” şeklindeki 2011’deki sözleri mesela.

Dik durmaktan, kendisi gibi esas duruşta durmayı mı anlıyordu acaba?

  • 2016’da 28 Şubat Davası kapsamında şahit olarak dinlendiğinde ise tezviratına devam etti: “Daha önceki olaylar hakkında ancak dışarıdan bilgi sahibiyim. Ama benim dönemimde, benim üzerimde şu veya bu yönde herhangi bir baskı söz konusu değildi.”

Erbakan’ın talihsiz “Kanlı mı, kansız mı?” konuşmasını çarpıtmaya devam ederek “Bence burada yargılanması gereken işte bu anlayıştır. Ordunun rahatsızlığını ortaya koyması normaldir” dedi. Çıkışta ise “Böyle bir davada tanık olmaktan hicap duydum. Düzmece belgelerle, devlete hizmet eden komutanların rahatsız edilmesi devlet adına ayıptır” demekten geri kalmadı.

Boşa Berna

Peyderpey açığa çıkan bazı detaylarda gerek Yılmaz’a gerekse de sürece ilişkin ilginçliklere rastlamak mümkün. Sözgelimi işadamı Hasan Kalyoncu ANAP’lı Abdülkadir Aksu’nun evinde Yılmaz’ı Erbakan’la iki kez buluşturarak koalisyon kurmalarını sağlamaya çalışmıştı. “Bu mutlu işi yapın, sorun çıkarsa ben devreye girer, Hoca’yı ikna ederim” diyerek.

İlk görüşme olumlu geçmiş, Erbakan umutlanmış, kurmaylar protokol hazırlığı için çalışma kararı almıştı. Komisyon çalışıyor, ihtilaf konularını başkanlara taşıyordu. Eğitim bu konuların başında geliyordu. Yılmaz, “Bu talepler Türkiye’de bazı çevreleri rahatsız eder, iyi düşündünüz mü?” diye sorduğunda Erbakan “Eğer askerleri kast ediyorsanız askerler bizi tutuyor” demişti.

Yılmaz’ın şaşkınlığını artıran cümleler şöyle devam ediyordu: “Melih Gökçek’in apartmanında oturan bir albay var; onun vasıtasıyla askerleri takip ediyoruz, kontrol ediyoruz. Onlar bizi çok seviyor, destekliyor…”

İkinci buluşmaya giderken Berna Yılmaz’ın eşini tehdit edişi de ilginçti. “Mesut, bu koalisyon olursa ben boşanırım.” Mesut Yılmaz bir şey demeden evden çıktı. Çıktı ve haberi Ertuğrul Özkök’e uçurdu; bunun üzerine DYP’li bir grup kadın evin önüne gelerek “Boşa Berna!” diye pankart açtı.

Doğrusu bu tiyatrolar gereksizdi; Mesut Yılmaz yıllar sonra şöyle diyecekti: “Bunlar beni etkileyemezdi ki; çünkü ben zaten daha başından bu koalisyonun kurulmayacağını biliyordum.”

Tam da o günlerde konutundaki sekreter, “Efendim Kemal Sunal arıyor” demişti. Hiç tanışmadıkları Kemal Sunal adına arkadaşları şaka mı yapıyordu acaba? Hayır, telefondaki ses gayet ciddi ve endişeliydi: “… Rica ediyorum, Refah’la koalisyon yapmayın.” Yılmaz ise endişeli komedyeni rahatlatmak için “Merak etmeyin, herhalde olmayacak zaten Kemal Bey” diyecekti.

Sessiz sinema

Yılmaz, 28 Şubat’ta bir emir eri gibi davransa da koltuğu kaptıktan sonra gerçek iktidar sahipleriyle karşı karşıya gelmekten sakınamadı. Darbenin koçbaşı Batı Çalışma Grubu’nun lağvedilmesi için Karadayı’yla konuştuğunu gene yıllar sonra verdiği bir mülâkatta söyleyecekti.

“…ülkenin güvenliğinden sorumlu olan silahlı kuvvetlerin asli görevi olmayan bir konuda bu kadar işin içine girmesinin yanlış olduğunu, bunun devlet içinde bir duplikasyona neden olduğunu anlattım.”

Belki de bundan ötürü NTV’de katıldığı bir program esnasında binanın tepesinde bir askerî helikopter şüpheli biçimde tur atmıştı. Çünkü darbecilerin nazarında darbe yarım kalmıştı, daha da ileri gidilmeliydi. Yılmaz ise umduğuna kavuşmuş, durumu idareden yanaydı. Asker, Yılmaz’ın performansından memnun değildi. 27 Mart 1998’de MGK toplantısı bu yüzden yeni bir 28 Şubat toplantısı havasında geçti.

  • O günlerdeki Tiflis ziyaretinde “Bazı askerler irtica tehdidini görev sürelerinin uzatılması noktasında kullanıyorlar” ifadesini kullanması iplerin ne kadar gerildiğini göstermeye yetiyordu.

Başı en çok Çevik Bir’le beladaydı ve gazeteci Mehmet Ali Birand bunu sessiz sinema yöntemiyle sorduğunda cevabı da aynı el işaretleriyle alıyordu. Gazeteci Yalçın Doğan kitabında şöyle yazacaktı: “Askeri apolet ve dört yıldız işareti yapınca biz “Orgeneral Çevik Bir mi?” diyoruz, başıyla onaylıyordu. “Yukarılara mı gitmek istiyor?” diye sorunca “Evet” anlamında başını sallıyordu.”

Ertesi gün Genelkurmay hepsine zılgıt çekecekti tabi. Gazetecileri komuta kademesine “nifak sokmak”la suçlayacak, “Basın görevini onuruyla yapamadıkları için askeri tesislere girmelerine, demeç verilmesine yasak getirilmiştir” denecekti.

  • Zılgıtların aslan payı elbette ki Yılmaz’aydı ama Yılmaz grup toplantısında “siyasî hayatının en sert konuşması”nı yaparak karşılık verdi. “27 Mart, 28 Şubat olmaz, asker kendi işine baksın, dayatma yapılacaksa ben yaparım. İrticayla mücadele askerin değil, hükümetin görevidir.”

Konuşma ertesi günün gazetelerinde “Ordu kışlasına dönsün” şeklinde çıkınca TSK muhtıra kıvamında bir bildiri yayımladı. “TSK Anayasa ve yasaların kendisine verdiği görevlerin bundan önce olduğu gibi bundan sonra da eksiksiz olarak yerine getirmeye devam edecektir. Bu hususta kesin kararlıdır. Bunu yaparken de hiçbir kimsenin bu görevini hatırlatmasına ihtiyacı yoktur.”

Teessüflerini bildiren telefonlar

Bu kamplaşmanın en doğru okuması tam olarak nasıldır? Amerikan ekolüyle Alman ekolünün kapıştığını düşünmek için elde yeterince veri mevcut. Klik ve ekiplerin çıkar uyuşmazlıkları da diğer bir etken. Her halükârda husumet şeditti ve askerî cenah Yılmaz’dan öç almak için feci planlar yapmaktaydı. 1999’da Öcalan’ın ifadelerinin arasına Yılmaz aleyhine bazı iftiralar serpiştirmek gibi.

  • Öcalan, kendisine yönelik tertiplenen suikastı Mesut Yılmaz’ın haber verdiğini ve bu sayede kurtulduğunu söyleyecek ve Yılmaz’ın siyasî hayatı bitecekti. Şemdin Sakık’a bazı gazeteciler aleyhine ifade verdiren güçler için ahlâkî bakımdan da teknik bakımdan da bir mânia yoktu. Neyse ki, bir savcı araya girdi ve komployu engelledi.

Bu hıncın sebeplerinden biri belki de Yılmaz’ın Merve Kavakçı linçine karışmamasıydı. Bu pasifliği sebebiyle eski dostlarından “teessüflerini bildiren telefonlar” almıştı. Hâlbuki eseflik bir durum yoktu; Yılmaz 28 Şubat’ta ikbali uğruna kavgaya katılmıştı; şimdiyse derlenecek bir semere ortalıkta gözükmüyordu. Mavi Akım’dan, Türkbank’tan, Karadeniz Sahil Yolu’ndan küpünü doldurmuştu.

Allah (c.c.) merhametiyle değil, adâletiyle muamele eylesin!