Zulümler ve baskıların gölgesinde: Bir Osmanlı seyyahının Doğu Türkistan izlenimleri
İçimizde kanayan bir yara haline gelen Doğu Türkistan’da yaşayan Müslümanların başına gelenler, bir asırdan fazladır Asya’nın göbeğinde, tüm insanlığın gözü önünde sürüyor. 1906-1907 yıllarında bölgede bulunan Seyyah Süleyman Şükrü’nün anlattıkları, Doğu Türkistan’ın kültür havzamızın nadide bir parçası olduğunu açık bir şekilde belgeliyor.
Karçınzadeler Ailesi’nin bir ferdi olarak 1866 yılında Isparta’nın Eğirdir ilçesinde doğan Süleyman Şükrü, babası Hüseyin Efendi’den eğitim alarak 15 yaşında hafızlığını tamamlamıştır. 17 yaşında Eğirdir’de bazı görevlerde yer alan seyyah, İstanbul’a giderek bir memuriyet talebinde bulunur ve imtihanlar neticesinde, Adana’nın Pozantı ilçesinde Posta ve Telgraf Nezareti’nde memurluğa başlar. İki yıllık görev süresinin sonunda bu kez Tokat’ın Niksar ilçesine tayin edilir. Buradan sonra ise önce İran hududunda bulunan Revandiz’e, sonra da Zaho’ya atanır. Arnavutluk’taki Dıraç şehrinde kısa bir süre görev yaptıktan sonra önce Karesi’ye, ardından Suriye yakınlarında bulunan Deyrizor’a gönderilir. İçinde giderek büyüyen seyyahlık tutkusuna daha fazla karşı koyamaz ve istifa edip yollara düşer.
Fırat Nehri’ni yüzerek geçtiğini belirten Seyyah, Bedevilerden tedarik ettiği bir at ile çöller ve nehirler geçerek hayallerindeki hayata başlar. Önce Tahran taraflarına, sonra da Musul’a yönelir. Bundan sonra bin bir türlü maceralarla yıllarca vatanına hasret kalacak olan Süleyman Şükrü, kimi zaman dağlar, bayırlar aşıp kiraladığı atlar ile yol alır, kimi yerlerde ise tren seyahatlerini tercih eder. Bazen de atının acizliğine uğrar ve günlerce yürümek durumunda kalır. Örneğin Hindistan’da yaşadığı rahatsızlıktan dolayı seyahatine ara vererek ramazanı Mumbai’de geçirir.
Dünyanın birçok şehrini karşı karış gezen Seyyah, ziyaret ettiği coğrafyalarda Müslümanların durumlarıyla alakadar olmayı ihmal etmez. Müslümanların Kuzey Afrika’da Fransızlarla, Güneydoğu Asya’da Felemenkler ve İngilizlerle, Orta Asya’da Ruslarla, Uzak Doğu’da Çinlilerle ilişkilerini dile getirir. Hindistan ve Seylan'dan sonra Singapur'a uğrayarak Çin'e geçen Süleyman Şükrü, bu topraklarda yaşayan Müslümanların Osmanlı’ya besledikleri muhabbet ve sevgisinin yanında yaşadıkları zulümleri ve baskıları da gözlemleyerek kaydeder.
Çin’deki ilk durağı olan Hong Kong’a 19 Mart 1906 tarihinde gelen Seyyah, burada bir hafta kalır ve ardından vapurla yaptığı üç günlük yolculuk sonrası Şanghay’a ulaşır. Burada 3 bin 700 Müslüman’ın yaşadığını belirten Seyyah, çoğu kez Çinli Müslümanlar tarafından evlere misafirliğe davet edildiğini söyler. Bir hafta Şanghay’da kalan Seyyah, buradan vapurla hareket eder ve beş gün sonra “Tin-i Çin” dediği bugünkü Tianjin’e ulaşır. Buraya gelişinden altı gün sonra cuma namazını eda için Müslümanların bulunduğu bir mahalleye gider. Namaz sonrası Pencaplı iki zat, onu davet ederek hanelerinde misafir ederler. Büyük izzetüikramın ardından birlikte çay içerler. Yemek sırasında yanlarına gelen han sahibi Ebubekir Efendi de evindeki akşam yemeğinde misafir etmeden onu bırakmaz.
Çin’in içlerine ve Doğu Türkistan’a doğru gitmek için pasaport işlemleri uzun süren Seyyah, Tianjin’de 18 gün kalır. Trenle yola çıkar, aynı gün Pekin’e ulaşır ulaşmasına ama onu derin bir vatan özlemi sarar. Pekin’e vardığında gözyaşlarını tutamayan Seyyah, “Dünyada vatandan aziz, vatandaştan muhterem bir şey bulamadım. İnsan ancak vatanında mesut, vatandaşıyla iftihar eder vesselam,” diyerek vatan ve millet sevgisinin ne kadar değerli olduğuna dikkat çeker.
Pekin’in 25 bin nüfuslu, 32 mescitli ve 20 mektepli bir şehir olduğunu söyleyen Seyyah, Cuma namazını Niujie Camii’nde kıldıktan sonra, buranın ileri gelen Müslüman ahalisiyle sohbet eder ve etrafı gezer. Bu temaşasında, Pekin’in sokaklarının hayvan leşleri ile dolu olduğundan ve temiz olmamasından dem vurur. Burada sohbette bulunduğu bir Brahman’ın Çinli Müslümanlar için “Hui Hui” dediklerini aktaran Seyyah, bunu da Allah’ın “Hû” ismiyle zikir yaptıkları için böyle bir yakıştırmada bulunduklarını söyler.
Pekin’de bulunduğu günlerde Çin Seddi’ne de uğrayan Seyyah, burayı hayretle seyrettikten sonra iç kale civarındaki büyük meydanda Müslümanların bir araya geldiği bir çayhaneye uğrar. Buraya girişini gören Çinli Müslümanlar, meydanın etrafındaki dükkânlarından kalkıp akın akın gelmeye ve “bereket, bereket” diye onunla tokalaşıp, hatta sarılıp yanına otururlar. Bir taraftan çay ve yemek gibi ikramlarda bulunurlar. İçlerinden hac farizasını eda için Mekke-i Mükerreme’ye gidenler de pek çoktur. Seyyah, “Orada geçirdikleri mesut demleri hatırlatan Osmanlı kıyafetini üzerimde görmeleriyle derince bir ‘ah!’ çeken bu din kardeşlerimizin gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı,”diyerek anavatandan uzaktaki Müslümanların Osmanlı’ya olan hasret ve özlemini de dile getirir.
Seyyah Süleyman Şükrü, Pekin’de bir hafta kaldıktan sonra Sarı Irmak adıyla bilinen Huango’dan bindiği gemiyle 17 günde Ningşia’ya gelir. Puta-Ningşia arasındaki şehirlerde toplam 740 Müslüman yaşadığını söyleyen Seyyah, buradan hareket ederek 19 Ağustos’ta Lanzhou şehrine ulaşır. Burada çevresini saran Çinli Müslümanlar, “Dillerini bilmediğin Karahıtay ve Kalmuk içlerinde korkmayarak, bunca yerleri yalnız başına dolaşıp buraya kadar nasıl geldin?” diyerek Seyyah’ı gözü pekliğinden dolayı tebrik ederler. Ahali onun onuruna at keser. Ancak Osmanlı Türklerinin at eti yemediklerini hatırlayıp, ayrıca bir de koyun keserek etinden ona ikram ederler.
Lanzhou’da beş gün kaldıktan sonra, 210 bin civarında Müslüman’ın yaşadığını belirttiği Hezhou şehrine gelir. Birkaç gün sonra tekrar Lanzhou’ya döner ve bu kadar yol gitmesinden dolayı bitap düşerek hastalanır. Turfanlı bir Müslüman hekim tarafından kendisine Çin tıbbıyla tedavi uygulanarak iyileşir. Yine yerinde duramayan Seyyah, 19 günlük yolculuğunun ardından bu kez Çakubi Ovası’na gelir ve bu havalide yaşanan katliamdan da bahseder. Sakinlerinin büyük çoğunluğu Müslüman olan Kulangşa ile Lang Co arasındaki kasaba ve köylerin harabeye döndüğünü ifade ederek, dokuz sene önce burada katliam yapıldığını anlatır. Lang Co şehrindeki bir caminin Çin hükümeti tarafından yaktırıldığına dikkat çeken Seyyah, Çin’in bu zulümlerini, “Dört bin hane Müslüman’ı çoluk çocuğuyla kılıçtan geçiren eşek kafalı imansız. Çin hükümetinin yaktırdığı köyler, şimdilerde küller ve kömürler içinde ıssız ve şenliksizdir,” sözleriyle yaşanan bu mezalimi özetler.
Kumul şehrine varıncaya kadar Çin'deki birçok köy ve kasabada zulümlerin yaşandığına dikkat çeken Seyyah çarpıcı bir örnek verir. Yümünşen diye telaffuz ettiği küçük bir kasabada, 30 sene önce bir hayli Müslüman’ın yaşadığını belirten Seyyah, Çin hükümetinin acımasız işkenceleri neticesinde yörede bir tek Müslüman’ın bile kalmadığını mahzun bir şekilde ifade eder.
Yolculuğuna devam eden Seyyah, 26 Ekim 1906’da çok eski bir Müslüman beldesi olan, iki kasabalı Kumul şehrine ulaşır. 6 bin Müslüman nüfustan ibaret bu beldede ramazan dolayısıyla kaldıktan sonra, 2 Aralık 1906 Pazar günü kiraladığı arabayla Piçan'a geçer. Burada her yer, kara çakıl kaplı olduğu için yangın yeri gibi simsiyah görünür. 30 sene önce Kalmuk kavminden bir kabile, burada cebren iskân edilmiştir. Bunlar göçebe bir kabile olduklarından ve evlerde ikamet edemediklerinden, bir gece çadırlarını ve eşyalarını develere yükledikleri gibi sahraya savuşmuşlardır.
Süleyman Şükrü, 200’ü Müslüman haneli Piçan’da 24 saat kalıp öğleden sonra arabaya binerek hareket eder ve gece yarısı Loncin'e ulaşır. Bu kasabada da bir gece kalıp Tuyuk'a geçer. Burada beş cami ile bir medrese bulunduğunu, 500 küsur hanenin ise Müslüman olduğunu söyler. Bu havalideki ziyaretini tamamlar ve bir araba kiralayarak Karahoca üzerinden Turfan'a geçer. Burada 40 gün istirahat eder ve 17 Ocak 1907’de, yine arabayla üç günde Urumçi’ye varır.
Doğu Türkistan’ın kalbi niteliğinde olan Urumçi’de geçtiğimiz senelerde yaşanan zulümlerin benzerleri, asırlar öncesinde de cereyan etmiştir. Bunları bu seyahatinde gözlemleyen Süleyman Şükrü, Rusların yaptığı mezalimi de notlarına kaydeder. Urumçi’nin 30 yıl önce küçük bir kasaba olduğunu söyleyen Seyyah, Licu isminde bir Çinliden buraya “yeni vilayet” anlamına gelen Sincan Sin adının verildiğini öğrenir. 25 İslam medresesinin bulunduğu şehirde yaklaşık 7 bin Müslüman yaşamaktadır. Konsolosluğun bulunduğu mahal, Yeni Cay tabir edilmektedir. Rusların Doğru Türkistan’da yaptığı zulümlerden birini dile getiren Seyyah, burada bulunan mescide Rus konsolosunun geldiğini ve “minberde Çar'ın ismini zikredeceksiniz. Sultan'ın adını zinhar getirmeyeceksiniz yoksa Sibirya’ya sürgün cezasını görürsünüz,” diye tehditlerde bulunduğunu ifade eder. Japonlarla girdikleri mücadelede Rusların belasını bulduğunu, bu nedenle de artık mescitlere gelip tehditler savuracak dermanlarının kalmadığını da notlarına ekler.
Rusların Doğu Türkistan’daki diğer zulümlerine de değinen Seyyah, yine o tarihte Çin hududunda Müslüman Kazaklara, “Üç aya kadar Hristiyanlığı kabul etmezseniz katledileceksiniz,” sözünün St. Petersburg’dan resmen tebliğ edildiğini söyler. İngilizlerin oyunuyla Rusların Japonlarla olan savaşını dile getiren Seyyah, Batı’nın Müslümanlara yaptıkları düşmanlıkların kendilerinde onulmaz yaralar açtığına dikkat çeker ve “İslam’a düşmanlık edenin düşmanı Allah'tır,” der.
Kış şartlarının şiddetini artırması nedeniyle Sibirya'dan geçmek mümkün olmadığından ilkbahara kadar Urumçi’de kalan Seyyah, bölgenin eşrafından değerli zatlarla yaptığı sohbetlerle vakit geçirip, Müslümanların yaşadığı acılardan dolayı sıkıntısının geçmediğini belirtir. 3 Mayıs 1907’de Urumçi’den hareketle Gök Duma’ya geçen Seyyah, burada kalmaz ve bir posta arabasına binerek altı günde Semey'e varır. Burada dört gün dinlendikten sonra İrtiş Nehri’nde işleyen bir vapurla Omsk'a, oradan da trenle Bahçesaray'a gelir. Burada seyahatnamesi için aradığı yazıları ve matbaayı bulamadığından Akmescid’e geçer. Hayalini kurduğu seyahatnamenin peşinde Mısır'dan Kırım’a kadar uzanan Seyyah, nihayet “Seyahatü’l-Kübra” adını verdiği kitabını bastırır. Eserinde gençler için çokça ibretlik hadiseler vardır.