Zamanda yolculuk ve kekin üç hali
Sizlerden bir isteğim var. Gözlerinizi kapatın ve hayal edin ya da okumaya devam edin ve okurken hayal etmeye çalışın. Zamanda yolculuğa hazırlasanız, başlayalım.
Yıl 1326
Orta Çağ’da olduğunuzu düşleyin. Hatta biraz daha spesifikleştirelim: Bursa’nın fethedildiği yılda, Bursa’nın köylerinden birindesiniz. Bursa’nın ünlü fırınlarından bir tanesinde çalışıyorsunuz. O gün kek yapılacak. Hadi adım adım bir kekin nasıl yapılacağını hayal edelim. Değirmenden unu, pazardan şekeri, sütü, yumurtayı aldınız geldiniz. Maalesef hepsini taşımak zorundasınız ya da yanınıza bir at veya eşek verelim.
Yolda gelirken başınıza bir şey gelmediğini varsayalım ki gelme ihtimali çok yüksek. Bursa yeni fethedilmiş ve 1326’dayız. Alınan malzemelerin hepsini itinayla, oranlara dikkat ederek kol gücüyle karıştırıyor ve karışımı hazırlıyorsunuz. Fırını ayarlamanız lazım. Sıcaklık ve süre önemli. Herhangi bir alet sizin için bunları hesaplamayacak ve ayarlamayacak, haberiniz olsun. Hepsi manuel. Sorunsuz bir yapım süreci geçirdiniz ve “aferin size!” kek yaptınız. Yalnız keki yapmanız yaklaşık beş saatten fazla sürenizi aldı ve epey yoruldunuz. Keki yaptınız yapmasına ama bunu nasıl satacaksınız?
Aldınız elinize sepeti, dükkânda usta duruyor siz de çıktınız pazara, sokaklara; kek satıyorsunuz. Allah bereket versin, elinizde bir şey kalmadı. İkindi sonrası gibi gittiniz dükkâna ve parayı teslim ettiniz ustaya. Yalnız iş bitmedi. Bunun bir de temizliği var. O harcı hazırladığınız kazan olduğu gibi duruyor, usta mı temizleyecek onu? Tabii ki de hayır. Peki nasıl temizleyeceksiniz? Önce kuyuya gidip suyu çekmeniz lazım, sonra o suyu sırtınızda taşıyıp dükkâna getirmeniz lazım. Tamam, tamam yanınızda atınız var, ona yüklediniz. Sonra ihtiyaç icabında o suyu ısıtacaksınız ve temizliğe başlayacaksınız. Neyse ki gün bitti, e yoruldunuz malum. En son yevmiyenizi alıyorsunuz ve eve dönüyorsunuz. Yatağa yorgunlukla kendinizi attığınızda, size şunu sormak istiyorum: “Gün boyunca ne yaptınız?” Siz bunu düşünürken, gelin günümüze dönelim.
Bugün
Hadi gelin bir kek yapalım. Amaan bugün de tembellik üzerinizde… Siz yataktayken, elinizde telefon, malzemeleri sipariş veriyorsunuz. Malzemeler kapıya gelmese belki kalkmayacaksınız. Aldınız malzemeleri ve robottur, blender’dir derken şöyle hızlısından bir harç hazırladınız. O sırada tabii ki fırın ısınıyordu. Verdiniz fırına ve tak… Kekiniz hazır. Kek yapmanız maksimum bir saatinizi aldı, tembellik etme seviyenize bağlı olarak tabii. Bulaşık da mesele mi? At makineye yıkansın. Kuyuya gidip su mu çekeceksin bir de?
Gelecek
“Kahvaltıda kek mi olur be abi?” diye tepki vermeden önce, zaman yolculuğumuzu bağlayayım isterseniz. Bu kez sadece gözlerinizi kırptığınızı hayal edelim. Tak diye başka bir yerdesiniz. Yani gelecektesiniz. Kekle geldik, kekle gidelim. Yine kek yapmak istiyorsunuz. Mutfağa giriyor ve robotunuza sesleniyorsunuz. “Hey aşçı, bana kek yapar mısın?” “Kek talebi alınmıştır. Kekiniz 15 dakika sonra hazır olacaktır.”
Siz ne yapacaksınız peki? Kahve falan da yaptırın, sonuçta robotunuz ağzınızdan çıkanlara bakıyor. Sahi bulaşıklar ne olacak? Ona seslenin yine, “Sana zahmet yıkayıver şu bulaşıkları” diye. Bu yazıda olaylar kek üzerinden anlatıldı gördüğünüz gibi. Şimdi gelin bir analiz yapalım. Bu üç zamanın birbirinden farkı ne?
1- Emek
Harcanan emek ve iş gücü ciddi oranda farklı. 1326 yılında bütün malzemeleri biz aldık getirdik, kol gücümüzle dakikalarca harcı karıştırdık ve hep fırını takip ettik. Günümüzde ise kısmen bir elle işletme durumu vardı. Geleceğe baktığımızda ise bütün iş gücü sadece ağzımızdan çıkan birkaç komuta bakıyor.
2- Zaman
Zaman cidden farklı bir mesele. Zaman yolculuğunda kek yapımını saatlerden yaklaşık bir saate, oradan da dakikalara düşürdük ve neredeyse hiçbir efor sarf etmediğimiz bir duruma geldik.
3- Odak
Birtakım temel ihtiyaçlarımız, artık odağımızda olmaktan çıkıyor ve çıktı da. Aynı anda birçok işi yapıyormuşuz gibi yapıp odaksızlaşıyoruz. Efektifliğimiz ölüyor. “Tamam da bu gelişmeleri durdurmak elimizde değil ki?” diyebilirsiniz. Peki dünya nereye gidecek?
“Dune” evrenindeki gibi yapay zekâyı yok mu etmeliyiz? Veya teknolojik gelişmeleri durdurmalı mıyız? Hadi “durdurmalıyız” dedik, durdurabilir miyiz? Değişen çevre ve dünya standartlarını kendimize evirmeye çalışmaktansa biz şartlara adapte olmalıyız. Gelecekte bizi daha fazla dikkat dağıtıcı ve daha fazla yardım sağlayıcı teknolojiler, imkânlar bekliyor. Bilinçlenmeliyiz hem de en hızlısından. Farkında olmalıyız hem de her yönden. Neler yapabileceğimizin ne kadar çok imkânımızın olduğunun ve nelerin bize yarar, nelerin zarar sağlayacağının farkında olmalıyız.
Öte yandan keyif almayı da asla bırakmamalıyız. Yoksa hayat çile gibi gelir ve sıkar insanı. Yaptığımız işler azaldıkça rahatlayacağımızı düşünüyoruz ama yanılıyoruz. İnsan çalışmak zorunda olan bir varlıktır. Çalışmadıkça sıkılır, var olamaz. Çalışmak, insana kolaylık ve yeni imkânlar sağlar. Zaman, iş gücü ve odak konusunda avantajlar kazanıyoruz ama bunu yönetmeli ve doğru kullanmalıyız. Yoksa Lydia’nın içine düştüğü duruma benzer bir duruma düşebiliriz. “Hangi Lydia?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Ray Bradbury’nin “Resimli Adam” kitabından bir alıntı yaparak cevap vereyim. Bu bilim kurgu hikâyesinin kahramanları olan George ve Lydia çiftinin sohbetinden bir parça, yazımın savını güçlendirecek diye düşünüyorum.
Düşüncelere dalan George Hadley, oturup yemek masasının mekanik iç aksamının sıcak yemekleri hazırlamasını izledi.
“Ketçabı unutmuşuz,” dedi George.
“Affedersiniz,” dedi masanın içinden gelen cılız bir ses ve ketçap ortaya çıkıvermişti bile.
“Bilmiyorum, bilmiyorum,” dedi Lydia. Onu rahatlatmak için hemen sallanmaya başlayan sandalyeye oturmuş, burnunu siliyordu. “Belki yapacak yeterince işim yok. Belki de çok düşünecek kadar zamanım var. Tüm evi birkaç günlüğüne kapatıp tatile çıksak ya?”
“Bana yumurta kırmak istediğini mi söylüyorsun?”
Lydia başını sallayarak onayladı.
“Ve çoraplarımı yamamak mı istiyorsun?”
Hızlıca, ıslanmış gözlerle başını bir kez daha sallayarak onayladı Lydia.
“Ve evi süpürmeyi?”
“Evet, evet, ah, evet!”
“Ama bu evi bu yüzden aldık sanıyordum, hiçbir şey yapmak zorunda kalmamak için.”
“Mesele de bu. Buraya ait değilmişim gibi hissediyorum. Ev; eş, anne ve şimdi de bakıcı oldu.”