Türk kültüründe tevazu
Kime karşı kendinizi küçük görüyorsunuz? Yani tevazu bahis mevzu olunca mutlaka mantık olarak bir "öteki" lazım size.
Tevazu lügatte veya sözlükte “alçak gönüllülük” olarak geçiyor. “Bireyin kendisini küçük görmesi, büyük görmekten ve büyüklenmekten kaçınması,” deniyor. Ben bunun üzerine biraz düşündüm. Tevazu için insanın kendini küçük görmesi deniyorsa ilk akla gelen soru şudur: Kime karşı kendinizi küçük görüyorsunuz? Yani tevazu bahis mevzu olunca mutlaka mantık olarak bir “öteki” lazım size. Bu öteki, sizin tevazunuz ile ilgili birisi olmalı. Doğa âlemi olmaz. Hayvanlar olmaz. Çünkü onlar sizin tevazunuzu anlamazlar. O halde sizin tevazunuzu anlayacak tek varlık insandır. Tevazu söz konusu olduğunda, insanın mutlaka bir ötekine muhtaç olduğu ifade ediliyor. Yani tevazu, öteki üzerinden gelişen bir duygudur. “Öteki” tabiri çok önemli bu çağda… Özellikle Türkiye’nin yaşadığı şu son süreçte… Ben ve öteki, ben ve biz, biz ve ötekiler. Malumunuz, modernitenin “öteki” kavramı üzerine kurulduğunu biliyoruz.
Ben iyi veya kötü, kendime göre ciddi bir ömür yaşadım. Kendi kendimi kimlik açısından sorguladım. Bu bana göre uzun ve yorucu bir serüvendi. Ben kendimi, mensup olduğum kitleyi, yani Türkiye’yi şöyle görüyorum: İslam medeniyetinin Osmanlı yorumu. Benim çıkardığım sonuç bu. Bu hem coğrafyayı kapsıyor hem tarihi kapsıyor hem modern zamanları hem de postmodern zamanları kapsıyor. Biz hâlâ İslam medeniyetinin Osmanlı yorumuyla hayatımıza devam ediyoruz. Denizin üzerindeki dalgalar, biçimler önemli değil. Şunu giydik, bunu çıkardık, bunu örtmedik; bu önemli değil. Dip dalgasında, dipteki büyük kumsalda, biz hâlâ temel değerler itibarıyla İslam medeniyetinin Osmanlı yorumunu yaşıyoruz. Ne olduğunu ana hatlarıyla tespit edebiliyorum. Ama detayları bilemiyorum. Çünkü literatür fevkalade eksik ama bu bir kimlik meselesi.
Ben konuşurken yan sokaklara saparım. Bu anlattığım, sadece Türkiye’de yaşayan ve kendini Müslüman diye tanımlayan kesimin deneyimlerinden çıkmıyor. Benim çok farklı kesimlerden dostlarım oldu. Üniversitelerde özellikle seküler, Marksist, Batıcı vs. biraz dip dalgasını şöyle kazıdığınız zaman, yani onlarla ideolojik bir sohbet değil de insan sohbeti yaptığınız zaman bu hemen çıkıyor ortaya. Arada büyük bir fark yok, fark sadece deniz üzerindeki renklerde, dalgalarda, birikintilerde. Dip aynı… Zaten o sayede biz aynı hayata devam ediyoruz.
Bir de tevazunun şöyle bir özelliği var: Ötekiden kastettiğimiz, diğer insanın sizin tevazunuzu fark etmesi gerekmiyor. Tevazunun çok önemli bir özelliği bu. Siz tevazuyu ifade eden bir hareket yaparsınız ama ötekinin bunu algılaması gerekmez. Sizin mütevazı davranışınız, sizi ruhen tatmin eder. Benim tespit edebildiğim bu. Tevazu gösteren, bazen tevazu gösterdiğinin bilinmesini ister. Ama çoğu kez bilinmemesi tercih edilir. Çünkü biz de malumunuz bir söz vardır: “İyiliği yap denize at, balık bilmezse Halik bilir”.
Bu da enteresan… Tevazu, bizim varlığımızın çok önemli bir ögesi olan egoya ağır gelir. Ama ego, daima var olmak ister. Egoyu “nefs” diye de tercüme edebiliriz. Nefs veya benlik diyelim. Mütevazı davranmak egoya ağır gelir. Ego daima varlığını göstermek, kabul ettirmek ister. Yani siz bir insana varlığınızı ifade etmek isterseniz, mesela ses tonunuzla, kapıyı açma kapama jestinizle veya mütekebbir bakışlarınızla bunu hissettirebilirsiniz. Neticede karşınızdaki sizin bu egonuzun varlığını kabul etmezse ego tatmin olmaz. Bir manada, bakın tevazu kabul istemiyor. Ama tevazuya karşı çıkan veya tevazunun ağır geldiği ego hem var olmak ister hem de karşısındakinin kendisini kabul etmesini ister. Bu böyle bir özelliktir.
Tevazuyu anlamak için bir miktar zıddıyla da olaya bakmamız gerekiyor. Yani üstünlük taslamak, kendini kabul ettirmek... Bunun arkasında yatan motivasyon kibir olgusudur. Dolayısıyla terazinin bir kefesinde tevazu varsa bir kefesinde de kibir var. Kibir öyle bir duygu ki bu duygunun ifadesi de yine ötekine muhtaç. Bu öteki cansız doğa değil, hayvanlar değil, bitkiler değil; insan… Demek ki tevazu ve kibir, iki insan arasındaki ilişkide çok önemli rol oynuyor. Bu ilişkinin rengini ortaya koyuyor. İlişkinin türü hiç mühim değil. Her türlü ilişkide mütevazı da olunabilir, mütekebbir de olunabilir. Bu ilişkinin tarzıdır, üslubudur, rengidir. İlişkinin niteliği, size ait bir hadisedir. Sabah kalktığınızda eşinize, dostunuza “günaydın” derken ya da “bonjour” derken mütekebbir de olabilirsiniz, mütevazı da. Bir şey ikram ederken de bunlar olabilir. Bunların sonuçlarını zaten biraz sonra göreceğiz ama hemen şunu da söyleyeyim: Tevazu da ötekine muhtaç, kibir de ötekine muhtaç. Kibir, egonun ürünü olduğu için mutlaka karşı taraftan kabul görmesi lazım. Yani sizin egoya dayanan üstünlük taslamanızı karşısı kabul etmezse insanın nefsi tatmin olmaz.
Burada İslam medeniyetine ait küçük bir dipnot düşelim. İslam medeniyeti, ötekini şöyle tasvir ediyor: “Halifetullah” diyor. Yani “insanı, eşref-i mahlukat olarak ve Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak yarattık,” diyor. Dolayısıyla siz karşınızdakine tevazuyla davrandığınız zaman, yani kibir kanatlarını indirdiğiniz zaman, bir manada Cenab-ı Allah’a karşı da tevazuyla yaklaşmış olursunuz, alçak gönülle yaklaşmış olursunuz. Buna karşılık veya bunun zıddı olarak mütekebbir bir tarzda büyüklenerek yaklaştığınız zaman, onun yeryüzündeki halifesine de böyle yapmış olursunuz. Bir manada Allah’a karşı da böyle yapmış olursunuz.
Her konuşmada şunu ifade ediyorum: Bu anlattığım şeyleri, bilgi olarak öğrendim. Yani anlattığım şeyler inançla alakalı değil. Bugün Türkiye’de ve dünyada genel trend şu: İnanç ile bilgiyi birbirine karıştırıyor insanlar. Bunları, “İslam medeniyetinde insanın pozisyonu nedir?” diye birisi merak etse bir bilgi olarak fizik bilgisi gibi, kimya bilgisi gibi kaynakları açar ve okur, bu bilgiyi alır. Bu bilgiye inanması gerekmez. Ama İslam’da bu böyledir. Bunun değerlendirmesi ayrıdır. Bu çok net, çok rafine, çok nesnel bir bilgidir. Dolayısıyla bir elçiye, bir halifeye karşı gösterilen tevazu veya kibir, aynı zamanda İslam’a göre o elçinin sahibi olan makama karşı gösterilen tevazu veya kibir olarak algılanmaktadır. Modernitede tanrı insana karışmadığı için, malumunuz farklı tanrı anlayışları var; yok diyenler var, deist anlayış var vs. ama hümanizma ile beraber tanrı insana karışmıyor. İnsanı yarattı, “kaderini de kendi çizer,” dedi ve dünyaya bıraktı. Burada dolayısıyla insana karşı yapılan kibir ve tevazunun tanrısal bir boyutu yok. Ama İslam’da var. Bu farkı ortaya koymamız lazım.
Tevazu egoyu zayıflatır, siler, yumuşatır. İnsanın egosu köşelidir. Bunun neticesinde ikili ilişkilerde iki ego çarpışınca kıvılcım çıkar ama yumuşak egolar değince birbirine kıvılcım çıkmaz. Biraz esner, ayrılır, yumuşar. Dolayısıyla sert ilişkiler kaybolur. Toplum insanlardan oluşuyor. Bir insan günlük hayatında tek bir insanla karşılaşmıyor. Bu ikili ilişkiyi bir anda çoklu ilişkilerle düşünün, toplumda. Bütün ilişkiler mütevazı davranıldığı zaman yumuşar, güzelleşir, ısınır. Toplum enerji kaybetmez. “İnsan” dediğimiz varlıkta iki boyut vardır: Bunlardan biri ego, yani nefs; biri kalptir. Ego ortadan silindikçe, yumuşadıkça kalp güçlenmeye başlar. Kalbin işi, sadece sevgi ve muhabbettir. Egonun varlığı var olmak, yaşamak, sahip olmak, kendini göstermektir. İnsan egosuz olmaz. Mutlaka insana ego lazımdır. Kalbin görevi ise sevmek ve muhabbet etmektir. Dolayısıyla ego arkaya çekilince kalp güçlenmeye başlar. Tevazunun ürünü, sevgi ve muhabbet olarak ortaya çıkar.