Tarih, kazananlar ve hükmedenlerce yazılır
Yaradılışımız gereği kendimizi, varoluş biçimimizi ve hiç kuşkusuz bir özne olarak kendimizin dışındaki tün kâinatı, dünyayı hikâye ederek tanır, anlar ve anlatırız. Dolayısıyla tüm yeryüzü tecrübemiz iç içe geçmiş hikâyelerden örülüdür. Yine hiç kuşku yok ki her öznenin, yani insanların, toplumların, kurumların ve devletlerin kendini konumlandırdığı yere göre değişen, çeşitlenen bir anlatısı vardır.
Özellikle yazılı kültüre geçişle birlikte yerel ve bireysel anlatıların tarihselcilliğin kuşatıcı, öğütücü ve indirgemeci potasında eridiğini görürüz. Yazılı kültürle birlikte birbirinden bağımsız var olamaz hale gelen anlatılar birleşir, ortak ve küresel bir zaman çizgisi benimsenir. Sayısız referans noktası, kırılmalar ve oluşlar, bu çizgi üzerindeki yerlerini alırlar. Çoğu zaman, bugün geldiğimiz yerden dönüp geriye baktığımızda, birer “gerçek” olarak kabul edilen tüm detayların, olay ya da süreçlerin anlatıcının konumuna göre çeşitlenebileceği ya da gözlemci ve hatta tecrübe edenlerin deneyiminin bambaşka olabileceği gerçeğini gözden kaçırırız. Oysa diğer her şey gibi olup bitenler de yaklaştıkça yeni uzamlar, girinti ve çıkıntılar, duygu durumları ve varoluşsal bir çoksesliliği özünde saklamaya muktedirdir.
Öte yandan insanlar gibi devletlerin, hatta medeniyetlerin de çevrimlerinin olduğunu, zirve ve dipleri tecrübe ettiklerini, bir arada olmayı başardıkları ya da ayrı düştükleri dönemlerin olduğunu ve zaman zaman hâkim anlatıya yön verdiklerini inkâr edemeyiz. Doğal olarak tarih anlatılarının da hâkim kültürün söylemine göre şekillendiğini, hatta geriye doğru değişebildiğini söylemek mümkün. Geride bıraktığımız birkaç yüzyılın, -kaynak kodlarımızı, bizi biz yapan unsurları ne kadar muhafaza edebildiğimizden bağımsız- bizler için zorlayıcı olduğu bir gerçek. Öyle ya da böyle tarih anlatısındaki eksen kayması, biraz da yazılı kültür ve beraberinde getirdiği sayısız kırılmaya adapte olmada yaşadığımız güçlüklerin bir sonucu. Tıpkı hikâyelerin öznemizin şekillenmesine neden olması gibi, insanlık hikâyesinin her bir versiyonunun da hem bireysel hem de kolektif bilinç ve bilinç dışımızın değişmesine neden olması kaçınılmazdır. Sonrası yeniden yapılandırılması neredeyse imkânsız yargılar, bizleri biraz daha zayıf düşüren ön kabuller ve kuşkusuz kültürel, ekonomik ve belki de askerî bir hegemonya olarak karşımıza çıkar. Bu aşamada ister istemez Edward W. Said’in sözleri aklımıza gelecektir.
"Tarih, kazananlar ve hükmedenlerce yazılır.”
Filistinli bir baba ve Lübnanlı ve Filistinli bir annenin oğlu olarak 1935 yılında dünyaya gelen Said, kısmen varlıklı bir babanın oğlu olmasının, kısmen de Hristiyan bir ailenin üyesi olmasının bir sonucu olarak Batı’nın sözüm ona vadettiği “ayrıcalıklı” insan haklarına ve imkânlarından istifade etme ayrıcalığına sahipti. Ömrünün ilerleyen yıllarında, bilhassa Amerika’nın önde gelen üniversitelerinde akademisyenlik yapma fırsatı bulsa da özellikle çocukluk yıllarını geçirdiği Kudüs’ü ve şüphesiz Batılı bir Filistinli olmanın beraberinde getirdiği sorumluluğu asla unutmadı. Henüz ilk gençlik yıllarından itibaren seçkin okullarda Batı kültürünün tedrisatından geçmiş olsa da gerek Doğu’nun, yaşadığı coğrafyada resmedilme biçiminden gerekse Filistin’e ve halka layık görülen muameleden rahatsız olacak sağduyu ve içgörüye sahipti. Kuşkusuz oryantalizmin bir bütün olarak Doğu medeniyetini ortalama bir Batılıya nasıl anlattığını ilk elden tecrübe etmiş birisi olarak, tarihsel anlatının çarpıtılışına; çifte standart ve ayrımcılığın nasıl görünmez kılındığına güçlü bir itiraz getirmek istedi. Tarihin, muktedirlerin elinde oyuncak oluşuna kayıtsız kalamadı.
Said, 1948 yılından itibaren Filistin’de yaşananları tecrübe etme ve yakından takip etme imkânına sahip olmuş, 1980’li yıllar boyunca ve 1990’ların başında Filistin Ulusal Konseyi’nin aktif bir üyesi olarak mücadele etmişti. Dahası dünyanın en saygın akademik kurumlarında yer almış olmasına rağmen, -bilhassa 1990’ların sonu ve 2000’lerin başından itibarenzulüm ve soykırıma karşı söylemler geliştiren ya da aktif bir direniş sergileyen herkesin, inancı ve geçmişi ne olursa olsun nasıl bir ayrımcılığa maruz kalacağını, yok sayılacağını ya da ötekileştirileceğini ve/ya da sözüm ona entelektüel bir birikimi olan Batılılardaki ikiyüzlülüğün dahi ne derece şaşırtıcı bir boyuta ulaşabileceğini şahsen tecrübe etmişti.
Doğru ya da yanlış bilginin önüne kattığı her şeyi sürüklediği günümüzde, bilgiden bir paradigma inşa etmeye çalışmak neredeyse imkânsız. Tarih şöyle dursun, dijital çağın enstrümanları, tanık olduğumuz, -olduğumuzu sandığımız- hakikati bile eğip bükebiliyor, muktedirler gerçeği kendi çıkarlarına göre yeniden yazabiliyor. Geçtiğimiz ekim ayının başından bu yana Gazze’de yaşananlar, Said’in sözlerinin gücünü bir kez daha ortaya koyuyor. Zira Gazze, yeryüzünde yaşanabilecek her türden acıya ev sahipliği yaparken; insanlık onuru, hatta en temel insani haklar yok sayılıp savaş ahlakına dahi sığmayacak bir vahşet sergilenirken; dünyanın -sözde- liderleri, politikacıları, akademisyenleri, düşünürleri, kanaat önderleri, sanatçıları, gazetecileri hasılı Batı'nın kurucusu olduğu yüksek medeniyetin (!) önde gelen figürleri ya susuyor ya da hakikate zulmederek başı kesilen bebekler, tecavüz edilen kadınlar ya da acımasızca öldürülen sivillere dair yalan yanlış bir anlatının sözcüsü oluyorlar.
Diğer tarafta adı sanı belli, görüntüleri aşikâr masumlar soğukkanlılıkla ve namertçe katledilirken, sözüm ona gelişmiş medeniyetin insanları (!) bebekleri, hastaları, savunmasız ve zayıf düşmüş yaşlıları nasıl öldürdüklerini; o masumların etlerini, kemiklerini, ciğerlerini nasıl küle çevirdiklerini anlatan şarkıların eşliğinde dans eden katilleri “masum siviller” olarak adlandırıp onlarla saf tutuyorlar.
Her şeye rağmen insanların çoğunun, insan olmaya dair hasletlerini kaybetmediklerine dair bir umudumuz var. Dünyanın her köşesinde meydanları dolduran, masum bebeklere kurşun atanlara destek veren, kan emici şirketleri ve ürünlerini boykot eden milyonlar ya da sayıları az da olsa gerçeği dile getirmekten korkmayan siyasetçiler, sanatçılar ve aydınlar ümidimizi diri tutuyor. Tarih ne yazarsa yazsın, değişmeyecek bir hakikat muhakkak var. Öyle sanıyorum ki aynı tarih, bundan yıllar sonra bugünleri; Batı'nın kendini, -sözde- üzerine inşa ettiği yüksek değerleri ikiyüzlü bir tavırla nasıl eğip büktüğünü, sayısız kavmin gözyaşının üzerine kurdukları refahın bedelini ve her şeyi yerle yeksan edecek o büyük kırılmayı getiren ilk çatlağın bugün ortaya çıktığını yazacak.