İdealsiz hayatın psikolojik bedeli ve birey olamamanın toplumsal etkileri

​Sosyal esaret
​Sosyal esaret

Hayatımızı çoğu zaman ilişkilerimiz şekillendiriyor, şekillendirmekle kalmayıp yönetiyor, hatta birey olmamızı engelliyor ve sınırlandırıyor. Ailemiz, işimiz, yöneticimiz, arkadaşlarımız bizi nasıl sevecekse, nasıl beğenecekse öyle yaşamaya çalışıyoruz. Değerlerimizi ve prensiplerimizi sosyal hayatımızla uyumlu hâle getiriyoruz. Aslında bu durum kendi benliğimize, değer ve prensiplerimize güvenemeyip, başkalarının bu benliği onaylaması gerekliliğine dayanıyor. Bu yüzden inşayı kendimiz yapmaktan vazgeçiyoruz, başkalarının projesi olup çıkıyoruz.

Kendi inşamızdan vazgeçtikçe, özgünlüğümüzü kaybediyor, uygun kalıplardan birine giriyoruz. Zamanla benliğimizin sınırları belirsizleşiyor ve başkalarının beklentileri doğrultusunda şekillenen bir gölgeye dönüşüyoruz. Kendi düşüncelerimiz yerine başkalarının onayladığı fikirleri benimsiyor, kendi arzularımız yerine çevremizin uygun gördüğü hedeflere yöneliyoruz. Bu sosyal esaret, bizi görünmez zincirlerle bağlıyor. Zaman içinde, bu baskılar içselleşiyor ve özgün bir birey olmanın yükünden kaçınarak konfor alanımıza hapsoluyoruz.

Bu durumun naçizane tespitimle dört temel sebebi olduğunu düşünüyorum. Benliğimizi değersiz görmek, benliğimizi sevmek, ideal yoksunluğumuz ve ideal yolculuğuna çıkamama cesaretsizliğimiz. Bu unsurları açıklamadan önce söylemek gerekir ki ilişkilerimiz, tabii ki çok değerli. Sosyal destek dediğimiz unsur, psikolojik olarak güçlü olmamızda çok etkili. Ancak en etkili ve en öncelikli husus, kişinin kendisi ile barışık olması. Yani öz kabulü ve kendini (değerlerini, prensiplerini, kolonlarını ve idealini) inşa etmesi.

Onay kıskacında kaybolan benlik

Sosyal ilişkilerimizin psikolojik hapishanesinde kalmanın ilk iki temel sebebi; benliğimizi değersiz görmek, benliğimizi sevmek. İkisi çelişiyor gibi duruyor ama öyle değil. Benliğimizi ve biricikliğimizi değersiz gördükçe onaylanma ihtiyacımız daha da kuvvetleniyor ve böylece sosyal ilişkilerin hapsedici psikolojisinin içine giriyoruz. Çünkü değerli olduğumuzu göremiyor, yeterliliğimizi artırmıyor veya kendimize özgürlük alanı tanımıyoruz. Bakın bu üç unsur da bizim elimizde. Ama içeriye dönüp de kendilik yolculuğuna çıkmıyoruz bir türlü. Yalnız kalmanın güçsüzlük, yalnız kalmak istemenin psikolojik bir sorun olduğunu düşünüyoruz. Bu dünyadaki en değerli yüzleşmenin kişinin benliği ile, en büyük savaşın da nefsi ile olduğunu unutuyoruz. Her ne sorun varsa içeride değil, hep dışarıda arıyoruz.

Zihinler ve gönüller hep dış dünya ile beslenince de kendimize hayrımız olmuyor. Kendisine hayrı olmayandan başkasına hayır bekliyoruz. Temsil etmeden, tebliğler ile vicdanımızı rahatlatıyoruz. Hep dış âlemde yaşıyoruz, farkında olmadan kendimizden kaçıyoruz ve giderek kendimize yabancılaşıyoruz. Kimliğimiz maddi etiketlerden öteye gitmiyor. Benzer etiketlerin içinde bulanıklaşıyor, belirsizleşiyor, özünde kimliksizleşiyor ve sonunda kendimize yabancılaşıyoruz. Artık duyarsızlaşmış da oluyoruz. Yatağa yattığımızda bile kendimize sırtımızı dönüyoruz. Hâlbuki korku dışarda, ümit içimizde; acziyet algısı dışarda, güç içimizde. Ama bir yüzleşme gerekiyor artık. Stockdale paradoksundaki gibi yüzleştikçe güçleniyoruz çünkü.

Sahiplenerek sevenler- esir edenler

Benlik değersizliğinin ifrata varan kısmında da benlik sevgisi duruyor. Bir nevi ego şişmesi. Sadece kişinin kendi ile meşgul olması. Kendini özel, diğerlerini sıradan görmesi. Bu kesimin sevgisi dahi benlik sevgisinden kaynaklanıyor. Onaylanmak, başarılı algılanmak, takdir edilmek, gösterilmek, sayılmak veya sevilmek için seviyor işini, eşini, dostunu… Sahiplenerek seviyorlar. “Benim arkadaşım, o yüzden böyle yapamaz,”, “Benim grubum, bunu böyle yapmalı,”, “Benim çocuğum, böyle olamaz,” gibi... İnsanlar sevgileri ile hapsediyorlar birbirlerini. Bire y olmakla beraber olmak arasındaki dengeyi gözetmiyoruz. Ben sevdiğimi, sevdiğim beni hapsediyor. Psikolojik bir hapis bu. Kaçsan ayrı dert, kalsan ayrı.

Eğer ideallerimiz yoksa veya ideal diye bir derdimiz yoksa birey olmamız da mümkün gözükmüyor. Kalabalıklar içinde takılıp gidiyoruz. Ama kalabalıklar gitgide ideale duyarsızlaştırabiliyor; olayları ve olguları sıradanlaştırabiliyor; duyguların dozunu artırıp, aklı susturabiliyor. Beraberliklerin, grupların ve toplumların normları değerler olarak yerleşiyor. “Olup olup gidiyoruz,” formatında takılıyor İnsanlar.

İdealsiz meşguliyetler: Kalabalıkta kaybolan hayat

Yaşamaya değer bir hayat, idealleri gerektirir. İstikameti belirlenmiş bir yolda savrulmayan bir yolculuktur bu. Klasiktir . Varmanız değil, yolunda olmanız, ölmeniz beklenir. İdealsiz boşluktur bu hayat. O boşluk, kişinin kendinden kaçması ile kendini dışa atması ile dolar. Herkes gibi yaşamak çok “normaldir”. İdeallere vekalet eden meşguliyetlerle dolar hayatlar. İdealsiz meşguliyetler olur hayatlar.

İdealler için yalnız kalmanız gerekebilir. Gürültüde duyamazsınız, kalabalıkta göremezsiniz çünkü. Yalnız da olsanız, yalnız da kalsanız mücadele etmeniz gerekir. Ama ideallerinizi paylaştığınız insanlarla beraber olabilme imkânınız varsa ne âlâ. Ki bu imkân beklemekle olmaz, sizin bu çevreyi oluşturmanız, şekillendirmeniz gerekir. Yani artık sizi hapseden, şekillendiren ilişkileriniz değil; sizin seçtiğiniz, ideallerinizi destekleyen ve hatta ideal yükleyen ilişkilere ihtiyacınız vardır. İdeallere adanmış bir kimlik, ideale atılmış bir imza anlamlıdır. Küçücük de olsa anlamlıdır, değerlidir, değerdir. Tabii idealler uğrunda yalnız kalmaya ve mücadeleye cesaretiniz varsa.

Hayatınızdaki insanlar size kanat olmuyorsa, ışık olmuyorsa; haddiniz, hududunuz oluyor. Sevgiden de olsa parmaklıklarınız oluyor. Unutmayalım, ne kadar çok insan olsa da hayatınızda, idealleriniz yoksa siz de yoksunuz.

*Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.