Pisagor’un peşinde eski bir Osmanlı adası: Sisam
“Kâinatı yöneten sayılardır,” diyen Pisagor’un kültürümüzle köklü bağları olan, yanı başımızdaki bir Ege adasında yaşadığını biliyor muydunuz? Eflâtun ve Aristo'nun felsefelerinden sonra ise tüm matematik dünyasını etkileyen ünlü düşünürün izinde Sisam Adası’nı geziyoruz.
Yaz gelince insanların tatil arzularının artmasını, tatil beldelerine gitmesini çok iyi anlıyorum. Bir yandan sıcak hava, öbür yandan şehrin kalabalığı, insanda nefes alacağı ve serinleyeceği bir yerlere gitme arzusu uyandırıyor. Durum benim için de böyle. Kısa da olsa bir yerlere kaçmak iyi geliyor.
Fatih Sultan Mehmet’in mirası
Benimle aynı hislere sahip iki arkadaşımla birlikte konuştuklarımızı hayata geçirip küçük bir kaçamak yapalım dedik ve Sisam’a (Samos) gitmeye karar verdik. Sisam’ın hem yakınlığı hem de çevremizden duyduğumuz sakinliği etkili oldu bu kararımızda. Önce Yunanlıların sonra Romalıların hâkimiyetine giren ada, 1455 yılında Fatih Sultan Mehmet zamanında Osmanlılara geçmiş ve 1912 yılına kadar da öyle kalmış.
Sisam Adası’na kapıda vize uygulaması mevcut ya da Schengen’iniz varsa sorunsuz girebiliyorsunuz. Bir arkadaşımızın Schengen vizesi olmadığı için onun başvuru işlemlerini hâlledip cumartesi günü Samos’a vapurla gitmek için bir önceki gün İzmir’de buluştuk. Sisam’a vapurlar, Kuşadası’ndan kalkıyor. Biz de kaçamağımız için heyecanlı bir şekilde vapuru beklemeye koyulduk.
Sabah bindiğimiz vapur, bizi bir saat gibi bir süre içinde Samos’a ulaştırdı. Fakat bu yol, hava durumuna bağlı olarak daha uzun ya da daha kısa sürebiliyor, söylemiş olayım. Çoğunlukla tercih edilen iki limandan Pythagorion Limanı’na gidiyoruz biz, çünkü otelimiz adanın güneydoğusunda yer alan bu limana yakın. Ayrıca bu bölge, şehrin binlerce yıl önceye dayanan tarihindeki ilk yerleşim yerlerine ev sahipliği yapıyor. Parlak güneş, masmavi deniz, iner inmez sizi karşılayan Ege insanları. İnsan daha ne ister ki?
Ada büyük olduğu için arkadaşım bir araba kiralamış bile. Küçük sürprizlerle şaşırtılmayı sevdiğimden mi yoksa araba sevdiğimden mi bilmem bu habere çok seviniyorum. Otele varmamız 10 dakika bile sürmüyor. Eşyalarımızı ve arabayı bırakıp hemen dışarı atıyoruz kendimizi. Hem bir şeyler yemeye hem de serinlemeye ihtiyacımız var.
İlk günümüzde, şehrin en gezilesi bölgesi olan Pythagoria’dan uzaklaşmak istemediğimiz için Remataki Plajı’na gideceğiz. Önce Liman Caddesi boyunca yürüyüp, kendimizi güzel bir kahve ve atıştırmalıklarla ödüllendirmek için yer bakıyoruz. Kahve ve tatlılar bende, ondan dolayı arkadaşlarım bir yer gördüklerinde bana soruyorlar. Seçici olduğum biliniyor, ilerliyoruz. Benim listemde Two Spoons kayıtlı, güzel binalara ve dükkân önlerinde sohbet eden insanların cazibesine karşı koymak zor oluyor ama nihayetinde kafeye varıyoruz. Güzel bir frappe ve yanında dondurma, keyfime diyecek yok.
Şansımıza sakin olan plajda vakit geçirdikten sonra deniz mahsülleri yiyoruz. Deniz mahsüllerini sevenler için tam bir cennet diyebileceğim bir yer burası. Akdeniz’in her yerinde kendine has tekniklerle pişirilen deniz mahsüllerinin ortak noktası olan deniz salatası da cacık da gayet güzel. Kızartmalar, hepimizi mutlu ediyor. Plajlarda şezlongları uygun bir fiyata kiralayıp denizin, güneşin ve yiyeceklerin tadını çıkarabiliyorsunuz. Bizim gibi gizli koylar arıyorsanız araba kiralamak en güzel yol. Zira Samos Adası gayet büyük ve bazı yerlere yürüyerek ulaşamayabilirsiniz.
Göğe uzanan Pisagor
Şehirde bir gece kalacağımız için, yorgunluğumuza rağmen gezmeye koyuluyoruz. Hemen yakınımızda şehrin en ünlü sakini anısına dikilen bir heykel var. Pisagor, matematiğin ve geometrinin olduğu kadar antik felsefenin de en önemli isimlerinden ve hepimizin yakından bildiği a^2 + b^2 = c^2 formülünün kâşifi. Okul yıllarım boyunca çözdüğüm soruları hatırlayarak Pisagor üzerine düşüncelere dalıyorum.
Her şeyin sayılarla açıklanabileceğine ve 10 sayısının yekinliğine inanan Pisagor, aynı zamanda dünyanın yuvarlak olduğunu da düşünüyordu. “Her şey sayılarla açıklanabilir,” önermesini, aklımdaki güncel tartışmalarla birlikte düşünüp bir yerlere varmaya çalışıyorum. Kafamdaki soruların yanıtları ne olursa olsun Pisagor’un önemi baki.
Daha sonra çarşı pazar yürüyoruz. Liman caddesi boyunca restoranların yanı sıra; kıyafetten takılara ve hediyelik eşyalara kadar her şeyi bulabileceğiniz dükkânlar sıralanmış. Kendime, üzerine Pisagor’un farklı keşiflerini ya da düşüncelerini bastıkları tişörtlerden alıyorum. Birkaç tane de burada neredeyse her dükkânda bulunan Pisagor’un adalet kupalarından... Hiç kimse hakkından fazla içmesin düşüncesiyle tasarlanan bu kupaların öğretici olduğu kadar güzel bir sohbet konusunu açabileceğini de söylemekle yetineyim. Arkadaşlarla birlikte deneyip göreceğiz.
Antik dünyanın sekizinci harikası olması gerektiği söylenen ve UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan Eupalinos Tüneli’ne gidiyoruz. Şehre içme suyu getirmek üzere tasarlanan, bir kilometreden fazla uzunluğa sahip bu tünel, bin 100 yıl boyunca şehre su getirmek için kullanılmış. Rehberimiz bize, burasının nasıl bir mühendislik harikası olduğunu anlatırken 14 yaşından küçüklerin buraya giremediğini, 18 yaşından küçüklerin yanında bir yetişkin olması gerektiğini öğreniyoruz. Tünel zorlayıcı olabileceği için klostrofobisi olanların da girmeden önce bir düşünmesi iyi olur. Biz girişe kişi başı 10 avro verdik, ancak fiyatlar sizi gezdiren kişilere ya da firmalara göre değişebiliyor.
Biraz Ege havası
Otele döndükten sonra akşam yemeği rezervasyonumuzun olduğu Ormos Koumeikon’daki Stella Restoran’a gidiyoruz. Bir aile işletmesi olan bu küçük mekân, zeytinyağlı mezeleriyle olduğu kadar yemekleriyle de hepimizden tam puan aldı. Mekân, deniz mahsulleri alanında en iyi üç restoranım arasına girdi bile. Bol sohbetli, sivrisinekli (buna hazırlık olursanız çok iyi olur) ve uzun geçen bir gecenin ardından arabaya atlayıp otelimize dönüyoruz. Biraz daha sohbet ettikten sonra yorgun bir biçimde odama çekiliyorum.
Ertesi sabah, tatilin verdiği hisle dinç bir biçimde uyanıyorum. Açım ve kahvaltı yapmak istiyorum bir an önce. Dışarı çıktığımızda gözümüze en çok çarpan börek olunca hepimizin canı çekti tabii ve çok da dolaşmadan bir pastaneye oturduk. Börekler bol malzemeli, yufkası da taze olunca bol bol yedik. Canımız deniz çekiyor, o zaman haydi arabaya. Rotamız ise adanın kuzeyindeki Kokkari köyü.
Yemyeşil yollardan geçerken seyahat etmenin insana ne kadar iyi geldiğini düşünüyorum. Hafta sonu yapılan ufak bir gezinti bile insanın ruhunu dinlendirmeye yetiyor. Hele bir de sevdiğiniz insanlarla birlikteyseniz. Denizin, güneşin ve yeşilin ortasında, “Ne güzel, bol bol D vitamini alıyorum,” diye seviniyorum.
Kokkari, tarihi çok eskilere dayanan gelenekli bir köy. Asıl geçim kaynağı tahmin edebileceğiniz üzere balıkçılık, ancak son zamanlarda artan turist sayısı, köy ahalisini etkilemiş. Dükkânların ve seyyar satıcıların sayısı hiç de az değil. Köyün taşlı plajı ve yine enfes yemekleri, burayı sevmemize yetiyor.
Muhabbet edereken saati yaklaşan vapuru kaçırmayalım diye sık sık telefonuma bakıyorum. Sohbete dalıp kaçırmışlığım var çünkü. Hem de vapuru değil, uçağı. Arabayla otelimize giderek eşyalarımızı toplayıp çıkıyoruz. Notlarıma bakıyorum, “Muhakkak gidelim!” dediğim Luigi dondurmacısına gidememişiz. Olsun, diyorum kendi kendime keyifle. Bu güzel adaya yeniden gelmek için bir sebep daha olsun. Ne güzel!