Orucun ruhu

Orucun ruhu.
Orucun ruhu.

“Müslüman her yıl, bir ay bir ruh şölenine çağrılır. Yeniden varoluş: Yücelten, sağaltan… Oruç insanın katıldığı, her yıl bir ay katıldığı bir ruh şölenidir. Üstün insanların davetlisi olduğu bir tabiatüstü ziyafet, bir gök sofrasıdır.”

Yahudilikteki ve Hristiyanlıktaki perhizler artık tıbbın malı olmuştur. Tıp, ne zaman ve nelerden perhiz edileceğini aşağı yukarı kesinlikle söyleyebilmekte ve gerektiği zaman hastaya öğütlemektedir. Bu dinlerde perhizden tıbbın alanına girmeyen hiçbir şey kalmamıştır. Ama oruç öyle değildir. Tıbbın da onaylayacağı faydaları dışında, o yine başlı başına bir tapınma olarak kalmaktadır. Bu, orucun bedeni sıkıya alan, çile değirmeninde döndüren orucun yüce ve meleklerle örülü çehresinden, manevi bir yakuttan yoğrulmuş mayasından, Davud Peygamber’in örsünde yoğrulmuş hamurundan, İsa Peygamber’in tevekkül tasından, Hızır Peygamber’in getirdiği abıhayatı içine çekmiş olan özünden, Büyük Peygamber’in (s.a.v) ellerinde Kur’an Kerim kevseriyle yıkanmış olan ruhundan doğan bir özelliktir.

Oruçta bütün bir din tarihini yaşarız biz. İftarın yaklaştığı saatlerde fırından ekmek almaya giden oruçlu, Ashab-ı Kehf’in nice yıllar uyuduktan sonra içlerinden birini şehre ekmek almağa gönderdikleri zamanki ruh hallerini bir parçacık yaşar. Evet, fırın artık o fırın, kent artık o kent değilse de ramazan günü fırınlardan alınan ekmek, yine o “ekmek”tir. İftar sofrası, Allah’ın Hazreti İsa’ya indirdiği “gök sofrası”dır bir parça. Peygamberimizin nice kereler ashabıyla oturduğu sofradan bir anlam taşımaktadır. Ocaklardı yanan ateş Nemrud’un yaktığı ateş değil, Hazreti İbrahim’i yakmayan ateştir.

Oruç ayına kadar pek de dikkat etmeksizin etinden, sütünden, yününden, derisinden faydalandığımız hayvanlar, ağızlarımız melek mühürleriyle mühürlendiği andan itibaren yavaş yavaş anlam değiştirmeye başlarlar. Ta kurban bayramında Hazreti İsmail’in kurtulmalığı olan koçun anlamına kavuşuncaya kadar. Taşlar bile dikkat eden için anlam değiştirir oruçta. Hazreti İsmail’in şeytana attığı taşlara dönüşmeğe başlarlar gözümüzde.

Oruç, toplum için Hazreti Musa’nın Sina Dağı’na gittiği ve dönüşünde halkını altın buzağıyı yapmış ve ona tapar olarak bulmuş olduğu o çileli günün imtihanından bir imtihandır. Manen, İslam toplumu Kadir Gecesi’nde her yıl altın buzağıyı boğazlar ve bayrama onun sevinci içinde çıkar.

Bir dağ başında olsak bile güneş battıktan sonra bir kayanın yanına tek başımıza iftar soframızı açsak da ölmüş babalarımız ve annelerimiz gözlerimizin önüne gelirler.
Bir dağ başında olsak bile güneş battıktan sonra bir kayanın yanına tek başımıza iftar soframızı açsak da ölmüş babalarımız ve annelerimiz gözlerimizin önüne gelirler.

Oruç ayı boyunca, Halilullahtan (Allah dostu Hazreti İbrahim’den) Kelimullahtan (Allah ile konuşma şanının sancağı Hazreti Musa’dan), Ruhullahtan (Cebrail nefesinden oluşmuş Hazreti İsa’dan) ve nihayet Habibullahtan (en büyük dereceye, Allah’ın sevgilisi olma derecesine yükselmiş Ulu Peygamber’den) müminlerin üzerine görünmez dünya armağanları yağar. Onlar ister ki müminler olabildikleri kadar kendilerine benzesinler, kendilerinin eriştiği bu ilahi nimetlerden görünmez rızıklar alsınlar.

Allah onların dualarını kabul eder ve biz Müslümanlar ilk bakışta tarihin içine gömülmüş gibi görünen bu ilahi nimetlerden, bu manevi rızıklardan oruç ayında, en çok oruç ayında her birimiz kendi çapımızda payımızı alırız. Oruç ayında coşan kalp ve ruh için, Kâbe’yi yaparkenki Hazreti İbrahim, ilahi ateşin Sina Dağı’nı şimşek gibi titrettiğini gören Hazreti Musa, ölüyü dirilten Hazreti İsa, meleklerin yandığı sınırları aşan ve miracını Allah’ı görerek, mecazın ve nispinin bütün perdelerini sıyırarak tamamlayan Hazreti Peygamber ne kadar yakındır, ne kadar yakındadır.

Yalnız onlar mı? Ölüler ve diriler ne kadar yakındırlar. Ölülerimiz ve dirilerimiz ne kadar yakındırlar. Bir dağ başında olsak bile güneş battıktan sonra bir kayanın yanına tek başımıza iftar soframızı açsak da ölmüş babalarımız ve annelerimiz gözlerimizin önüne gelirler. Çocukluğumuzdaki o iftar öncesindeki manevi derinleşme, iftarın yaklaştığı anlardaki âdeta çocuksu telaş, anne cömertliğini ve babanın iftar sofrasının başında güçlü bir tapınak sütunu gibi aileyi gözleriyle kucaklayışı; gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık yıllarında her ramazanda geri gelen ve peşimizi bırakmayan tatlı bir hatıralar örgüsüdür.

Orucun getirdiği yumuşak ve ipeksi havada kadınlarımız ve çocuklarımız bize ne kadar yakındırlar. Oruç ayı, şeytanın evlerden en çok kovulduğu aydır. Ailelerden sürgündür o. Belki o bile bir aileden, aile cennetinden kovuluşunda cennetten kovulduğu anları hatırlamaktadır.

Oruç, eşyayı ve evreni de bize yaklaştırmış değil midir? Onu daha derinden algılamakta, kavramakta değil midir? Oruç ayında gündüz daha gündüz, gece daha gece değil midir? Güneş daha güneş, su daha su, toprak daha toprak, ay daha ay, yıldız daha yıldız, zaman daha zaman, mekân daha mekân, vücut daha vücut değil midir?

Ve nihayet ruh, daha ruh değil midir?

Sezai Karakoç’un “Kıyamet Aşısı” adlı kitabından