Minimalist yazar Hemingway
“İki insan birbirini seviyorsa buna mutlu bir son yoktur.”
Ernest Miller Hemingway kimdir?
Amerikalı romancı, hikâye yazarı ve gazeteci. Basit yazma tekniğini ve sade üslubu savunan kurgu romancısı diyelim mi?
Hemingway nasıl bir eve doğdu?
Babam doktor, annem opera sanatçısıdır. Tabii annem, mesleğini gözündeki rahatsızlığı sebebiyle bırakmak zorunda kaldı.
Babanızla nasıl bir ilişkiniz vardı?
Babam beni her yıl iki aylığına, Michigan Gölü kenarına kampa götürürdü. Avcılık ve balık tutma hobilerimi burada edindim. Tabii babamı soracak olursanız kendisi tam bir zalimdi. Çünkü bana şiddet uyguluyordu ve bende kendisine karşı nefret oluşturdu.
Peki, nasıl bir öğrenciydiniz?
Dikkat çekmeye çalışan ve sınıf arkadaşları arasında popüler olan bir öğrenciydim. Çok istekli olmama rağmen iyi bir sporcu değildim. Ama aile ve arkadaş toplantılarımızda iyi futbol oynadığıma dair uydurduğum hikâyeleri anlatırdım. Bu uzun hikâyeler, yazar tarafımı yavaş yavaş besledi diyebiliriz.
Masanın başına geçip size yazı yazdıran neydi?
Buna ben karar vermedim. Bir gün İngilizce öğretmenim, yazı yazma yeteneğimi fark etti ve beni okul gazetesinde yazmam konusunda cesaretlendirdi. İlk öyküm burada yayımlandı. Hikâyenin teması, benim için trajik bir öneme sahip olan intihar üzerineydi. Hikâye, okul çevremde çok iyi karşılandı. Böylelikle gazetecilik yapmam konusunda teşvik edildim. Babam benim doktor olacağımı hayal ederken, editör arkadaşım vesilesiyle çırak bir muhabir olarak yetişmeye başladım.
İlk göreviniz neydi?
Kısa ama etkili hikâyeler yazmaktı. Ki bu görevim, edebî yolculuğumda anahtar oldu.
Amerika’nın o yıllarda Birinci Dünya Savaşı’na katılması sizi nasıl etkiledi?
Savaş, dönüm noktam oldu. Gençliğimi kasıp kavuran vatansever duygum ve doğuştan gelen maceraperest tutkum ile orduya katılmak istesem de sol gözümdeki görme bozukluğundan dolayı askerlik başvurum olumsuz sonuçlandı. Daha sonra Kızılhaç’ın açtığı başvurulara katılıp ambulans şoförü olarak orduya katıldım.
Savaş sizde neyi temsil ediyordu?
Savaş benim için özgürlük hissi ile eşit anlamlara geliyor.
Savaşta olmak nasıldı?
Görev yerim cepheden uzaktaydı. Günlerim kasvetli ve sıkıcı geçiyordu. Hatta arkadaşıma yazdığım bir mektupta ona şöyle dedim: “Canım çok sıkkın. Burada manzaradan başka hiçbir şey yok. Ambulans bölümünden çıkıp gidip savaşın nerede olduğunu göreceğim.”
Devamında neler oldu?
Hevesimi henüz yitirmeden bu sefer savaş bana geldi. Nehir kıyısında askerlere sigara ve çikolata dağıtıyordum. Suyun diğer tarafından gelen taarruzun ortasında kaldık. Olduğu yerden fırlatılan bir bomba patlatıldı. Savaşta, ön saflarda büyük bir gürültü duyuyorsunuz. Ben de duydum. Ardından cepten bir mendilin çekilişi gibi ruhumun benden çekildiğini hissettim. Son olarak ise ruhumun bir bütün halinde bana geri döndürüldüğünü hissettim. Benim için henüz ölüm gelmemişti. O an var gücümle kalkıp, yaralı askerlerin yardımına koştum. Bu askerlerden biri öldü. Diğerinin ise bacakları koptu. Bense şarapnel parçalarının yaralarıyla kurtuldum. Baygınlığa düşmeden önce yaralı bir askeri başka bir yere taşımayı başardım. İtalyan hükümeti beni kahraman ilan edip, gümüş onur madalyonu ile ödüllendirdi.
Büyük cesaret. Tebrikler.
Teşekkürler. Yine olsa yine yapardım çünkü bir yerde de bu yaralar bana ilk aşkımı getirdi.
Bizimle paylaşmak ister misiniz?
Milano’daki Kızılhaç hastanesinde yatan, savaşta yaralanmış bir hastaydım. Ancak bu yaraların bana ilk aşkımı da getireceğini nereden bilebilirdim? Amerikalı gönüllü bir hemşirenin varlığıyla âdeta büyülenmiştim. İsmi Agnes Von Kroski’ydi. Bir aylık iyileşme sürecimde ayağa kalktığım zamanlarda, Agnes ile birlikte Milano’nun turistlik yerlerini keşfe çıktık. Kendisine evlenme teklif ettim ama benim kadar hislerinden emin olmadığı için bir şey demedi. Kızılhaç’tan taburcu edildiğimde ailemin yanına döndüm. Döndükten sonra cephede yaşayıp, gördüğüm hikâyeleri kaleme alarak yerel gazetelerde yayımlatmaya başladım. Yazdıklarım dikkat çekiyordu ve artık oldukça tanınır birisi haline gelmiştim.
Peki, sizin hikâyenize ne oldu?
Bu yükselişim devam ederken, Agnes’den gelen bir ayrılık mektubu ile mahvoldum. Mektubunda, “Bu ayrılık kararını sana verirken, benim de hayatımda ani bir gelişme olduğunu belirtmek istiyorum. Yakında evli bir kadın olacağım. Beni affedeceğini ve harika bir kariyerin seni beklediğini biliyorum,” demişti.
Nasıl hissettiniz? İlk aşkınızın gidişi sizde nasıl yankılandı?
Bu haber, beni bir çeşit ruhsal bunalıma soktu. Evin etrafında beni böyle yılgın ve berbat halde görmekten bıkmış olan annem beni evden kovdu.
Bu gerçeklik sizi uyandırdı mı?
Bu cümleler, aile evinden çıkıp Şikago’ya gitmem için yeterli oldu.
Peki, ne kadar üzücü bir şekilde noktalanmış olsa da yaşadığınız bu aşk herhangi bir eseriniz için ilham kaynağınız oldu mu?
Elbette, “Silahlara Veda”. Romandaki Catherine karakterini oluşturma sebebimdi.
Şikago’da neler yaptınız?
Makaleler yazdım ve tabii bunun yanı sıra, geçinebilmek için çeşitli işler yaptım. Çünkü ordunun bağladığı maaş kesilmişti. Bir gece, bir partide Hadley adında genç bir kadınla tanıştım. Saint-Louis’te, yaşadığım yere akrabalarını ziyarete gelmişti. Otoriter bir annenin altında, son derece korunaklı bir yaşam sürmüştü. Aramızda sekiz yaş olmasına rağmen hemen anlaşmıştık.
Hayatınıza giren kadınların yaşça sizden büyük olmalarının neye bağlıyorsunuz?
Bilemiyorum, belki de annemle olan ilişkimi irdeleyebiliriz. Ancak cevaplamak istemiyorum.
Hadley ile hikâyeniz nasıl devam etti?
Tanıştıktan dokuz ay sonra Hadley Rıchardson ile evlendik. Düğünümüze katılan arkadaşlarımızdan bazıları, bizi Paris’e taşınmamız konusunda ikna ettiler.
Paris’te neler yaptınız? Oraya alışabildiniz mi?
Daily gazetesi, dış muhabirlik pozisyonu sağladı. Şehrin popüler bir dans salonunun yanındaki daireye taşındık. Böylelikle eşimle Avrupa’da düzenimizi kurmuş olduk. Film setini andıran Paris sokaklarına hiç yabancılık çekmeden oraya çok çabuk alıştım. Arkadaşımın ayarladığı fon ile eşimden ayrı olarak bir otelin en üst kattaki odasını kiralayıp burada kaldığımda, günlerimi sabahlara kadar yazı yazarak geçirdim.
Hangi cümleyi arıyordunuz?
Gerçek bir cümle… Sadece gerçek bir cümleyi aradım.
Yazar olmak sizin için ne ifade ediyor?
Sadece yazmak değil. Görmek, tanımak ve yapmak. Paris kafelerinde saatlerce insanları gözlemlerdim. Tanımadığım insanlarla özgürce uzun uzun konuştum. Sokakları dolaştım. Akşamları ise arkadaşlarımla sohbet masalarında, bütün biriktirdiğim hikâyeleri anlatarak vakit geçiriyordum.
Ünlü yazar James Joyce ile de yakın arkadaş olduğunuzu biliyoruz. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Tarihe edebî boksörler olarak geçtik sanırım (gülüyor.) Birlikte bol bol gece gezmelerine çıkar, vakit geçirirdik. James, bu buluşmaların tamamında kavga çıkarırdı. Üstelik vücudu bu kavgalar için hiç elverişli değildi. Her kavgaya tutuştuğumuzda, “Hakla onu Hemingway!” diye bağırıp geri çekiliyordu. Boksa meraklı olduğum için bu kavgalardan çok zevk alıyordum.
Ertesi yıl İstanbul’a geliyorsunuz?
Gazete beni İstanbul’a gönderdi diyelim. Türkiye’de bir ay kaldım. Özellikle İzmir yangınından sonra yaşanan göçler hakkında oldukça fazla haber yaptım.
Daha sonra sanırım rota İspanya’ya dönüyor?
Eşimle birlikte geziye gittik. Ancak bu gezi, ömrüm boyunca sürecek bir aşkın ateşini yaktı. İspanyol kültürü, insanları ve boğa güreşleri. Hatta bir defasında eşim altı aylık hamileyken, boğa güreşlerini izlemeye gittik.
Boğa güreşleri izlemek sizde nasıl duygular uyandırıyor?
Boğanın cesareti ve düşünce biçiminin yalınlığı ve deneyimsizliği ile kurgulanmış bir eser gibi. Çok karmaşık ama düz bir duygu.
Boğa güreşleri eserlerinize yansıdı mı?
“Güneş de Doğar” adlı ilk romanımda mevcut.
İlk roman?
Hem kişisel hem de ticari anlamda ilk başarımdı diyebiliriz. Yazım dünyasına minimalist bir türü sunmuş bulundum. Tabii herkes bu stili beğenmedi.
Yazım yolculuğunuz çıraklıktan ustalığa doğru evrilirken hayatınızda neler değişti?
Yazar arkadaşlarımla daha sık tartışır ve arayı açar olmuştuk. Bu tartışmalar volkanik patlamalar gibiydi. Hızlıca gelirdi ve yumruk yumruğa kavgaya tutuşurduk. Sadece arkadaş çevremle değil, evde de işler kötüleşti.
Eşinizin size ayrılık kararını düşünmeniz için tanıdığı 100 günlük süreçten bahsetmek ister misiniz?
Evet, böyle bir süreç yaşadık ve sonunda ayrıldık. Ayrılık sonrası Pauline Peeiffer ile evlenerek Key West’e taşındık.
Kendi teknenizi yaptığınız doğru mu?
Yazarlıktan sağladığımız kazanç ile kendi teknemizi yaptık. Küba’ya yerleşip salaş bir arkadaş ortamı kurdum. Hatta dünyanın en iyi balıkçısı olma yarışmasına katılıp, büyük kupanın sahibi oldum.
Kübalılar ellerinden kupalarını alan bu yabancıya karşı öfkelendiler mi?
Elbette kabullenemediler (gülüyor). Onlara kupalarını geri alabileceklerini, ancak bir şartım olduğunu söyledim. Ringde üç raunt boks yapmaları gerekiyordu.
Bu büyük iddiaya dâhil oldular mı?
Tabii ki hayır.
Aşk nedir?
Yazı yazmak. Her sabah beşte uyanıp öğlene kadar daktilo ile çalışırım. Bütün odağımı sayfalara veririm. Öğle yemeğinden sonra ise hayatıma geri dönerim. Yani gezen, ciddi iddialara tutuşan, hikâyeler anlatan ve balık tutan Hemingway…
Hemingway nasıl bir baba?
Berbat. Baba olmak bana göre değil. Zaman zaman onlara yoğun ilgi gösterdiğim oluyor. Ama sonra onları aylarca görmezden gelebiliyorum. Elbette eşim bu duruma anlam veremiyor.
Çocukluk yıllarınızdan kalma tutkunuz avcılık için Afrika’ya gidiyorsunuz.
Avcılığı bana babam öğretmişti. Bunun için eşimle birlikte Afrika’ya gittik. Orada korkunç bir dizanteri nöbeti geçirdim. Tedavi için Nairobi’de bir hastaneye götürüldüm. Uçağımız Kilimanjaro’nun üzerinden geçerken tanık olduğum görkemli dağlar, eserlerimden birine ilham kaynağı oldu.
O yıllarda yazarlık dışında nelerle ilgileniyordunuz?
Küba’da tekrar savaş muhabirliğine başladım. İspanya İç Savaşı için sahaya gittim. Aynı yıllarda bir film işi çıkınca muhabirliği bıraktım.
“Çanlar Kimin İçin Çalıyor” adlı romanınız da bu yıllarda yayımlanıyor.
Bu eserde İspanyol İç Savaşı sırasında, dağlarda faşistlere karşı savaşan gerilla güçleri arasında bulunan Amerikalı bir İspanyolca profesörü olan Robert Jordan'ın gözünden savaşın anlamsızlığını sorguladım. Ertesi yıl eşimle Havana’ya taşındım. Burada da gündüzleri hiç durmadan yazdım. Geceleri eşimle şehri keşfe çıktık ve Havana’da denizciliğe olan tutkum devam etti. Bu eserim Pulitzer’e aday gösterildi, ancak jüriden birinin şiddetle karşı çıkması sonucunda ödül bana verilmedi.
Bu eserinizin yazdığınız en kötü kitap olduğunu dile getirenler var.
Eleştirmelerin bu cümleleri, benim için matadorun salladığı kırmızı bir bayrak gibi (gülüyor.)
Bu kırmızı bayrak size hangi eserinizi yazdırdı?
Daktilomun başına geçip, yeni romanımı sadece sekiz haftada tamamladım. Kariyerimin bence en belirleyici romanı olan “Yaşlı Adam ve Deniz”i yazdım.
“Yaşlı Adam ve Deniz” adlı eserinizi ise sanırım Havana’da kaleme alıyorsunuz?
Yaşlı bir arkadaşımdan etkilenerek ve onun hikâyesinden yola çıkarak yazdığım bir kitap. Bu eserim Pulitzer’e ve Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü.
Gençlik yıllarınızdan bu yana devamlı ülke ve şehir değişikliği yaptığınızı görüyoruz. Bu da akıllarda gerçekten söylendiği gibi, “Hemingway bir KGB ajanı mı?” diye soru işaretleri bırakıyor.
Benim bildiğim herhangi bir casusluk eğitimim yok, olsa bilirdim (kahkaha atıyor).
“Irmaktan Öteye Ağaçların İçine” adlı eserinizin yazım sürecinden bahsedebilir misiniz?
Yirmili yaşlarımda gittiğim İtalya seyahatimde yaşadığım aşk üzerine, yıllar sonra ihtiyar bir adam olduktan sonra kaleme aldığım bir kitap.
Son kitaplarınızla birlikte yazım kalitenizin düştüğünü düşünenler var. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu son kitap “Kilimanjaro'nun Karları” ile biraz toparlamadık mı sence? (gülüyor). Gerçi bu kitap, eleştirmenlerden bolca olumsuz görüş aldı (kahkaha atıyor). Nasıl isterlerse, tamam mı?