Liberalizm, Neoliberalizm, Kapitalizm, Sermaye...

Liberalizm, Neoliberalizm, Kapitalizm, Sermaye...
Liberalizm, Neoliberalizm, Kapitalizm, Sermaye...

Başlıktaki kavramı sıklıkla duyduğunuza eminim. Gen Ekonomi Bülteni bölümümüzde bu ay, çokça duyduğumuz ve bazen birbiriyle karıştırdığımız bu terimlerin neler olduğu üzerine eğileceğiz. Hazırsanız, hikayeyi başa sarıp 250 yıl kadar öncesine gidelim birlikte. Başlıyoruz...

Tarihler 1776’yı gösterdiğinde, Adam Smith isimli bir ahlak felsefecisi, -o şekilde anıyorum, çünkü her ne kadar bugün modern iktisatın babası olarak ansak da o dönem iktisatçı diye bir tanım yoktu- tam adıyla “An Inquiry Into the Nature and Causes of the Wealth of Nations’’, yaygın adıyla “Ulusların Zenginliği” isimli kitabıyla iktisat teorisinde yeni bir çağ başlattı.

Peki ne yaptı, kitabında ne yazdı da yeni dünyanın yeni ekonomi modelinin temellerini atmış oldu?

İş bölümü, üretim faktörleri gibi kavramlara kitabında yer vererek dünyaya tanıtan Smith, “Servetin kaynakları bir kralın hazinesi değil, üretim faktörleridir,” dedi. Bu söylem ile birlikte dünya ekonomisi için üretimin önemine dikkat çekmiş, dünyanın paraya olan bakış açısını değiştirmiş, servet ve hazine arasındaki farkın altını kalın bir şekilde çizmiş ve sürdürülebilir paranın kaynağının krallar değil, sermaye sahipleri olduğunu belirtmişti. Bununla da kalmayıp, üretimden sonraki süreçlerin nasıl olması gerektiğini de anlattı. Meşhur “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!” mottosuyla devletin ekonomiye olan müdahalesinin minimum olması gerektiği fikrini ortaya attı.

Aslında hikâyenin birinci kırılma noktası da tam olarak burasıdır. Smith’in bahsettiği serbestliğin boyutu çok kritikti. Ona göre bazı alanlarda devlet yer almalıydı. Güvenlik, sağlık gibi riske edilemeyecek alanlar. Peki, o hâlde neden Amerika’da ve diğer bazı ülkelerde kamu, sağlık sistemine müdahil olmaz? Cevap, neoliberal politikalardır. Yazımın girişinde vurguladığım gibi bir ahlak felsefecisi olması yönüyle Adam Smith, klasik liberal doktrinin temellerini atarken, bunu birtakım karmaşık matematiksel modellemelere, sayılara değil; ahlaki, etik bir anlayışa dayandırmıştı. İnsanı sayılardan ibaret görmemiş, bilakis her bireyi bir insan olması yönüyle değerli görmüş ve teorisini insan doğasına dayandırmıştı.

“Ulusların Zenginliği”nden önce 1759’da kaleme aldığı “The Theory of Moral Sentiments” (Ahlaki Duygular Teorisi) isimli kitabında menfaat ve çıkar ilişkisini ele alan Smith, “İnsanlar neden birbirlerine fayda sağlar?” sorusunu irdelemiş ve sempati kavramına vurgu yapmıştı. Smith’e göre insanlar birbirilerine yardımcı olurlar, birbirlerinin menfaatini gözetirler, hatta istemeseler bile bunu doğal olarak yaparlar. Sempati, bunu sağlayan kavramın adıdır ve “Milletlerin Zenginliği” kitabındaki, “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!’’ mottosunda da aslında bu düşünce etkili olmuştur. O, insanların serbest bırakılması gerektiği, çünkü insan doğası gereği bunun bir probleme yol açmayacağı kanaatindeydi. Yani bir bakıma, “Ey devlet! Bizi bırak, biz istesek de istemesek de zaten yaptığımız ticari faaliyetlerde başkasına fayda sağlarız. Biz insanlar, ticari faaliyetleri başkasına fayda sağlasın diye yapmayız. Fakat doğamız gereği, bu sempatinin de etkisiyle bunu yaparız,” diyordu.

O, kapitalizm de dâhil olmak üzere tüm fikirlerini, “İnsanlar iyidir,” ön kabulü üzerine inşa etmişti. Daha sonrasında olanlar ise az çok malumunuzdur diye düşünüyorum. Yarım asır sonra ortaya çıkan Karl Marx isimli bir filozof, Smith’in ortaya attığı bu teorinin insancıl olmadığını, emek sömürüsünün önünü açtığını ve eşitsizlikleri artıracağını savundu. Tarih ise onu önce yanıltacak, sonra da haklı çıkartacaktı. Kapitalizmin yaygınlaşmasıyla gelir katmanları sıkışsa ve bu da ilk başlarda bir gelir eşitsizliğine yol açsa da toplumun farklı tabakalarının sisteme dâhil olmasıyla bu eşitsizlik daha adil bir yere doğru gitmişti.

Tarihte bu düşünceyi ilk kez 1955’te ortaya atan Simon Kuznets, 1910 ile 1950 yılları arasındaki gelir eşitsizliğini incelemiş ve git gide azaldığını ortaya koymuştu. Kuznets, bu tespitinde gerçekten de haklıydı ve bu durum, gücünü iyiden iyiye pekiştirmiş liberalizm düşüncesinin tahtını sağlamlaştırmıştı. Azalan eşitsizlik ile birlikte toplumların kapitalizme olan sempatisinin artmasını bir hocam şöyle açıklamıştı: “Karl Marx, eğer kendisinden sonraki bu bilançoyu görseydi, ‘Das Kapital’i yazmazdı belki de." Hakikaten de toplumun her kesiminde bir bolluk ve ekonomik refah baş göstermişti günden güne.

1945 ile 1980 yılları arasındaki bu dönem, ekonomistler tarafından Yönetilmiş Kapitalizm Dönemi olarak isimlendirilir. Bu dönemde, ülkelerin kendi ekonomileri üzerinde güçlü iradeleri vardır. Kendi iktisatları üzerindeki birçok değişkeni kontrol ederek, ekonomilerinde söz sahibi olmayı sağlamışlardı. Bu sistemle uyumlu bir başka sistem de yine dünya ekonomisinin kilit taşı olarak o yıllarda ortaya çıktı: Bretten Woods Sistemi. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bir araya gelen ülkeler, doları altına endekslemeye ve ülkeler arası ticarette de doları kullanmaya karar verdiler. Bu sistem, küresel ticaretin önündeki önemli engellerden birisini kaldırarak ekonomik serbestîyi artıracak, bir taraftan da ülkelerin kendi ekonomileri üzerindeki otonomilerini korumasına izin verecekti.

Bu sistem, 1970’lerde artık işlememeye başladı. Ekonomiler durağanlaştı, şirket kârları düştü. İşte neoliberalizm, tam da bunun üzerine kurtarıcı bir model mahiyetiyle ortaya çıktı. Merkez kapitalist ülkeler, Amerika’nın öncülüğünde ve bu sayede daha hızlı büyüyebileceklerini düşündüler. Hatta bunu, Damlama Teorisi (trickle-down economics) ile açıkladılar. Bu teoriye göre toplumun bir kesimindeki gelişim, diğer kesimlerini de az veya çok etkileyecekti. Bu doğrultuda, “Büyük şirketlerden alınan vergiyi azaltırsak, bunlar daha çok zenginleşirse daha çok para harcarlar, daha çok yatırım yaparlar ve bu aslında bir bütün olarak ekonomi için daha iyi olur,” şeklinde düşündüler.

Bütün bunlar olurken 1979’da Birleşik Krallık’ta, Margaret Thatcher’ın ve 1981’de ABD’de Ronald Reagan’ın göreve gelmesiyle sonraki 40 yıl boyunca tüm dünyayı etkisi altına alacak yeni liberalizm devrimi için bütün koşullar hazırlanmış oldu. Neoliberal politikalara inanan, destekleyen bu iki liderin de öncülüğünde dünya, 1980’li yıllara neoliberalizm rüzgârıyla girdi. İngiltere ve ABD’den çıkan bu reçete, IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla bütün dünyaya yayılmış oldu. Böylece yüzyıllardır var olan küreselleşme olgusu da hiperküreselleşme hâlini almış oldu. Çıktığı tarihten itibaren günümüze kadar, giderek gücünü ve geçerliliğini artıran bu model, hegemonik düşünce şekli oldu. Her geçen gün tüm dünya, kalkınma için en geçer ve hatta tek geçer yolun bu reçete olduğuna inandı, politikalarını bu doğrultuda şekillendirdi.

Peki, âdeta bir Süpermen beklentisiyle ekonomi dünyasına giriş yapan neoliberalizm, istenen etkiyi verdi mi? Eğer büyük bir şirket sahibiyseniz evet, sizin için beklenen etkiyi vermiş olabilir. Fakat eğer toplumun büyük bir çoğunluğunu oluşturan orta veya alt sınıftaysanız hayır, sizler için artan eşitsizlikten başka bir etkisi olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. 1950 ile 1980 yılları arasında ortalama 3,9 büyüyen Amerika’da, 1980 ile 2020 yılları arasında bu oran 2.9’dur. Demek ki büyüme artmamış, ortada bir başarısızlık vardır diyebiliriz. Eşitsizliğe baktığımızda ise korkunç bir artış görmekteyiz. 1980’de nüfusun yüzde 1’inin millî gelirden aldığı pay yüzde 8 iken, bu oran günümüzde yüzde 18’lere kadar geldi. Hatta bir zaman sonra liberalizmin en temel argümanı olan rekabet bile neoliberal politikalardan olumsuz etkilenmeye başladı. Deregülasyon politikasıyla doğru düzgün denetlenmeyen piyasada, bir süre sonra tekelleşmeler oluşmaya başladı ve bu büyük balıklar, piyasadaki diğer küçük balıkları yedi.

Sosyolojide değişmez bir kural vardır: Piyasalar ne zaman toplumun üstüne çıkarsa ve toplumu ezerse bunun sonucunda birtakım kaybedenler meydana getirmiş olur. Bu insanlar da radikal fikirlerin peşinden gidip, sermaye sahipleri için ama en önemlisi toplumun tamamı için tehlike arz etmeye başlar. Neoliberal politikaların bir diğer önemli sonucu ise sınıfsallaşma, toplumun kutuplaşmasıdır. Dayn Rodrick’in “işçi polarizasyonu’’ (işçi kutuplaşması) olarak adlandırdığı teoriye göre çalışan sınıf; bir tarafta C level yöneticiler ve onların altlarında konumlanmış yöneticiler, direktörler vs. yani prekarya, diğer tarafta ise emeğini çok ucuza satan veya satmak zorunda bırakılan işçiler, yani proleterya olmak üzere iki gruba ayrılır. Günümüzde dünyanın neredeyse tamamında gördüğümüz toplumsal tansiyonların altında yatan sebeplerden biri ve belki de en önemlisi, bu ayrışma ve yaşam koşulları arasındaki derin farklardır.

İşçi ücretlerine baktığımızda da ABD’de 1970’den beri reel bir artış görememekteyiz. Sözün özü Damlama Teorisi'ndeki su, en üstteki zengin yüzde 1’e oluk oluk akarken, ortalama hane halkına ise damlamadı bile. Joe Biden da geçtiğimiz yıl, “Damlama Teorisi orta sınıfa zarar verdi, Amerika’yı başarısızlığa uğrattı,” şeklinde attığı tweetle bu teorinin en azından ABD nezdinde başarısız olduğunu ilan etmiş oldu.

İşin gelişmekte olan ülkeler boyutuna baktığımızda ise kapitalin önündeki tüm engellerin kalkmasıyla birlikte bu ülkeler, spekülatif sermaye akımlarının mağduru oldular. Sürekli giren ve çıkan sermayelerden ötürü sonsuz bir yükseliş düşüş döngüsü içerisine girdiler (Boom-bust cycle). IMF de neoliberalizmle alakalı bir raporunda, gelişmekte olan ülkelere yüksek miktarda sermaye girdiği her beş vakadan birinin finansal krizle sonuçlandığını açıkladı. Çünkü sermaye serbestîsi, o paranın sadece girmesine değil çıkmasına da imkân tanıyor ve bir noktada çıkan para da krizlere sebebiyet veriyor. Elbette spekülatif sermayeden kastımız, literatürde Foreign Direct Investment olarak geçen yabancı bir şirketin ülkede fabrikasını açması değil. Daha kısa vadeli olan portföy, borsa alımları, yani daha çok finansal enstrümanlara dayanan yatırımlardır. Hızlı hareket eden paranın ortaya çıkardığı volotilite, ekonomik istikrarsızlığa yol açıyor. Dışarıdan gelen anlık sermayelerin etkisiyle büyüdüğünü zanneden ülkeler, yatırımcı parasını çektiği zaman ise o büyüme suni bir büyüme olduğu için kriz ile karşı karşıya kalıyor.

Bütün bunlar olurken neoliberalizm, ekonomi çevrelerinde ve üniversite kürsülerinde tartışmaya kapalı bir paradigma olarak yerini sağlamlaştırmıştı bile. Büyük patlama ise 2008 yılında oldu. Neoliberalizm ile oluşan finansal serbestleşme, finansal deregülasyon; finansal kapitalizm ismindeki büyük bir canavarı meydana getirdi. Ve bu finansal sermaye, 2008’de ABD, İngiltere gibi merkez kapitalist ülkelerde ekonomik bir patlamaya yol açtı. Bu krizi dergimizin 17. sayısında ele almıştım, o yüzden detaylandırmayacağım. Bu krizden sonra finansal sermayenin ortaya çıkardığı bilanço daha net görülür hâle geldiği için, neoliberalizm de tartışmaya açılmış oldu. Günümüze geldiğimizde ise artık pek çok saygın ekonomistin “Neoliberalizm Öldü!” başlıklı makalelerini görebilmekteyiz. Dolayısıyla merkez kapitalist ülkelerdeki genel kanı da artık tersine dönmüş durumda. Özetle 40 yılın sonunda neoliberalizm hikâyesi, vaat ettiklerini gerçekleştiremeden miadını doldurdu diyebiliriz. Bakalım, dünyanın yeni ekonomik modeli ne olacak? Hep birlikte yaşayıp göreceğiz.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım