“Küçük Orman” (Little Forest)
“Bahar ruhları kışı delip geçene kadar burada kalırsam cevaplarımı bulur muyum?” Bu söz, filmle ilgili çok şey anlatıyor. Gerçekten de insanın bazen ara vermesi gerekir. Özüne dönmesi, fabrika ayarlarına yani fıtratına yeniden yaklaşması. Çünkü bu dünya artık öyle bir yere dönüştü ki bizi sürekli yapay davranmaya itiyor.
Özellikle büyük şehirlerde yüksek binalar ve beton yığınları arasında yaşamak, bizi kendi özümüzden koparıyor her geçen gün. İşte başkarakterimiz Hye-Won’un da böyle bir dönemden geçiyor tam olarak... Seul’de kasiyer olarak çalıştığı kasvetli bir dükkânda hiç de hak etmediği bir sürü davranışa maruz kalıyor. Yetmiyormuş gibi akşam eve gelip hazır yiyeceklerle akşam yemeğini yemek zorunda kalıyor. Onun gibi tüm çocukluğu annesinin yaptığı harika yiyeceklerle geçmiş birisi için en çok bu kısım işkenceye dönüşüyor. Üstelik aldığı para da sadece kirasını ve donmuş yiyeceklerin ücretini karşılıyor.
Hye-Won’un size anlattığım bu hayatı, eminim çoğu kişi için çok tanıdık gelecek. Şu anda büyük şehirlerde maaşlı bir işte çalışarak yaşamaya çalışanların hayatı üç aşağı beş yukarı böyle. Trafik yoğunluğu, gürültü, uzun mesai saatleri, donmuş hazır yiyecekler ve karanlık evler... Özellikle asgari ücretle çalışıyorsanız, durum çok daha vahim. Hye-Won da böyle bir hayat yaşıyorken, bir kış günü yeniden kasabasına dönmeye karar veriyor. Bu hayatın onun için doğru olmadığını düşünüyor çünkü. Peki onun için doğru olan nedir? Hayatının geri kalanını nasıl yaşamak istiyor? İşte o da bu soruların cevaplarını bulmak için dönüyor, çocukluğunun geçtiği kulübesine.
Daha ilk gününde kendine bir sebze çorbası ve pirinç pilavı yapıyor. Şehirde yediği yapay, paketli yiyeceklere nispet edermişçesine dibini bile sıyırıyor yemeğinin. Filmin ilerleyen sahnelerinde Hye-Won’un yemek yapma konusundaki becerisinin tamamen annesinden geldiğini görüyoruz. Annesi küçüklüğünden bu yana sürekli mutfakta yeni şeyler deneyen bir kadın. Yaptığı yemekler, Hye-Won’a olan sevgisinin bir göstergesi gibi âdeta. Geçmişe gittiğimiz bazı sahnelerde bunu bize sürekli gösteriyor yönetmen.
Yemek yapma sahneleri de öyle ayrıntılı çekilmiş ki hani bir akım var sosyal medyada, insan sesi olmadan sadece yapılan işlerin sesi duyularak ASMR (bir kişinin belli görselleri izlerken veya belli sesleri dinlerken yaşadığı rahatlama hissi) videolar çekiliyor, illa ki görmüşsünüzdür. İşte o akımdaki gibi her ayrıntısıyla yapılan yemekleri izliyoruz ve inanın mideniz guruldamaya başlıyor izlerken. Açıkçası ben filmin izlerken durdurup kendime yiyecek bir şeyler hazırladım. Filmin de etkisiyle Hye-Won gibi daha bir keyif alarak kestim domatesleri. Yağı tencereye bir sanatçı edasıyla döktüm. “Aslında ne kadar da eğlenceli bir şey yemek yapmak,” dedim kendi kendime. Filmi izlerken yemek yapmanın bir eziyetten çok nasıl da manevi bir hissiyata dönüşebileceğini anlıyorsunuz.
Film ilerledikçe Hye-Won’un şehre de bazı cevapları bulmak için gittiğini ama cevaplarını orada bulamadığı için kendi kasabasına döndüğünü anlıyoruz. Kasabada tamamen yalnız da değil. Çocukluk arkadaşları Eun-Sook ve Jae-Ha, onu sıkça ziyarete geliyorlar. Hye-Won onlara lezzetli yemeklerinden, keklerinden, pastalarından yapıyor. Birlikte yedikleri yemeklerde yalnızlıklarını paylaşıyorlar.
Hye-Won, başta sadece bir süreliğine geldiğini söylese de kış mevsimi ilkbahara dönünce de kasabada kalmaya devam ediyor. Bu süreçte toprağı ekip biçerek çiftçiliği de ayrıntılarıyla öğreniyor. Artık hangi meyvenin hangi mevsimde, hangi sebzenin hangi ayda dikileceğini de biliyor. Bu sayede başkasına muhtaç olmadan tamamen topraktan çıkarabiliyor yiyeceğini. En büyük zevki de baştan sona kendi emeğiyle doğal yemekler hazırlamak. Bunu, şehir hayatındaki kazandığı parayı kiraya, donmuş yiyeceklere ve diğer gereksiz gördüğü masraflara harcayarak yaşamaya tercih ediyor, Hye-Won.
Kış geçiyor, ilkbahar geçiyor, yaz geçiyor sonra sonbahar geliyor. Hye-Won, bir süreliğine kafasını toparlamak için geldiği kasabaya ait hissediyor artık kendisini. Böyle nispeten durgun filmlerde benim gördüğüm, illa ki bir zaman sayacı kullanıyor yönetmenler. Benzer şekilde bir ritmi olan Jim Jarmusch’un “Paterson” filminde de haftanın tüm günlerini pazartesi, salı, çarşamba diye sayıyordu yönetmen. Bu filmde ise bu zaman sayımı, mevsimlerle yapılmış. Yakın zamanda vizyona giren ve yine ritmi bu film gibi olan “Perfect Days”de de haftanın günleri şeklinde bir zaman sayımı vardı bu arada. Bunu neden yapıyorlar bilmiyorum ama durgun diyebileceğimiz böyle filmlerde biraz da olsa bir ilerleme hissiyatı oluşturduğunu söyleyebilirim.
Filmde, üzerinde uzunca düşünülesi bazı diyaloglar da var. Bazı diyaloglarda ben doğrudan kendimi de buldum diyebilirim: Örneğin Seul’de çalışırken neden işinden ayrılıp çiftçilik yapmaya karar verdiğini anlatırken şöyle diyor Jae-Ha: “Ne düşünmek için ne de hayatımı yaşamak için vaktim vardı. Gezmek için maaş günümü bekliyordum. Kendimi o şekilde yaşarken görmek deli ediyordu beni.”
Filmi bu sahnesinde durdurup uzunca düşündüm üzerinde. Benim yıllarca kafa yorduğum konunun yedi saniyede izlenilip geçilmesine izin veremezdim. “Demek ki bunu düşünen sadece ben değilim,” dedim kendime. Mevcut mesaili çalışma sisteminde hepimiz birer makine gibi işlev görüyoruz. Belli işleri yerine getiriyoruz ve yarın yeniden aynı işlevsellikte çalışmak için eve dinlenmeye gönderiliyoruz. Hem öyle düşük ücretlere çalışıyoruz ki Hye-Won’un bir diyalogda da söylediği gibi, sadece çerez parasına çalışıyoruz ve çok sevdiğimiz filtre kahveyi her gün içebilecek kadar bile kenara para koymakta zorlanıyoruz. Böyle bir düzende insan para kazansa dahi kendi özüne ne kadar değer verebilir? Kendini nasıl keşfedebilir? Kendini nasıl geliştirebilir? Sanki her şey, insan başka bir şeyle ilgilenmeye vakit bulamasın diye kurgulanmış gibi. Yüksek binalar, hazır yiyecekler, büyük fabrikalar, yapay eğlenceler ve dahası. İnsanoğlu kendi ürettiği yapay dünyada topraktan, ağaçtan, yeşillikten olabildiğince uzak yaşayarak hayatına devam ediyor. Keşke bizler de Hye-Won’un kendini bulma yolculuğunda gösterdiği cesareti gösterebilsek kendi hayatımızda.
“Little Forest”, yani “Küçük Orman”, tam bir meditasyon filmi. Her sahnesi, bir fotoğraf karesi gibi. Bir kasabanın her mevsimde nasıl göründüğünü gösteriyor yönetmen. Biz de başkarakterimiz Hye-Won ile birlikte yeri geliyor karla birlikte üşüyoruz, yeri geliyor sıcaktan yanıyoruz. Ağaç dallarının rüzgârdaki sesini tüm mevsimlerde duyuyoruz. Yeri geliyor yağmur yağıyor, yeri geliyor güçlü bir rüzgâr esiyor. Hepsini de harika ses tasarımı sayesinde iliklerimize kadar hissediyoruz. Karakterimizin iç yolculuğuna adım adım eşlik etmek ise filmin en güzel yanı. Sonuç olarak ben filmlerdeki bu sakinliği çok seviyorum. Bu köşede daha önce yazdığım “Sweet Bean”, “Perfect Days” gibi filmlerden sonra Uzak Doğu sinemasına daha fazla ilgi duymaya başladım diyebilirim. Bundan sonra da daha yakından takip edeceğim ve kaliteli yapımlarla karşılaşırsam sizlerle de buluşturmaya çalışacağım. İyi seyirler.