İşi gücü bırakıp sahil kasabasına yerleşmek
Şehir hayatı yaşayan insanlar için şehrin yorucu temposu, nüfus yoğunluğu ve stres gibi etkiler çoğu zaman "Acaba daha sakin bir yere mi taşınmalıyız?" sorusunu akıllara getiriyor. Böyle bir fikir zihnimize girdiğinde yaşam koşullarını kıyaslarken aceleci ve taraflı davranabiliyoruz. Aklımıza sadece sakin, güzel ve zahmetsiz bir yaşam geliyor çoğu zaman. O neden le bu sefer ki tartışmamızın konusu şehir hayatını terk edip bir sahil kasabasına yerleşmemiz gerekip gerekmediği ile ilgili olacak. Hepimizin en az bir kere aklından geçirdiği bu fikir gerçekten o kadar iyi mi?
1) Münazarada ve hayatta insanları yeni bir davranışa, karara ikna etmek için önce var olan şartların kötülüğüne dikkat çekmek gerekir. Sahil kasabasına taşınabilmek ve her şeyi arkamızda bırakabilmek için geride bıraktığımız yaşamların gerçekten geride bırakılmaya değer olup olmadığına karar vermemiz lazım. Günümüzde birçoğumuz büyükşehirlerde yaşıyoruz. Büyükşehirlerde milyonlarca insanın takip ettiği bir hareket örgüsü var, biz de onu takip ederek başlıyoruz her yeni güne. Güneş doğmadan uyanıyoruz, ayaküstü bir şeyler atıştırıyoruz, saatlerimizi trafikte harcıyoruz ve nihayetinde günümüzün 1/3’ünü geçireceğimiz iş yerlerimize varıyoruz. Geçimimizi sürdürmek için çalışmak zorundayız ve çoğumuz kendimizi bu amaçla birer ofis odasında buluyoruz.
Yapay ekranlar karşısında birbiri ardına tamamlamamız gereken işlerle ilgileniyoruz mesai ya da ders saatlerimiz içerisinde. Nihayetinde mesailerimizi tamamladığımızda günümüzün de kayda değer bir kısmını tüketmiş oluyoruz. Bazılarımız evlerine dönmenin, bazılarımız da akşam için planladığı etkinliklerin hayali ile geçiriyor bu saatleri. Eve dönmek için trafikle bir tur daha boğuştuktan sonra evlerimizin, ailelerimizin sorunları içerisinde buluyoruz kendimizi. Şiddeti belirli ölçülerde değişse de öğrencisi de genci de çalışanları da benzer zorlukları maalesef tadıyor. Yaşadığımız zorlukların karşısında elimize geçen ekonomik kaynaklar çoğu zaman daha kaliteli bir yaşam sürmemize yetmiyor. Yalnızca şehrin dönüşünde hayatta kalabilmemizi sağlıyor.
Sürekli bir yere yetişmek için koşturmak zorunda olmanın, beklentileri karşılamanın gerginliğini taşıyoruz üstümüzde bu yüzden. Çevremizi özgürce seçemiyoruz. Çok fazla insanla farklı nedenlerle iletişime geçmek zorundayız. Her birinin enerjisinden payımıza düşeni alıyoruz ve çoğunlukla başkalarına tahammül etmek mecburiyetindeyiz. Herkes farklı şiddetlerle de olsa benzer süreçlerden geçtiği için bir başkasına karşı anlayışlı kalabilmek, sabır gösterebilmek zorlaşıyor. Küçülmeyi seçiyoruz, daha az insanın ve hareketin özlemini duyuyoruz. Ve her günün sonunda, bu döngünün bizi mutsuz varlıklara dönüştürmesini izlemekle yetiniyoruz. Gördüğünüz gibi sürekli koşturduğumuz, gergin ve yorgun olduğumuz bir hayat yaşıyoruz.
1) Sahil kasabası fikri hepimizi heyecanlandırsa da karşılaşacağım bu yabancı hayatın eksik ve zorlu yönleri de var. Her ne kadar şikayetçi olsak da şehir yaşamı bizlerin bünyesinde kalıcı bir yer edinmiş durumda. Hızlı yaşamaya alıştık, koşturmaca bizim için bir yetenek gibi. Sahil kasabasında daha ağır akan bir hayat var. Bu durum bizleri başlarda oldukça zorlayacak. Bu akışa uyum sağlamak adına acele etmemek için acele edeceksiniz. Daha kolay sıkılacaksınız bu ağır aksak akıştan. Şehirde bizi meşgul eden rutinlerimiz vardı.
Bunların birçoğu dışarıda kalınca bir boşluğa düşmüş gibi hissedeceksiniz. Ayrıca romantize ettiğimiz hayat aslında daha zahmetli. Geçiminizi sağlamak için yapacağınız işler ofiste excel dosyaları ile ilgilenmek gibi olmayacak. Toprakla uğraşmak, hayvanlarla ilgilenmek, tekneye bakım yapmak gibi işler de epey zaman alan, fiziksel ve zihinsel olarak efor isteyen uğraşlar.
Bu işleri öğrenirken zorlanacaksınız. Üstelik o güne kadar başka yetenekler kazanmak için zamanınızı harcadığınızı düşündüğünüzde, kendinize kızgın olacaksınız. Tüm bu haller yeni duruma adapte olmanızı fazlasıyla zorlayacaktır. Eviniz daha az konforlu olacak, ısınmak için bir düğmeyi saat yönünde döndürmekten daha fazla efor sarf edeceksiniz. Trafikte kalmaktan kötü değil diyebilirsiniz ama zahmet verici olmaya başladığında, aldığınız radikal zararı sorgulatacak kadar etki bırakacaktır üstünüzde.
2) Sürekli koşturmak ve bunun sebep olduğu stresle başa çıkmak zorunda kalmamız değil yaşamlarımızın tek eksiği. Bir birey olarak kendimize yeteri kadar vakit ayıramadığımız, yalnız kalamadığımız ve tutku duyduğumuz şeyleri gerçekleştiremediğimiz bir hayatı da deneyimliyoruz aynı zamanda. İkinci argümanı da bu tespitin üzerine inşa etmek istiyorum. Bu sefer şehirde kendimize ayırabildiğimiz zamanı ve onun kalitesini, yerleşeceğimiz sahil kasabasındaki hayat ile karşılaştırmayı deneyeceğim. Şehir hayatında kendimizle baş başa kalmak oldukça zor.
Bir an durup yalnız kalabilmek, yaptıklarımızı düşünebilmek, hayatımızı zihnimizin terazisine taşımak için yeterli zamana sahip değiliz. Sürekli tatil günlerini beklerken buluyoruz kendimizi. Çoğunlukla da bu zamanı önceden başkalarına vaat etmiş oluyoruz. Hafta boyu ihmal ettiğimiz eşimiz ve çocuklarımıza, sorunlarla boğuşan dostlarımıza, telefon açtığımızda onlara gitmediğimiz için sitem eden anne-babamıza... Böyle bir hayatta yönümüzü saptayabilmek çok zor. Ne istediğimizin, neleri değiştirmek zorunda olduğumuzun ve alternatif bir yaşamda neleri kaçırdığımızın farkına varamıyoruz. Hobileri olmayan, kopyalanmış hayatlar yaşıyoruz o yüzden.
Ruh sağlığımıza iyi gelecek, gönlümüzce seçtiğimiz bir hobimiz yok. Herkes için koşturuyoruz. İyi bir çalışan oluyoruz, ebeveyn oluyoruz, evlat oluyoruz ama büründüğümüz sosyal rollerin dışında bir benlik kazanamıyoruz. Yalnızca işlerimiz için bir şeyler okuyoruz, çok nadir şekilde ilgi duyduğumuz bir romana başlayabiliyoruz. Evde kafamızı dağıtabilmek için açık televizyonlarımız, zamanı geçirmemize yardım ediyor yalnızca. Sinemaya veya tiyatroya gitmiyoruz. Metroda veya otobüste boş bir koltuk bulabilirsek izliyoruz en sevdiğimiz oyuncunun oynadığı o filmi. Biraz şanslıysak, trafikte kaldığımızda seyrediyoruz boğazı, doğayı. Ata binmek, resimle ilgilenmek, fotoğraf çekmek, bir müzik aleti çalmak gibi daha fazla zaman ve emek isteyen hobilerden bahsetmiyorum bile. Hayatımız onlar için fazlasıyla dolu. Sahil kasabasında durumlar tamamen farklı. Daha minimal hayatları seçiyoruz. Muhtemelen küçük bir teknemiz olur.
Balıkçılık yapabiliriz, belki teknemizle günün belirli saatlerinde turlar düzenleriz. Doğayla iç içe olduğumuz, plazalar içerisinde küçük ve değersiz hissetmediğimiz bir çalışma hayatı... Ayrıca işimiz zamanımızın daha küçük bir dilimini alıyor bizden. Eve döndüğümüzde hobilerimize, kendimize zaman ayırabiliyoruz. Ya da sadece yalnız kalıyoruz. Kendimizi dinliyoruz. Zaman yine akıyor ama bizler bu sefer peşinden koşturmak zorunda kalmıyoruz. Akışa uyum sağlıyoruz, kısmen de akışı yönetebiliyoruz. Daha huzurlu ve bilinçli geçen bir yaşam pratiği oluşturuyoruz. Sonuç olarak, iki farklı pencereyi kıyasladığımızda biri diğerine nazaran kendimizle ilgilendiğimiz, ruhumuzu beslediğimiz daha tabii bir yaşam olarak çıkıyor karşımıza.
2) Şu zamana kadar yalnız kalmayı hep övdük. Çevremizde bir hayat akarken köşeye çekilmeyi övmek kolay belki ama hayattan öylece çekildiğinizde yalnız kalmak aynı şey mi, emin değilim. Zihnimiz dışarıdan gördüğümüz her şeyden daha hızlı ve çok çalışır. Duygularımız karşılaştığımız her şeyden daha karmaşıktır. Elle tutulmaz, tek başına çözülemez ve biraz baş belasıdır. O yüzden yalnız kalmak sanıldığı kadar konforlu olmayabilir. Düşünmek için çok fazla vaktiniz olduğunda düşünmemeniz gereken şeyleri de düşünmek zorunda kalırsınız.
Çevrenizdeki hareket daha ağır işlediğinde zaman zihninizi dağıtmayı ve sizi oyalamayı beceremez. Bazen zihin bulutunuzdan sizi çekip çıkaracak bir akış da ruhunuza iyi gelebilir. O yüzden hızlı bir hayat o kadar da konforsuz değildir. Dahası, sevdikleriniz, aileniz ve dostlarınızı fazlasıyla özleyebilirsiniz. Onlarla sohbet etmek, dertleşmek istemeniz çok doğal. Sizi bazen onların çekip çıkarmasını istersiniz zihninizin içinden. Şehirdeki hayattan kaçtığınızda kısmen bu jokerlerden de kaçmış oluyorsunuz. Çünkü kendinizi şehirdeki denklemden çekip çıkardınız ama sizin özlem ve ihtiyaç duyduğunuz o insanlar ve anılar hala o denklemin içinde.
Ayrıca yalnız olmadığınız anlar da olacak. Kasaba halkı ile aranızdaki iletişim de garipsenecek bir hal alabilir. Şehirde yenilmiş veya vazgeçmiş bir yabancı gibi görüneceksiniz onlara. Ağır akan bir sosyal hayatın tek konusu siz olacaksınız uzun bir süre. Acıyan gözler gezinebilir üstünüzde.
- Merakla sorulmuş onlarca soru var cevaplamanız gereken. Bol bol nasihat dinleyeceksiniz muhtemelen. Son birkaç cümleyi yazarken ben bile rahatsız oldum. Tüm bu riskleri de önceden iyice düşünmek gerek sahil kasabanıza yerleşmeden önce.
3) Hükümetin son argümanı beni daha fazla heyecanlandırıyor. Uzun yıllar beraber yaşadığımız insanlar var geride bıraktığımız hayatımızda. İş arkadaşları, komşular, dostlarımız... Karakterimiz, zayıflıklarımız büyük çoğunlukla biliniyor. Bize ait deneyimler, hikayeler gibi birçok şey gözler önünde. Yeni bir hikayeye başlamak, yeni bir sosyal hayat inşa etmek bizi hatırlamak istemediğimiz tüm bu anlardan kurtarıyor. Düşünsenize... Yeni komşularımız bizi onlara anlattığımız kadar biliyor. Biz yine aynı kişiyiz ama gözler önüne ne kadar serilmek istediğimizi seçebiliyoruz artık.
Ruhumuz, geçmişimizle bugünümüzün eşleşmediğinin farkına varabilecek insanlardan uzak artık, daha az tedirgin ediyor bu bizi. İşlenmemiş hatalar var yalnızca artık, aşık olunmamış biri, duyulmamış yeni heyecanlar. Her birimiz hayatlarımıza yeniden başlamak isteriz ve imkân bulamayız ama yeni bir sayfaya geçmek mümkün olabilir gerçekten artık. Kendimizi yeni bir sayfada istediğimiz yere yerleştirebiliriz. Yeni bir akış ve sürükleniş... Son argümanı değerli kılan da bu olsa gerek. Yeni bir heyecan ve özlemini duyduğumuz o kontrol hissi. Böylece karşılaştığımız her insan ve enerjisi daha az yük olmaya başlar. Daha kontrol edilebilir olduğunda daha az kaygı verici olur ilişkilerimiz. Toparlamak gerekirse, çocukluktan itibaren biraz bizim inşa ettiğimiz biraz da çevreyle geliştirdiğimiz atanmış karakterlerimizin dışında bir yaşam sürmek sahil kasabasındaki hayatlarımız için heyecan verici görünüyor.
3) Muhalefet adına adına son argümanımızı, “yarım bırakmanın verdiği huzursuzluk” üzerine inşa etmek istiyorum. Her birimiz yıllarca içinde bulunduğumuz hayatta hedefler koyduk kendimize, motivasyon sebepleri oluşturduk, hırslandık. Günün birinde her ne kadar kötü hissetsek ve kendimizi bu yaşam geride bırakılmaya değer diye ikna etsek de hikayelerimizi tamamlanmamış bırakmak huzursuz eder bizleri. Farklı farklı mücadelelerin birleşimi gibidir ömrümüz. Bazı mücadeleleri kaybettik mi acaba, diye düşünmek gerçekten sinir bozucu. O kitabı yazmak, o terfiyi almak, o evde oturmak, doktorayı o ortalamayla tamamlamak…
Geride bıraktığımızı düşünsek de zihin haritamızda açık kalıyor bir şekilde. Bu his -eğer yeterince olgunlaşmadıysak- kendimizi korkak ve zayıf hissettirebilir. Ayrıca, sadece kendi zihnimizde yok bu fikirler. Yeni komşularımız da böyle düşünebilir, eski iş arkadaşlarımızdan mail alabiliriz, dostlarımız her şeyi bırakıp gittiğimiz için takılabilir bize. Bu fikir herkesi bu kadar tedirgin etmese de başkalarının düşüncelerini bir kere önemsemeye başladığınızda yorucu olacaktır.
Sırf bu nedenlerle bile bazen geri dönmek ve hesabı kapatmak isteyebilirsiniz. Geri dönmeyi, bu yüzden aklınızın bir tarafını kurcalayıp durmasına tercih edebilirsiniz. Önceki hayatınızı tamamen kapı dışında bırakamadığımız için sahil kasabanız eskinin bazı parçalarını da ağırlamak zorunda kalabilir. Tüm bunlar dışarıdan renkli ve huzurlu görünen sahil kasabası hayalinizi daha da soluk gösterecektir sizlere. İşte o zaman bu kararı verebilmek daha zor olacaktır. Açıkçası günün sonunda bir fincan kahve almak ve kararınızı yeniden düşünmek istemeniz olası gibi görünüyor.
Seyit Muhammed Subaşı, Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Öğrencisi.
Yavuz Yiğit: Sayfa Editörü, Münazara Hitabet Derneği Başkanı.