Hepimiz aynı dünyada mı yaşıyoruz?
Aynı dünyada yaşıyoruz. Aynı dünyaya bakıyoruz. Aynı dünyadan bahsediyoruz. En azından teorik olarak durum bu! Fakat bilişsel düzeyde çoğumuz bilsek de gerçek yaşam düzeyinde etkisini çok anlayamadığımız bir başka gerçek daha var: Hepimiz farklı dünyalarda yaşıyoruz.
Benzersiziz. Fakat…
Farklı olan sadece zihinsel donanımımız, anılarımız, mizacımız yahut görüşlerimiz değil. Beyin bağlantı şemalarımız, algı kalıplarımız, değerlendirme algoritmalarımız gibi biyolojik tabanlı sistemlerimizden tutun; değerleri anlama biçimimiz, an be an verileri işleme kapasitemiz, konu ve kavramlarla olan anlık mesafelerimiz gibi bilişsel ve duygusal boyutlardaki özelliklerimiz de dâhil, hepsi bize has ve aynısı bir başkasında yok. İçsel dünyamızın bu yegâneliğini ve algı kalıplarımızdaki bu yalnızlığımızı, “dil” dediğimiz bir beceri ile kapatıyoruz. Aslında daha doğru bir tabirle “üzerini başarıyla örtüyoruz”. Soyut simgelerden oluşan ifadeleri değiş tokuş yapıyor, dünya hakkında anlaştığımızı yahut anlaşamadığımızı düşünüyoruz.
Bir kelime yahut kavramla karşıdaki insanlara bir şeyler aktarmayı bırakın, o kelime ve kavramdan biz de zamanın her bir farklı diliminde farklı şeyler anlıyoruz. Bir kelimeyi yahut kavramı ardı ardına kullansak dahi, biz bile aynı şeyi kastetmiyoruz. Zira ilk söylediğimize nazaran ikinci kez söylediğimizde, zihnimiz artık o kelimeyi “ilk kez, birden fazla kez söylemekte olan” bir zihin oluyor ve bu bile o kavramın içsel anlamı konusunda ciddi bir fark yaratabiliyor. Yani dünya hakkında, kendimiz hakkında, zamanımız hakkında, iyi ve kötü hakkında ne diyorsak; her bir kelimemiz, her bir kavramımız ancak öznel bir nitelik taşır. Bir diğer ifade ile devasa bir “bana göre” parantezinin içinde kendine yer bulabilir. İşin gerçeği budur.
Dünyayı anlama ve kavramsallaştırmada inançlarımız çok büyük bir rol oynuyor. Bilgimizden ziyade inançlarımızla anlıyor ve anlatıyoruz dünyayı. Zaten bilgi için “gerekçelendirilmiş inançtır” diyorlar ya; buna önce inanıyor, sonra ona gerekçe buluyoruz. O nedenle inançlar pek zor değişiyor. İnancın temel bir özelliği, kendine dair kanıt toplaması için ev sahibi zihni sonuna kadar zorlamasıdır. Beynin değerlendirme sisteminin temel çalışma prensipleri buna dayanır. Neyi duyacağımızı, neyi göreceğimizi, neyi düşüneceğimizi inançlarımız belirler. İnançların kayıtlı olduğu devreler, beynimizde tabiri caizse “ana kart” gibi bir yerdedir. Çok hızlı çalışır; bu karmaşık dünyayı hızla ayıklayıp inançlarımıza uygun bir hâle getirmek, gerçekliği “bize göre” bükmek, o devrelerin uzmanlık alanıdır. Düşüncesiz ve bilinçsiz çalışır, inançlar. Düşünce ve bilinci şekillendirir. İşte o nedenle inançsız, ön kabulsüz bir zihinle düşünmek, insanüstü bir çaba ister.
Bilgilenmek
Bazı “bilgiler” bizi dönüştürebilir. Genellikle bunu az yahut çok “inançlarımızı” değiştirebildikleri için yapabilirler. Fakat buradaki güç, o bilgilerin kendisinde değildir; esas güç, değişmek ve dönüşmek isteği taşıyan alıcı zihindedir. Hâlinden memnun olmayan, gelişmeye çalışan, kabuğundan çıkmaya çabalayan insanların zihinleri, zaman zaman böyle hâllere girebilir. Yeni öğrendikleri şeyler, onların kalıplarını ancak bu nedenle sarsabilir ve onları kendi inanç pencerelerinden uzaklaştırıp, yeni açılan pencerelerden dünyayı görmelerine imkân verebilir. Fakat bu ancak “istenç” varsa mümkündür. Değişmeyi, dönüşmeyi, gelişmeyi ve inkişafı istemeyen zihin için bilgi hiç bir işe yaramaz. Yaramaz demeyelim gerçi; zihin her bilgiyi bir şekilde alabilir ama içerdeki işlemleme ile inancına uymayanları çok güzel dönüştürüp kendine uygun bir hâle getirebilir. Onu “yalan”, “saçmalık” veya “ihanet” olarak niteleyip arşive atabilir mesela. İnançların yarattığı bu etkinin günlük dilimizde bir adı da vardır: Cehalet. Sıklıkla cehaleti, “bilmemek” sansak da bilmemek, bilmemektir. Öğrenince geçer. Öğrenmenin de ana sebebidir bilmiyor olmak. Cehalet aslında, öğrenmeyi reddetmektir.
Neden reddederiz öğrenmeyi? Bir kere, zihinsel rahatımızı bozar, yeni bilgi. Yaşam yeterince karışıktır zaten. İnançlarımız olmadan nasıl düşünüp karar vereceğimizi de bilmeyiz çoğu zaman, çünkü muhtemelen bize hiç öğretilmemiştir. Yeni bilgiyi “analitik ve kritik” olarak nasıl işleyebileceğimizi bilemeyiz. Bunları öğrenebilmek için böyle yapabilen insanlarla karşılaşmamız gerekir ki bunların adedi pek azdır. Çoğumuz o kadar kısmetli değilizdir. Bir de sistematik olarak her birimize işlenen “öz-değersizlik” hissiyatını ekleyin; netice bellidir: Biz, büyük düşüncelere değebilecek insanlar değilizdir. Biz hayatta kalmaya çalışan, çoğu konuda yetersiz, hep eksiğini gidermeye çalışan biçareler olarak yetiştiriliriz. Bu öz-değer olmayınca da “daha büyük bir algı çerçevesi” talebi kalmaz artık, daha pek erken yaşlarda içimizde.