Edebiyatımızın yazı makinesi: Ahmet Mithat Efendi
“Bir kimsenin göğsünde bir yürek bulunsun da hiç kimseyi sevmesin, bu mümkün mü?”
Ahmet Mithat Efendi kimdir?
Efendim, Rus işgali üzerine Kafkasya’yı terke mecbur kalan bir anne ile Anadolu’dan gelip İstanbul’a yerleşmiş bir babanın oğlu olarak Tophane semtinde küçük ahşap bir evde dünyaya geldim. Orta halli bir esnaf ailesi içinde ve güç şartlar altında yetiştim. Nasılsa kısmet bu zaman dünyaya gelmekmiş.
Eğitim sürecinizden bahsedebilir misiniz?
Beş altı yaşlarımda iken babam vefat edince bir ara Mısır Çarşısı’nda bir aktar dükkânında çıraklık yaptıktan sonra ağabeyimin yanına, Vidin’e gittim. İlköğrenimimi orada yaptım. Ailemle İstanbul’a dönünce Tophane Sıbyan Mektebi’nde okudum. Akabinde Niş Rüştiyesi’ni bitirdim. Daha sonra Rusçuk’a, bir devlet dairesine memur olarak atandım. Çalıştığım dönemde Fransızcayı öğrendim ve bu nedenle Tuna Valisi Mithat Paşa’nın takdirini kazandım. Bunun üzerine asıl adım olan Ahmet’in yanına Mithat da eklenerek bu şekilde anılmaya başlandım.
Dil öğrenimi serüveninizden bahsedebilir misiniz?
Açıkçası memurluk hayatım boyunca öğrenmeyi sürdürdüm. Bu amaçla bir yandan Sait Paşa Medresesi’nde sabah derslerine gidiyor, bir taraftan da akşamları Çankof Efendi’den Fransızca dersleri alarak yabancı dil bilgimi ilerletiyordum. O zamanlar elime, çocuklara mahsus mecmualardan tutun en ciddi konuları işleyen ne kadar eser geçtiyse hepsini detaylıca okudum. Kendim için kitap seçme gibi bir durumum söz konusu değildi.
“Yazı makinesi” olarak adlandırılmanızın sebebi olan külliyatınızdan bahsedebilir misiniz? Eserlerinizi sayma imkânınız oldu mu?
Ne hoş bir latifede bulundunuz. Bu yaşıma değin kaleme aldığım 30 romanım oldu. Fatma Aliye Hanım ile ortak yazdığımız “Hayal ve Hakikat”ı da sayarsak 31 roman. “Letaif-i Rivayat” serisi içerisinde yayımlanan 25 hikâye ve “Kıssadan Hisse”, “Durub-ı Emsal-i Osmaniye Hikemiyatının Ahkâmını Tasvir”, “Beliyat-ı Mudhike”, “Karı Koca Masalı” ile 29 hikâye, yedi tiyatro oyunu, 23 roman çevirisi, beş tiyatro oyunu çevirisi, bir hatıra yazısı, iki gezi yazısı, bir mektup, iki monografi ki bunlar Beşir Fuad ve Fatma Aliye Hanım üzerinedir. Tarih, felsefe, sosyoloji, psikoloji, pedagoji, ekonomi, askeriye üzerine kitaplar, beş ders kitabı, edebiyat ve eleştiri üzerine onlarca makale.
Ahmet Mithat’a göre roman nedir?
Roman denilen şey bir cemiyet-i beşeriyye içinde görülen ahvalden birisini veyahut bazılarını kâğıt üzerine koymaktan ibarettir.
Birçok eser kaleme almış birisi olarak romanlarınızı nitelikli buluyor musunuz?
Roman edebiyatımıza çok yeni girdi. Pek aşina olduğumuz bir tür değil. Hatta ilk dönemlerde Osmanlı aydınlarınca pek çok tartışmaya dahi sebep oldu. Elbette teknik anlamda ilk eserlerimizde kurgu ve içerik bağlamında bazı aksaklıklar mevcuttur.
Peki, Ahmet Mithat Efendi neden romanlarında kendisine bir yazar değil de bir eğitici rolünü biçti?
Çünkü biz Tanzimat aydınları olarak toplumu eğitmek noktasında kendimize önemli misyonlar yükledik. Bize göre aydın, toplumu eğitmekle mükelleftir ve bunu yapmak için roman oldukça elverişli bir türdür.
Niçin doğrudan doğruya dinî-didaktik bir konuyu işleyen romanınız yok. Özel bir tercih midir?
Romanlarımda idealize ettiğim karakterler, Türk-Osmanlı, İslâm düşünce ve hareket tarzının temsilcileri gibidirler. Mesela “Paris’te Bir Türk” adlı romanında Nasuh, “Demir Bey”de Mustafa, “Acâib-i Âlem”de Subhi ve Hicâbî, “Ahmed Metin ve Şirzad”da Ahmed Metin, “Mesâil-i Muğlaka”da Abdullah Nahîfî bunlardan dikkate değer birkaç örnektir.
Romanlarınızdaki en belirgin unsurlardan biri olan ve “araya girme” olarak da adlandırılan okurla yaptığınız muhabbeti nasıl değerlendiriyorsunuz?
Esasında bu durum zannımca romanla okur arasındaki bağı kuvvetlendiriyor. Genellikle dış etkenlerden dolayı okurun dikkati dağılmak üzere iken Ahmet Mithat Efendi, “Su-i zanna düşmeyiniz!”, “Sözü uzatmak ne lazım?”, “Böyle demeyiniz efendim,” gibi bölümler arasına birkaç cümle ekleyip dikkatin kitaba tekrar yönelmesini sağlamaya çalışıyorum.
Ahmet Mithat Efendi, Doğu ve Batı kültüründen nasıl etkilendi?
Tuna Gazetesi’ne yazarlığa başladıktan kısa bir süre sonra matbaacılık tekniğini öğrenerek gazetenin başyazarı oldum. Bu dönemde yüzümü sırasıyla önce Batı’ya sonra da Doğu’ya çevirmeme yardım eden iki mühim kaynak vardı. Midhat Paşa, Bağdat’a tayin edilince beni de yanında götürmüş; orada Zevrâ adlı gazetenin başına geçirmiş ve okuryazar bir muhitle tanışmama vesile olmuştu. Entelektüel kesimle olan ilişkilerimiz her ne kadar beni Batı kültürüne doğru ittiyse de daha sonradan tanıştığım Bağdatlı Muhammed Zühâvi ve Can Muattar, üzerimde Doğu kültürü ve felsefesi bakımından hayli tesir bıraktılar.
Kimlik karmaşası yaşadınız mı?
Yazılarım dolayısıyla ilk önce kamuoyu tarafından dinsiz olmakla itham edildim. Daha sonra ise İslam’a yakınlaşmam ve bilimsel düşüncelerimle İslam’ı bir potada eritmeye çalışmamın altında yatan temel nedenlerimi ve bilimsel kimlik bunalımımı sorguladım. Okuyucuların büyük çoğunluğu, Batı’yı medeni simasından ziyade kâfir tarafıyla görüyordu. Bense Batı’yı önce kendimde eritip onu âdeta ihtida ettirdikten sonra, okuyucularıma Müslümanlaşmış bir çehre ile göstermenin büyüsüne kapıldım.
Batı’yı eser türlerinin çeşitliliği anlamında örnek almamız gerektiğini dile getirseniz de eserlerinizde bu düşüncenizin zıddını görüyoruz. Neler söylemek istersiniz?
Bunu savunuyorum, doğrudur. Ancak iki kültürden de beslenmemek mümkün değil. Bu sebeple romanlarımda orta oyunu, karagöz; bilhassa meddah hikâyelerinin tahkiye ve diyalog tarzına yer verdim.
İstanbul’u seviyor musunuz?
Dünyanın en güzel şehri İstanbul, İstanbul’un en güzel köşesi Boğaz, Boğaz’ın en güzel köşesi Beykoz… Beykoz’un da en güzel yeri, evimin yeridir.
Önce Cerîde-i Askeriyye’ye başmuharrir oldunuz, daha sonra Devir, Bedir ve Dağarcık mecmualarını yayınladınız. Namık Kemal ile o yıllardan tanışıyorsunuz değil mi?
O vakitler hummalı bir faaliyet ve genişleme yıllarımdı. O yıl İbret Gazetesi’ni idareye başlamaktan hariç, Namık Kemal ile tanıştım. Ayrıca Türkçe - Fransızca çıkan Takvim-i Ticaret Gazetesi’nin baskısını ve Türkçe kısmının yazı işlerinin sorumluluğunu üzerine aldım. Ertesi yıl, ilgim olmadığı halde Dağarcık'taki bazı makalelerim nedeniyle “materyalist, pozitivist, ateist” gibi eleştirilere maruz kalarak Yeni Osmanlılarla birlikte Rodos’a sürgüne yollandım. Edebî açıdan belki de en verimli yıllarımı orada geçirdim.
Genç Osmanlılarla aynı düşüncede değil miydiniz?
Hayır, hatta aynı düşüncede olmadığımı vurgulamaya çalıştım ve bir yandan da gazetelerde Sultan Abdülhamit’in politikalarını ve otoritesini destekleyen yazılar yazdım. Ne garip hâl! İnsan dünyaya hangi bakış açısından bakarsa dünyayı o bakış açısının gerektirdiği gibi görür.
Osmanlı milletinin ilim ve fen arasındaki farkı ayırt edemediğini düşünüyor musunuz?
Biz henüz mütefennin ad olunabilecek bir millet olmadığımızdan mıdır nedir, şimdiye kadar ilim ile fen arasında fark aramamışızdır.
En değer verdiğiniz olgular nelerdir?
İnsanın en değerli hazinesi, karakteridir. İnsanlar arasında hiçbir şey, dürüstlük kadar değerli değildir. Bir insanın başarısı, onun çalışkanlığına ve disiplinine bağlıdır. Sabır, en zor zamanlarda bile bizi ayakta tutan bir erdemdir. Bizi biz yapan şey ise kültürdür. Çünkü bir toplumun kültürü, o toplumun kimliğini belirler.
Öğrenmek ne zaman tamamlanır?
Tamamlanamaz. Çünkü öğrenmek, yaşamımız boyunca süren bir yolculuktur. Ömrümüz o kadar kısadır ki bu âlemde her bir şeyi tecrübe ederek ve yaşayarak öğrenmeye vaktimiz yetmez. Diğer insanların yaşamış oldukları tecrübeleri öğrenirsek belki rahatça, serbestçe, namusluca yaşayabilmeyi başarabiliriz.
Kıymetli vaktinizi bize ayırdığınız için teşekkür ederiz. Gençlere bir sözünüz var mı?
Rica ederim. Söz sözü açar, açılan sözler istenilmeyen sözlere kadar varır demişler. Bu kadar kelam kâfi ancak son söz olarak gençlere kederi yasaklıyorum.