Dirilişin kentlerine zamanı aşan yolculuklar
Sezai Karakoç’un “Dokuz şehir kurtulsun, kurtulacaktır Müslümanlar; insanlık kurtulacaktır,” dediği şehirleri bilir misiniz? Şairin dediği gibi “bizim vazifemiz bu şehirlerin kirlenmiş havasına taze dağ havası getirmektir.” Öyleyse bu şehirlere hayali de olsa yolumuzu düşürerek başlayalım işe…
Sezai Karakoç haklıdır. Diriliş fikri gitmelidir bu dokuz şehre. Hem de ak ırmaklar gibi… Tek tek sayalım ve yolculuğumuz başlasın o zaman: Kudüs, İstanbul, Mekke, Kahire, Şam, Kuala Lumpur, Bağdat, İslâmâbâd ve Dârüsselâm. İsimlerini anarken bile içimizi titreten şehirlerdir onlar… Gökte yapılıp yere indirilen, şifalı nehirlerin köpüklerinden doğan, annelerimizin sütü kadar bize yakın, derin derin içe çekilip bize hayat veren şehirler… “Kur’ân-ı Kerim Mekke’de nazil oldu, Kahire’de okundu, İstanbul’da yazıldı” dedirten diyarlardır.
Sezai Karakoç’un, “Yeryüzüne ayı indir, o bir şehir olsun” dizesiyle karakterize edilen İstanbul, kış mevsiminin çok yakıştığı şehirlerdendir. Soğuk bir kış günü İstanbul'da olmak, çoğu zaman kar mavisi bir günün tadını sürmek için yeterlidir. Kar, şehrin bütün lekelerini örten muhteşem bir örtü vazifesi görür. Asırlık dev ağaçların ince uzun dalları buzdan heykellere dönüşür. Kar, “Kasîde-i Bürde” zarafetindeki Ayasofya Camii’nin kubbelerinden başlayıp Galata Kulesi üzerinden Haliç'e kadar kadim şehrin üzerine âdeta konfeti gibi yağar da yağar... Bir o kıtaya bir bu kıtaya koşuşturup duran kar, asırları aşmış camilerin, hanların, hamamların, medreselerin kubbelerine tüy tüy dökülür. Altı minaresiyle İstanbul silüetinin eşsiz parçalarından biri olan Sultanahmet Camii, karlar altında ziyaretçilerini kendisine hayran bırakır. Görkemli Topkapı Sarayı da Osmanlı'nın köklü mirasını hünerle saklar. Bu dev hazine sandığının kapağını aralayanlar, büyük bir medeniyete tanıklık eder. Saf bir beyazlığa ve sükûnete bürünen İstanbul, karşı konulmaz güzelliğe sahip olur. Böylesi günlerde elbette fotoğrafçılara da şairlere de gün doğar. Kışın ve karlı İstanbul’un en güzel halleri objektiflere gülümser, anlar mısralarda ölümsüzleşir.
Mekke, çöl sonsuzluğunun hazinesidir ve kutsal mekânlarının ardında keşfedilmeye değer sayısız güzellik saklar. “Değeri yolculuğun sonunda daha iyi anlaşılan yer” olarak görülen Mekke, ziyaretçisine geçmişi ve geleceği tüm yönleriyle birlikte yaşatır. Kâbe'nin varlığı nedeniyle İslam’ın gözde şehirlerinden biri olan Mekke, hızla büyüyen bir şehirdir. Nüfusu 1,5 milyonu aşmış, son çeyrek asırda burada yaşayanların sayısı en az çeyrek milyon artmıştır. Mekke'yi ziyaret etmek, modern çağın getirdiği tüm değişimlerine rağmen İslamiyet’in doğuşuna tanıklık etmiş mekânları görme fırsatı sunar. Peygamber efendimiz Hz. Muhammed’in (S.A.V.) doğum yeri olan Mekke’nin doğusundaki Sevr Dağı’nda bulunan Hira Mağarası, ilk vahiylerin geldiği yer olarak dinimizde özel bir mertebeye sahiptir. Kurak ve sıcak bir çöl iklimine sahip olan şehirde, Arap Yarımadası'ndaki diğer kentlerden farklı olarak sıcaklıklar yıl boyunca yüksek değerlerde seyreder. Öyle ki yılın en soğuk günlerinde bile Mekke'de sıcaklıklar geceleri 17, gündüzleri ise 24 santigrat derecelerin altına pek düşmez.
“Kahire” dendiğinde, “Ah Mısır ve kadim başkenti” demeden duramaz insan. Burası İslam âleminin gözbebeği, Müslümanların ebedî evidir. İslam hâkimiyetiyle birlikte kültürünü zenginleştiren şehir, Fatımilerden Osmanlılara uzanan İslam sanatının zengin örnekleriyle bezelidir. 10 bin yıllık tarihi boyunca ev sahipliği yaptığı uygarlıkların izlerini saklayan kent, labirent sokaklarında sayısız hazine saklar. 878 inşa tarihli İbn-i Tülun Camii, 14. yüzyıl Memlûk mimarisinin anıt eserlerinden Sultan Hasan Camii, 19. yüzyılda Osmanlılar tarafından inşa edilen El Rıfai Camisi ve diğerleri… Kenti birer mücevher gibi süsleyen yüzlerce caminin sadece birkaçıdır onlar. Dünyanın en eski İslam üniversitelerinden birine ev sahipliği yapan, 10. yüzyıl tarihli El Azher Camii’nin sağ çaprazında, şehrin meşhur kapalı çarşısı Han El Halili yer alır. Çarşının muhabbetli sokaklarında gezinirken, Necib Mahfuz’un roman kahramanlarından biri, her an bir köşe başından çıkacakmış gibi hissedilir. Orta Çağ mimari şaheseri Selahaddin Eyyubi Kalesi’ni görmeden şehirden ayrılmamak gerekir.
“Şehirlerin annesi” Kudüs’ü yağmalayan barbar haçlıları dizen getiren büyük komutan Selahaddin Eyyubi’nin kabrini ziyaret etmek için Şam’a gidilir. Türbesi, dünyanın en büyük ve en eski camilerinden biri olan Emevi Camii’nin kuzey duvarına eklenmiş küçük bir bahçededir. Buradan Uzak Doğu’ya, Malezya’nın başkentine uzananları, şehrin kalbi kabul edilen Özgürlük (Merdeka) Meydanı karşılar. Bu renkli İslam ülkesi, 1957 yılında İngiliz hegemonyasından kurtulduktan sonra, Müslümanlar bu meydanda günler süren kutlamalar yapmıştır. Meydanın hemen arkasında Ulusal Camii yükselir. Şemsiye biçimindeki mavi çatısıyla dikkat çeken caminin içi son derece sadedir. Caminin çok yakınındaki İslam Sanatları Müzesi’nde Tac Mahal’den Kâbe’ye dek birçok İslam eserinin maketlerinin yanı sıra; Kurân-ı Kerim el yazmaları, sırma işlemeli kaftanlar, takılar ve mücevherler görülebilir.
Dünyanın farklı köşelerinden ezanların yayıldığı Bağdat, İslâmâbâd ve Dârüsselâm ise tüm güzellikleriyle öylece Müslümanları bekler. Yeniden dirilişin umuduyla… Bağdat ki altın çağını İslam hâkimiyetinde yaşamış ve büyük bir kültür, tercüme, bilim merkezine dönüşmüştü. Şairlerin övgüsüne mazhar olan şehir, Müslümanların Arap Yarımadası ile Anadolu arasındaki köprüsüdür. Mimarisi hem modern hem de İslami geleneği yansıtan İslâmâbâd, İslam’ın Hint Yarımadası’ndan göğe uzanan işaret parmağıdır. Kur’ân-ı Kerim’de cennet için kullanılan “huzur yeri” anlamındaki Dârüsselâm, adının hakkını veren bir İslam şehridir. Birçok camiye kucak açan Doğu Afrika şehrindeki el-Meclisü’l-İslâmiyyü’l-a‘lâ adlı kurum da bölgedeki İslami faaliyetleri yönetir.
Sezai Karakoç 1990’ların ortasında seslenmek istediği şehirlere mektuplar yazmıştı. Biz de gün olur dünya gözüyle göremesek de İslam’ın dokuz gözdesini; en azından birer mektup yazalım onlara, şairin yaptığı gibi…