Cenk hikayeleri: Süleyman Paşa'nın mektubu

​Cenk hikayeleri: Süleyman Paşa'nın mektubu.
​Cenk hikayeleri: Süleyman Paşa'nın mektubu.

Güneşli bir gündü. Sunguroğlu evinin terasında oturmuş, Nine’yi dinliyordu. Onu dinlemeye bayılırdı. Dinlerken çocuklaşır; Akça Dede’nin kendisine ata binmeyi, ok atmayı, mızrak savurmayı, kılıç çalmayı öğrettiği eski günlere dönerdi.* Mazinin derinliklerinde geçmişini ararken, Nilüfer çıkageldi. Nilüfer, Nine’nin kızıydı. İki elinde iki ayran tası tutuyordu. Mahcup mahcup gülümseyerek:

“Soğuk ayran getirdim,” dedi, “ister misiniz?”

“İsteriz kızım,” diye atıldı Nine, “bu havada soğuk ayran istenmez olur mu hiç? Hey gidi günler. Sunguroğluma eski günleri anlatıyordum. Ne zaman büyüdü de kocaman oldu hâlâ şaşarım.”

Taslardan birini alırken kızına baktı:

“Sen de büyümüş, serpilmişsin maşallah. Akça’nın sağ olup da görmesini isterdim. Bütün gayesi iki genci evlendirmekti. Fakat bir türlü gerçekleşmiyordu. Tam meseleyi açacağı sırada Sunguroğlu’na yol görünüyor, yollar uzadıkça uzuyordu. Nilüfer kızararak içeri kaçtı. Gönlü her zaman Sunguroğlu’nda idi ama derdini içine gömmüş, şimdiye kadar hiç kimseye açmamıştı.

Karşılıklı ayranlarını yudumladıktan sonra, Nine:

“E...” dedi, “biraz da sen konuş bakalım. Hele söyle, evlenmeyi hiç düşündün mü?”

Soruya çarpıldı birden, şaşkın şaşkın kekeledi:

“Be... ben mi? Evlenmek ha!”

“Vakti gelmedi mi daha?”

“Şey, bilmem ki. Yani silah eriyim de. Ne zaman nerede olacağım belirsiz de... Ev, bark sahibi olmayı göze alamam ki...”

Laf arasına Köse’nin* sesi gülle gibi düştü:

“Buyruk var Sunguroğlu Beyim. Şehzade Süleyman Paşamızın kapı gibi buyruğu var. Tez hazırlan!”

Elinden mektubu sallaya sallaya girdi. Ardından İbrahim de çıkageldi.**

“Vay bre! Hızır misali yettiniz ha. Nereden gelirsiz?”

“Kocaeli canibinden,” diye cevap verdi İbrahim.

“Hele mektubu oku da gideceğimiz yer belli olsun.”

Sunguroğlu evlilik bahsinin kapandığına memnundu. Mektubu açtı.

“Haydaaa!” diye söylendi.

Bir yandan Köse bir yandan İbrahim kuşattılar Sunguroğlu’nu.

Sabırsızca sordular:

“Ne yazıyor?”

Sunguroğlu doğruldu. Gülümseyerek arkadaşlarına baktı.

“Yola çıkalım da anlatırım. Yallah atlara!”

Alelacele Nine ve Nilüfer’le vedalaştı. Genç kızın gözleri dolu doluydu. Sönük ümitlerin kederinde inler gibi:

“Yolun açık olsun,” dedi.

Ardı sıra bir kova su döktüler.

Sunguroğlu, atını ahırdan çıkardı. Eyerledi ve üstüne atladı. Ana ve kızına el salladıktan sonra tepikledi.

“Haydaaa bre!”

“İnsan şehirde pas tutuyor. Ciğerlerine çekecek bir tutam temiz hava dahi bulamıyor. Ah bozkırım!
“İnsan şehirde pas tutuyor. Ciğerlerine çekecek bir tutam temiz hava dahi bulamıyor. Ah bozkırım!

Sesini duyanlar işaret almış gibi kapı önlerine çıktılar. El salladılar.

“Sunguroğlumuz yine vazifeye gidiyor,” dediler, “Allah yolunu açık, kılıcını keskin etsin.”

Köse bıyık altı gülüyordu.

“Ne gülersin bre!” diye çıkıştı İbrahim, “tuhaf olan ne?”

“Ağlayalım mı yani? Milletin Sunguroğlu Beyimizi ne kadar sevdiğini görür de gülerim. Sesini bile tanıyorlar. Ta uzaklardan hem de. Şu yol boyundaki kalabalığa baksana.”

“Senin sesin de Sunguroğlu Ağamınki gibi olaydı duyarlar ve tanırlardı bre uzun akıllım.”

Sunguroğlu arayı açıyordu. Yetişmek için hızlandılar. Az sonra şehir dışında idiler. Bozkır içlerini açmıştı. Üçü de sık soluyor, temiz havayı sanki emiyorlardı.

“Bozkır gibisi yoktur,” dedi İbrahim. “İnsan şehirde pas tutuyor. Ciğerlerine çekecek bir tutam temiz hava dahi bulamıyor. Ah bozkırım! Sunguroğlu Beyim, Süleyman Paşamın mektubundakileri açmayacak mısın?”

Öğle namazı için mola verdiklerinde Sunguroğlu anlatmaya koyuldu:

“Kulacahisar Beyi kardaşımız Karaca’nın kızı Sultan Hatun’u kaçırmışlar. Karaca Bey, Orhan Beyimize dert dökmüş. Orhan Beyimiz şehzadesine name salmış; nasıl iştir ki haremimize giriyorlar, kızlarımızı kaçırıyorlar da uyuyoruz yollu kınamalara geçmiş. Anlayacağınız, bu işin ardındayız.”

“Kimler tarafından kaçırıldığı belli mi ki?”

“Hay ne demektesin Köse birader, belli olsa Süleyman Paşamız yanlarına kor mu, bizzat ardına düşüp hesabını sormaz mı? Bize havale etmesinin hikmeti burada zaten. Bir gece sessizce kızcağızı kaçırmışlar. Hiçbir iz bırakmamışlar. Maksatları dahi belirsizmiş.”

“Desene yiğidim, işimiz bulanık suya olta salmak.”

“Dedim belle. Dedim ama bulanık suya olta salmak iyidir. Hiç beklenmedik zamanda bir de bakmışsın...”

“Balıkların en irisi oltaya takıl mış," diye sözünü kesti İbrahim.

“Öyle yapacağız demektir.”

Bir kişneme duyunca tetikte doğruldular.

“Çok yakınımızda,” diye konuştu Sunguroğlu, “birileri var.”

İbrahim öfkeyle soludu:

“Bizi dinliyor olmalı.”

Köse kılıcını sıyırdı:

“Haddini bildirmemek olmaz. Komşu kapısına kulak kabartmanın cezasını çekmeli.”

Sesini yükseltti:

“Heeey! Kim var orada?”

Kuş cıvıltılarından başka ses yoktu. Atlar otlamayı bırakmış, başlarını havaya dikmişlerdi. Bir tehlike sezer gibi bakınıyorlardı.

“Bre, meydana çıksana! Kimsin dendi bre!”

Zayıf bir ses:

“Benim,” diye karşılık verdi, “yabancı yok.”

* Sunguroğlu çocukken babasını kaybetmiş, Akça Dede ve Nine tarafından büyütülüp yetiştirilmiştir.

* Bizanslı bir papaz iken Müslüman olmuş ve eskiden Josef olan adını Yusuf olarak değiştirmiştir.

** İbrahim, Sunguroğlu’nun arkadaşıdır.

KAYNAK / KETEBE YAYINLARI TARAFINDAN YAYINLANAN “CENK HİKÂYELERİ" SERİSİNDEN ALINTILANMIŞTIR.