“Bitik” bir hikâye

“Bitik” bir hikâye.
“Bitik” bir hikâye.

Çoğu zaman olduğu gibi geç denilebilecek bir saatte, yorgun bir şekilde zili çaldı. Zili çalmak, içeride kapıyı açacak birilerinin var olduğunu bilmek, bir şükür sebebiydi onun için. Her akşam eli zile uzandığında bunu düşünür, “Allah eksikliğini göstermesin,” diye dua ederdi içinden. Kapı açıldı, içeri girdi. Selamlaşma ve hâl hatırdan sonra doğrudan kitaplığının olduğu odaya geçti ve masasına oturdu.

Yazmak, aklındaki ve gönlündekileri kaleme aksettirmek için kimi zaman bütün dünyaya haykırmak, kimi zaman da kimin kulak vereceğini bilmediği bir boşluğa seslenir gibi usulca fısıldamak istiyordu. Neydi peki bu aklında ve gönlündekiler? Bazen vatan-millet meselesi, nadiren gönül titremesi, bazen de “benim de söyleyeceklerim var” mesajı vermekti. Belki bundan beş asır önce yaşasaydı cenkten cenge koşan, gaza aşkıyla yanan bir cengâver olurdu. Lakin o demler çoktan geride kalmıştı. Artık savaşlar er meydanlarında yapılmıyordu. Meydan çoktu fakat “er” yoktu. Meydan muharebelerinin yerini ekonomik, psikolojik, kültürel savaşlar ve buna benzer birçok savaş türü almıştı. Öyle bir işgalci kuvvet zuhur etmişti ki adına “algı yönetimi” derlerdi. Herkesin gördüğü fakat çok az kişinin farkına varamadığı bir kuvvetti bu. Hemen herkesin evinde, hatta cebinde bir cephesi, bir siperi vardı.

Algının yönettiği bu dünyada eli kolu bağlı hissediyordu. Fakat bir şeyler yapmalıydı. Derken mübarek tavsiye açıktı: “Elinle düzeltemezsen dilinle, dilinle de düzeltemezsen en azından kalbinle, niyetinle, duanla mücadele edeceksin.” Elinden bir şey gelmiyordu madem o da kalemini dillendirecek, cümleleriyle ima edecekti. Bu düşüncelerle oturdu yazı masasına. Yazarken ve konuşurken teşbih yapmayı çok severdi. Teşbihi, anlaşılmayan bir şeyi anlaşılan bir şeyle anlatmak olarak görüyordu ve ona göre işe yarıyordu da. Yazılarını önce müsvedde kâğıtlara yazar, daha sonra taslak üzerinde düzeltmeler yapar, son olarak da dijital ortama aktarırdı. Elinden geldiğince kâğıt israf etmemeye çalışırdı. Kâğıda hürmet ederdi velhasıl.

Masanın üzeri, şair Edip Cansever’e nispet yaparcasına dağınıktı. Masanın üzerindeki kitaplar sürekli değişir fakat değişmeyen iki şey olurdu: Biri yazma yolculuklarındaki rehberi olan lügat, yani sözlük; diğeri ise vaktin kıymetini bildiren, senesi dolmadıkça değişmeyen masa takvimiydi. Zira vakit, Müslüman’ın nakdiydi ve nasihat büyük yerdendi: “Vakti, nakdi, ömrü azizi israf etmeyin!”

Böyle dağınık masada çalışmak gerçekten faydalı mıydı yoksa hoşuna mı gidiyordu, buna karar verememişti. Ama kafasının içine benzetiyordu masasını. Ona göre belli bir düzen ve ölçü içerisinde olmak şartıyla karışıklık iyiydi. Zihni zinde tutuyordu. Çok okuduğu bir şair ve yazarın sözü aklına geldi: “Kafa karışıklığı iyidir, insan bir kafası olduğunu anlar.”

Zihnimizin algılarla dondurulmaya çalışıldığı günümüz dünyasında, “paketlenmiş kabulleri” reddetmek gibi bir şeydi, zihni zinde tutmak. “Kırık dökük cümleler kurabildiğime, belli belirsiz kelimeler mırıldanabildiğime göre uyutamamışlar beni çok şükür,” diye düşündü.

Bir an yine içi coşkuyla doldu ve yine bir şeyler yapma ihtiyacı duydu. Don Kişot’a falan özendiği yoktu. Ne şövalyelikle ne de yel değirmenleriyle savaşmayla işi olurdu.

Bir insan yazar ya da şair olacaksa tarihini bilmeliydi. Çünkü geçmişini bilmek, insana kendisini ve imkânlarını gösteriyordu. Yazma iştahı belki de onun fıtratında vardı. Ona göre insanlar gibi milletlerin de fıtratları vardı. Tevazudan mıdır bilinmez, sair zamanlarda ortalıkta gözükmeyen ancak yeri geldiğinde gözünü budaktan, sözünü dudaktan esirgemeyen kendisi gibi binler, yüz binlerce insan vardı. Buna inanıyordu. Bu millet tarihinde bunu defalarca göstermişti, biliyordu.

Kalemin elinden düşmesiyle bir anda kendisini başka bir âlemden gelmiş gibi hissetti. Önündeki müsveddelere şöyle bir göz atınca, “yine mi?” dedi. Yazmak için oturmuştu masanın başına ama konu nerelere gelmişti. Olsun biraz fikir jimnastiği yapmak da iyi bir şeydi nihayetinde. Anlaşılan bu hikâye de başlamadan bitmişti yine.