Bir Leyla şehri-4: Ben öyle bir kış görmedim!

Bir Leyla şehri-4: Ben öyle bir kış görmedim.
Bir Leyla şehri-4: Ben öyle bir kış görmedim.

O günden her bahsetmeye başladığında ilk cümlesi bu olurdu anneannemin: “Ben öyle bir kış görmedim. Kasımın başından belliydi, bu kışın nasıl geçeceği. Zere kavaklar üstten yaprak dökmeye başlamıştı.”

Çekirgenin geceye mahsus makamı ile parmaklarına arkadaş olmuş tespihinin zikri gibi hep aynı tonlamayla anlatırdı anneannem. Ezberlenmiş bir masal olmasından sebep değildi bu benzer ahenk. Her anlatışında sahiden aynı hislerin yıllanmış sandıkta onu bekliyor oluşu, benzer kelimeleri çağırıyordu yanına.

Anlatırken üşürdü, termometrelerden bağımsız, mevsimsiz ve müstakil bir üşüme… Her anlatışında aynı titremeyle yeleğini omuzlarına doğru çekerdi. O günün soğuğu, mutfak camını sallayan sırpat rüzgârı, sokak köpeklerinin dahi sesini kesen, asfalta imzasını atan ayazı, hepimizi hayatımızın bir yerine kadar takip etmişti. Ama anneannemin tam da “elemneşrahlekesadrak” diyerek dudaklarından fısır fısır dökülen umudunu üflediği göğsüne konuşlanmıştı. Orayı kendine yuva bellemiş, o günden şu güne göğsündeki nefese ortak olmuştu.

“30 Kasım takvim yaprağını yatmadan yırtıp sobanın ızgarasından Besmele’yle atmıştım. Üstünde ayet vardır, öyle ortada bırakılmaz. Gece üç müydü, beş miydi bilmem; bildiğim gecenin katran olduğu vakit. Annenin iniltisine açtım gözümü. Sarılmış gelinlik yorganına, karnımdaki gibi iki büklüm olmuş benim Bahar’ım.” İstemsizce elini yumruk yapar, göğsüyle rahmi arasında bir yere götürür, kutsal bir taş gibi yerleştirirdi oraya. “Yorgan da annen de su gibi olmuş, sıksan güğüm dolar. Atıldım üstüne, yavrum dedim kuzum dedim, duymuyor. Geçmiş kendinden. Karnında sen, birkaç hafta kalmış gelmene. Oltadaki balık gibi çırpındım durdum, soyu batsın baban yine yok ortada. Bizim Zehra’nın kapıya koştum. Güm güm güm.” Yumruk yaptığı eli karın boşluğundan yukarı doğru kalkar, havada bir yerleri döverdi. Münfehim o kapı karşısında olsa yine aynı hiddetle saldırırdı, güm güm güm. “Zehraların güvercin gibi bembeyaz bir Broadway’leri vardı. Kocası Yaşar, yüreği güzel, parası helal adamdı. Tamirhanesi vardı, tüm mahallenin egzozunu çekmiştir içine. Hakkıyla kazandı, hakkıyla aldı arabasını. Hayırlı olsuna gitmiştik o zaman, yemiştik tatlısını. Nereden bileyim Bahar’ıma mezar olacak o beyaz güvercin.”

Trajik zamanlara özgü, alışılmışın dışında bir hafıza hâli oluşuyor. Olağan şartlarda dikkat edilmeyen durumlar, kederin en yoğun durağındayken insanın duyularına fener gibi parlayabiliyor. O anla ilgili bir koku, sokaktan gelen bir kuş sesi, köşedeki kadının taktığı yün atkı yahut komşu Zehra’nın kocası tamirci Yaşar’ın beyaz Broadway’i. Anneannemin, kızını ateşler içinde yanarken hastaneye taşıdığı arabanın markasını, rengini, alınış hikâyesini hatırlaması ilk başlarda çok garip gelmişti bana. Hatta bu durum beni epey öfkelendirmişti. Ama sonra fark ettim. Mesele araba değil, beyaz Broadway’i kefen yapmış kızına anneannem. “Yaşar bizi kasaba hastanesine taşıdı. Oradan ‘biz bir şey yapamayız, şehre götürün,’ diye tavuk kışkışlar gibi kovaladılar bizi. Şehirdeki hastaneye giderken Bahar’ımın başı usulca düştü elime, serçe gibiydi yavrum. Anladım. Gözümden gönlüme düştüğünü anladım. Ama ağzımı açıp da bir şey diyemedim. Elimde yavrumun başı, bekledim.” Yumruk yaptığı elini açmış, ayası kendine bakacak şekilde dizine koymuştu anneannem, boş avucuna bakıyordu. “Sabah eve geldik iki kişi, ben bir de kundakta sen. Takvime baktım, 1 Aralık. Annenin teri kurumamış daha yorganda.”

Amfide yankılanan asistanın sesiyle irkildim. “Arkadaşlar, hocamızın kesin talimatı. Lütfen sınav kağıtlarınızın sağ üst köşesine tarihi not ediniz, sırf bu yüzden bıraktığı öğrencisi var.” Askerlikteki ilk gününde komutanından komut almış erler gibi herkesin kağıtlarının üst kısmına yönelişini izliyorum, amfinin üst sıralarından. Yanımdaki er, yani öğrenci hatırlayamıyor tarihi. “Şey, pardon. Bugün ayın kaçıydı ya?” Sesimdeki karanlığa engel olamıyorum: “1 Aralık”. Asker arkadaşım, kafasıyla acele bir teşekkür edip gömüldüğü kağıdına geri dönüyor. Kimsenin birbirinin karanlığından haberdar olası yok.

Üniversitedeki ilk senelerinde, ilk vize sınavına giren dönem arkadaşlarımın heyecanlarına ortak olmak istiyorum. Ancak gözüm hep fakültenin eski ahşap pencerelerinden bana göz kırpan bulutlu Ankara semasına kayıyor. Dışarıda beni bekleyen ayazın yüzüme vurmasına, montumun içine gömülüp hızlı hızlı ve fakat hiçbir yere yetişmeyen, sadece içinde bulunduğumuz günü delip geçmeme yardımcı olacak adımlar atmaya duyduğum arzu, o an sağ üst köşeye tarih yazmadık diye bizi dersten bırakabilecek bir vizyona sahip hocamızın dersinden geçme zorunluluğuma ağır basıyor. Muhtemelen yine terazinin yanlış tarafındayım. Önümdeki sorulardan bağımsız, aklımdaki Sezai Karakoç mısralarını kağıda yazıyorum ve 18 yıldır olduğu gibi, doğum ve ölümün yırtıcı dostluğundan peyda olan araftaki bir gün olarak bir 1 Aralık günü daha, terazinin doğru tarafından kaçıyorum.

Anne öldü mü çocuk?

Bahçenin en yalnız köşesinde;

Elinde siyah bir çubuk,

Ağzında küçük bir leke.

Çocuk öldü mü güneş,

Simsiyah görünüyor gözüne.

Elinde bir ip nereye

Bilmez bağlayacağını anne.

Kaçar herkesten,

Durmaz bir yerde.

Anne ölünce çocuk,

Çocuk ölünce anne.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım