Bir Leyla şehri-3: Kevser Teyze çiçeği

Bir Leyla şehri-3: Kevser Teyze çiçeği.
Bir Leyla şehri-3: Kevser Teyze çiçeği.

Düzene yenik düşen düzensizlerin şehri Ankara’dan selamlar. Böyle söyleyince bir Ankara radyosu frekansından seslenmiş gibi olsam da benim frekansım, yalnız yurt odamdaki bir buçuk adımlık alana ulaşıyor.

Şehre yerleşeli, fakülteye başlayalı, odamın ince, uzun, dört karışlık penceresinden her sabah şafak vaktinden önce uyanıp, şehrin henüz karbonmonoksite boğulmadığı saatlerden payıma düşeni alalı epey gün oluyor. Yaşıtlarımın kaynaştığı, üçlü beşli samimi grupların kurulduğu, ilk bowlinglere gidildiği, fotokopiye en düzenli notları bırakacak olan o kişinin çözümlendiği, makul fiyatlı ama mide yanması yapmayan dürümcülerin keşfedildiği, hatta ve hatta gönül meselelerinin yeni yeni filizlenmeye başlandığı kadar epey. Benim frekansım ise dediğim gibi bir buçuk adımdan öteye gidemiyor. Çünkü benim epeyim için epeyden epey fazla zamana ihtiyacım var.

Arkadaş olabilmek, gerçekten hissettiğim hâlimle konuşabilmek bittabi susabilmek, nazarımda kolay şeyler değil. Anneannem, huyumdan memnun olmadığını belli eden tonuyla, “Göçmeden bir tane daha Leyla yapsaymış keşke anneciğin,” derdi. Hemen ardından dediğine hüzünlenir, yaydığı beyaz sabun kokusuyla yanağımı okşayarak dudaklarının arasından dökülen Fatihalara karışmış hâlde devam ederdi: “Her cevize bir taş lazım Leyla’m. Ne iki ceviz ne iki taş, kendi kendine işe yaramaz.”

Sabah okula giderken, aslında eski olan çantamı “vintage” sanarak ödünç almak isteyen oda arkadaşım Elif’e, Cici’min ceviz-taş örneğini de düşünerek ses etmiyorum. “Tabii tabii benimkiler genelde ‘vintage’ zaten, istediğin zaman alabilirsin.” Buradaki ceviz tam olarak kim, taşın görevi nedir, bu deyişte anlatılmak istenen aşağıdakilerden hangisidir? Bunların hiçbirini söylemedin ki bana be Cici’m!

Nihayet kafamdaki kazı çalışmasının durduğu tek an olarak yurt odam boşalıyor. Dersimin öğleden sonra olduğunu hatırlayınca içimdeki müziğin dışarı çıkması gerektiğini düşünüyorum. Pencerenin perdesinden müsaade isteyip, Ankara’nın kasım rüzgârını içeri davet ederken sehpada duran “vintage” radyomun düğmesine basıyorum. “Yüzün geçmişten kalan, aşka tarif yazdıran.” Denk gelen şarkıya bakın, daha ne isterim şu hayattan. “Bir alaturka hüzün, yüzün kıyıma vuran.” Durun durun! Bir şey isteyebilirim gerçi; lütfen hüzünlerim alaturka kalsın, vintage olmasın. “Anne karnı huzuru, çocukluğumun sesi.” Ah anne! Sesini bilmeyi ne çok isterdim. “Senden bana şimdi zamanı sızdıran.” Bir terapi yöntemi olarak bağıra bağıra eşlik ediyorum Elfida’ya.

Radyoda çalanlara eşlik ettiğim, kirlilerimi yıkatıp temizlerimi katlarken hiçbir çorabın eşsiz kalmadığı, zihnimde ettiğim kavgalarda çok havalı cümleler kurduğum, Sezai Karakoç’un “İnci Dakikaları” şiiri misali üstüne titrediğim vaktimi, nevresimimi değiştirerek zirvelere taşıyorum. Okul için hazırlanıp yurttan çıkacakken, odaya son kez göz gezdiriyorum. Dolabımın üzerinde duran Kevser Teyze Çiçeği'ne su vermediğimi fark edince mihaniki bir tavırla çiçeğe yöneliyorum.

Kevser Teyze, annemin en yakın arkadaşı. Onların tabiriyle “ahretliği.” Annemden sonra bana emanet gözüyle baktığından olsa gerek, iyi kötü her anımda çerçevenin içindeki o resimdedir. Okuma bayramında kırmızı kurdele ilişirken yakama, yazları gittiğim kurslarda Kur’ân’a geçenler için yapılan mütevazı törende ateşimi düşüremedikleri için birkaç gün hastanede kaldığımda, genelde kapıya yakın yerlerde gözündeki yaşı gizlemeye çalışarak izlerdi beni. Sonra hastalandı Kevser Teyze. İnsanın sevdiği kişinin acısına şahit olması, bu yalan dünyanın en gerçek kederlerinden olsa gerek. Yanaklarındaki kılcal damarlardan hayat fışkıran hâline aşina olduğun insanın, avurtlarında oluşan çukurları izlerken hayatın güzel olduğunu düşünmek çok zor.

Yatağının yanında beklediğim bir vakit, sehpasında el emeği hafif sararmış dantelinin üzerinde duran çiçeği yoklamıştım elimle. Kadife yapraklarından yayılan, reyhan ile kekik karışımı keskin bir kokusu vardı. “Al götür bunu,” dedi. Sonra ekledi: “Aynı kökten ahretliğimin mezarına da ektim, çok sever kokusunu.” Götürdüm koydum penceremin önüne. Gelen giden selam verirken, “Ne güzelmiş kokusu Leyla, biraz bize de köklesene,” dediler. Kökledim, yayılsın istedim. Sonra adını sordular, bilemedim. “Kevser Teyze’ye sorarım, az iyileşsin,” dedim. Soramadım. Birkaç gün sonra kaybettik Kevser Teyze’yi. Üzerinden biraz zaman geçince, sohbet esnasında çiçeğin adını araştırmak isteyen arkadaşlara da izin vermedim. Benim için artık bir adı vardı zaten ve çok güzeldi, Kevser Teyze Çiçeği.

Pet şişe elimde çiçeğimi sularken Elif girdi içeri. “Sen çıkmadın mı daha?” Cevap ile ilgilenmediği belli olduğundan lüzumsuz cevaplarımla hızının kesilmesini istemedim: “Leyloş bayıldılar çantaya, biraz daha kalsa bende?” Yine cevap ile ilgilenmiyordu, haddimi bildim. Ama “Leyloş”u bir ara halletmeliyim, zira Leyloş’daki “o”ların uzadığı bir versiyon var, o zaman gözümdeki seğirmeyi durduramıyorum. “Ay o çiçeğin de kokusu biraz genzi yakıyor be Leyloş, koridora mı koysak?” Yine cevapla ilgilenmediği, hatta cevabı pek de umursamadığı bir an. “Aynısından annemde de vardı, çok sever böyle ıvır zıvır işleri. Bana kalırsa babamla arası iyi olmadığı için sarıyor böyle şeylere. Bir arada punch mıdır nedir ona dadanmıştı.” Nefes almadığı bir monolog içindeydi. “İyi hoş ama insana nefes aldırmıyor bak bu bitkiler. Biz de en sonunda balkona koyduk öyle rahat ettik inan. Küba kekiği miydi, neydi adı bunun?” Yorulmuşum da hakkımı almış yıllar gibi hissediyorum ve taş olup tüm cevizleri kırmak istiyorum.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım