Bir imparatorluk ve sanat şehri Viyana

​Bir imparatorluk ve sanat şehri Viyana
​Bir imparatorluk ve sanat şehri Viyana

Viyana'nın müzeleri kadar ünlü olan bir başka şeyi de sarayları. Bu zarif mekanlar öyle devasa ki yalnızca saray gezmek için bile başlı başına bir seyahat programı ayarlanabilir. Üstelik tarihte bu şehri iki kez kuşatan Türklerden kalma birçok izi burada görmek mümkün.

Karlı bir İstanbul gününde uyanıp, Viyana uçağımı kaçırmamak için birkaç saat önceden yola düştüm. Uçağım öğle vaktinde olmasına rağmen, sabahın erken saatinde alanda hazır bekliyordum. Hava durumu uygulamasının gösterdiğine bakılırsa Viyana, benim şehrimden daha sıcaktı. Bi r kış günü ilk olacaktı bu, benim için. Orta Avrupa, genelde soğu k iklimiyle bilinir. Özellikle aralık ayından mart ayına kadar sert geçer günler. İstisnaların kıymetini bilmek gerek.

Kardeşimin kongresi sebebiyle onunla birlikte gitmeye karar verdim. Viyana’ya daha önce bir kere gitmiştim. Yine bir kış günü, yılın son günlerine doğru, açık hava pazarlarının kurulduğu bir zamanda. O dönem, şehrin her yeri ışıl ışıl ve coşku doluydu. Bayılmıştım. Onun heyecanı vardı üstümde. Çok ani planlamamıza rağmen, hızlıca gideceğim yerleri zihnimde listeledim. Uçakta seyahati planladım. Kalacağımız yer şehrin göbeğindeydi. Çok turistik bir dönem de olmadığından otel fiyatları oldukça makuldü. Otel dışında ev kiralama seçeneklerinin de çok yoğun olduğu bir yer, Viyana. Eğer kalabalık bir grup geliyorsanız da daire kiralamanız daha mantıklı olabilir.

İstanbul - Viyana arası uçuş, yaklaşık 2,5 saat sürdü. Sonrasında uzun sayılabilecek bir pasaport kuyruğunun ardından şehre giriş yaptık. İşte Viyana’nın kapılarındayız! Havalimanından otele taksi, otobüs ya da trenle gidilebiliyor. Trenle yarım saat olan mesafe, hızlı trenle yaklaşık 15 dakika sürüyor. Tren, en mantıklı seçenek. Çünkü hem ekonomik hem de kolay. Şehir merkezinin havalimanlarına çok uzak olmadığı şehirleri seviyorum. Kısacık tatilimde hem zamandan hem de paradan tasarruf etmemi sağlıyorlar.

Hava gerçekten İstanbul’dan daha sıcak. Otele vardıktan sonra kendimi dışarı atıyorum. İlk durağım, Viyana’nın meşhur Doğa Tarihi Müzesi oluyor. Hatta bu şehre yeniden gelmek isteme sebeplerimden biri, bu müze. Geçen seferki seyahatimde ne yazık ki kapalı olduğu için görememiştim. Dünyanın en büyük ve en esk i doğa tarihi müzelerinden biri burası. Müzeyi hakkıyla gezebilme k için bir gününüzü ayırmanız gerekebilir. Ama benim o kadar vaktim olmadığı için birkaç saatimi buraya ayırdım.

Müze, 19. yüzyılda 8 bin 700 metrekarelik devasa bir alana inşa edilmiş. Müzede 30 milyona yakın obje bulunuyor. Bir gün ayırmak derken ne demek istediğim anlaşıldı sanırım. Fosiller, mamutlar, dinozorlar, kelebekler, böcek koleksiyonu, bakteri koleksiyonu, balina iskeletleri, mineraller, taşlar, değerli madenler harika bir anlatımla ziyaretçilere sunuluyor. Müzeyi gezen her yaşta insana rastlamak mümkün. Özellikle gençlerin oldukça ilgisini çekiyor.

Bu bölgede Doğa Tarihi Müzesi'nin yanı sıra; Sanat Tarihi Müzesi ve Etnoloji Müzesi de yan yana bulunuyor. İlgin varsa gelmişken birkaçını görebilirsin. Mesela ben, Doğa Tarihi Müzesi’nden çıkınca Sanat Tarihi Müzesi’ne gittim. Burası dekoratif sanatlar ve güzel sanatlar alanlarında dünyada önemli bir yere sahip. Müzede Caravaggio’dan Rubens’e, Jan van Eyck’ten Vermeer’e pek çok sanatçının eserlerini gördüm. Özellikle hayranı olduğum Pieter Brueghel’in resimlerine yakından bakmak heyecan vericiydi.

Saatlerimi müzelerde harcadıktan sonra yürümenin de verdiği yorgunlukla kendimi bir kafeye attım. Viyana’nın kafeleri epey meşhur. Kuzey ve Orta Avrupa’daki pek çok şehir, özellikle iç mekân kullanımlarının yaygınlığından dolayı kafelerle nam salmış durumda. Küçük bir kafe olan Kaffemik’te soluklandım. Bu küçücük kahve dükkânında içtiğim kahve, bana çok iyi geldi.

Viyana denince akla ilk gelen şeylerden biri de ünlü tatlı apfelstrudel, namıdiğer elmalı turta. Hatırlayanlar olacaktır, Tarantino’nun “Soysuzlar Çetesi” (Inglourious Basterds) adlı filminde Christoph Waltz, gerilimi yüksek bir sahnede bu tatlıyı yiyordu. Şimdi spoiler verip izleyecekleri üzmek istemem ama yaklaşık altı dakika boyunca Waltz’in tatlıyı yemesini izledikten sonra insan kremaya batırılarak yenen bu tatlıyı merak ediyordu. En azından ben ettim. Yemek için de 1786’dan beri şehirde hizmet veren Demel’e gittim. Viyana’ya özgü tatlı apfelstrudel ve yine onlara has kahve türlerinden biri olan melange istedim. Neobarok tarzdaki dekoru, beyaz önlüklü garsonları ve nostaljik atmosferiyle oturduğum süre boyunca kendimi bir dönem filminde gibi hissettim.

Demel’den çıktıktan sonra biraz şehri turladım. Akşam operaya gidecektim, ondan dolayı da o saate kadar yeniden acıkıp şinitzel yemek istiyordum. Birkaç gün önceden rezervasyon yaptırdığım Figlmüller’e gittim. Şehrin en turistik aktivitesi şinitzel yemek olsa da bazı şehirlerin klişeleri güzeldir, kendini bırak! Şinitzelin yanında patates salatası istemeyi sakın unutma. İki restoranları var ama dediğim gibi ikisine de gitmeden önce mutlaka rezervasyon yaptır!

Gelelim Viyana’da opera konusuna. Mozart’ın doğduğu topraklardasın. Bu yüzden buraya gelmişken opera dinlemeden dönmek olmaz. Bunu başarabilmek için yine birkaç gün önceden bilet alman gerekiyor, unutma! Viyana’da operaya gitmek, turistik bir aktivite gibi gözükse de bu ihtişamlı opera binasının ziyaretçilerinin arasında en çok Viyanalılar bulunuyor. Opera bilet fiyatları biraz pahalı ama öğrenciler için bir seçenek daha sunmuşlar, ayakta opera biletleri. Hem binayı görmek hem de sahnede bir şeyler izlemek istiyorsan, pek de bütçe ayıramayacaksan, bu seçeneği de değerlendirebilirsin. Bunun dışında opera binasına rehberli tur organizasyonları yapılıyor. Böylece en ön koltuğa oturup, duvardaki sanat eserlerini izleyebilirsin. Ben Mozart ve Haydn’ın Viyana klasiklerini dinleme şansı yakaladım, muhteşemdi.

Olur da opera binasını görme şansını kaçırırsan, biletler tükendiyse üzülme! Civardaki irili ufaklı tarihî salonlardan birinde konser dinlemek de inanılmaz bir deneyim. Pek çoğu 18. ve 19. yüzyıllarda inşa edilmiş bu zarif mekânlarda mesela Vivaldi’nin eserlerini dinleyebilirsin.

Ertesi sabah erkenden yola çıkıp, kahvaltı için Figar’a gittim. Klasik bir kahvaltı tabağı ve kahve söyledikten sonra günümü planladım. Hava soğuk olsa da Viyana’nın müzeleri harika olduğu için birkaç müze daha gezecektim. Hava, İstanbul’dan sıcak olsa da yine de soğuk tabii. İlk durağım MUMOK oldu. Burası, şehrin modern sanat müzesi. Genelde gittiğim her yerde modern sanat müzelerine de uğrarım. Viyana’nın müzeler bölgesi olan Museumsquartier’de bulunan müzenin ilginç bir mimarisi var. Müze katlarını doğru sırayla gezmeni tavsiye ederim. Çünkü sergilerin konsepti, bütün olarak ele aldığında anlamlı hâle geliyor.

Sonrasında Leopold Müzesi’ne geçtim. Burası da yine müzeler bölgesinde bulunduğu için yollarda telef olmadım. Dünyanın en büyük Egon Schiele koleksiyonu da burada bulunuyor ki bu da 40’tan fazla tablo, 190’ın üzerinde çalışma demek. Ressam Schiele, bütün bunları 28 yıllık ömrüne sığdırmış. Gustav Klimt’in de müzede pek çok eseri sergileniyor. Dünyaca ünlü Albertina Müzesi de burada. Renoir, Degas, Monet, Cezanne, Picasso gibi sanatçıların eserlerini görmek istersen buraya uğrayabilirsin ama benim ne vaktim ne de nakdim kaldığından pas geçmek zorunda kaldım.

Viyana’nın müzeleri kadar ünlü olan bir başka şeyi de sarayları. Viyana sarayları öyle devasa ki yalnızca saray gezmek için bile başlı başına bir seyahat programı ayarlanabilir. En ünlülerinden birisi de Belvedere Sarayı. Burası, ecdadın Viyana Kuşatması sırasında direniş gösterdiği için Prens Eugen Savoy’a hediye olarak verilmiş. Şimdilerde resim galerisi olarak kullanılıyor ve duvarında Prens Eugene’i, Sultan Birinci Mahmud’un elçisi ile görüşürken tasvir eden bir resim asılı.

Viyana'da iki kez şehri kuşatan Türklerden kalma birçok izi görmek mümkün. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre ilk kuşatma sırasında surlarda açılan bir gedikten şehre dalan Osmanlı askeri Çerkes Dayı, içeride tek başına olduğunu fark edip şehit olana dek çatışır. Kral Ferdinand da bu büyük kahramanı şehit olduğu eve defnettirir. Strauchgasse’de evin köşesinde kılıç sallayan heykel, Çerkes Dayı’dan başkası değildir.

Viyana’nın sokaklarında öylece gezerken, ilginç mimari yapılara rastlamak da mümkün. Hundertwasser Evi, bunlardan biri. İspanya’da Art Nouveau akımının öncüsü olan Mimar Antoni Gaudi’nin eserlerine aşinaysan, burası da onun elinden çıkmış gibi gelebilir sana. Ama burası, Avusturyalı sanatçı Friedensreich Hundertwasser tarafından yapılmış. Üstelik turistlerin sürekli karşısında durup fotoğraf çektirmesine rağmen içinde yaşayanlar var. Ben de üzerime düşeni yaparak fotoğraf çektirip oradan uzaklaştım.

Buraya yürüme mesafesinde olan başka bir ilginç yapı da Kunst Haus Wien. Burası da aynı mimar tarafından yapılmış ve kafesi de var. Bina da müze olarak kullanılıyor. Burayı da listene ekleyebilirsin. Bir de Türkiye'ye dönmeden mutlaka Stephansdom Katedrali’nin kulesine çıkıp şehre şöyle bir tepeden bak. Ben de öyle yaptım. Şehirden ayrılmadan önce son bir kez şehre bakıp bir kez daha buluşmak üzere sözleşip ayrıldık.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım