Ay
Bir vakit, çocuk babasına "Babacığım, rüyamda Ay, benim önümde saygıyla yere kapanmıştı." dedi. Baba şaşırdı, tenha bir köşeye götürüp rüyasını anlatmasını istedi oğlundan. Fısıltıyla... Tane tane... En ince ayrıntısına kadar...
Biter bitmez ayaklandı, telaşla sırtındaki harmaniye sardı oğlunun sözlerini; başka kulaklar duymasın diye. O gün ve ondan sonraki birkaç gün daha kimsenin bilmediği kuytularda yeniden açtı harmanisini; yere serdi, tane tane dizdi oğlunun sözlerini. Dinledi, inceledi, ayıkladı... Sonunda; "Ey oğulcuğum!" dedi,
“Sakın rüyanı başkalarına anlatayım deme, yoksa sana karşı bir tuzak hazırlarlar."
O saatten sonra babayla gözde oğul, sebebini yalnızca kendilerinin bildiği derin bir suskunluğa büründüler. Sanki ikisinden birisi boş bulunup başkasıyla çene çalmaya, gevezelik etmeye kalksa; sır, yakaladığı ilk boş sözün kuyruğuna tutunduğu gibi dışarı çıkacak, dünyayı varlığından haberdar edecekti.
"Sana bir hediye ihsan edilecek." dedi, kuytulardaki fısıltılı konuşmalarından birinde; "Bir nimet... Sen benim soyumun...” Sustu devamını getiremedi.
Bir süre sessiz kaldıktan sonra; "Yeter ki sus, kimseye söyleme!"
Oğlu için özene bezene diktirdiği gömleği çıkarıp, "Al" dedi, "Buna sar sırrını, kimselere belli etme." Çocuk, ne rüyasını ne de babasının sözlerini kimseye anlattı. Gömleği giydi. Sustu.
Oysa sırrın saklanması, açıklanmasından fenaydı belki de; sır gizlendikçe büyüyor, sırla birlikte ağabeylerin kıskançlıkları, hain planları da... Bir gün ağabeyler; "Bırak onu yarın bizimle gelsin, gezip oynasın; ona göz kulak olacağımızdan en küçük bir şüphen olmasın!" diyerek babayı ikna ettiler... Çocuk, kuyuya atılmak üzere giderken kötü bir şeyler olacağını sezdi.
Ağabeylerinin gömleğine bakışlarından korktu, gözleri babasının harmanisini aradı. Daha hızlı kaçabilmek için hemen büyümek istedi. Geriye döndü, baktı. Geriye döndü, baktı.
Babasının sözleri… Üşüdü. Kollarını vücuduna doladı, gömleğine sardı sıkıca. Ayaklarını sürüyerek yürümeye çalışırken birkaç kez tökezledi, düşecek gibi oldu. Ağabeylerinden en hırçın olanı, pençeyi andıran eliyle omzundan tutup düzeltti onu.
Kalbi çatlayacak gibiydi, yorulmuş, korkmuş, ter içinde kalmıştı. Ona vadedecek bir ses, mucizevi bir yardım, bir ilham bekledi. Ağabeyler akşam olunca babanın yanına gidip "Ey babamız!" dediler, "Yarış yapmak için bulunduğumuz yerden biraz uzaklaşmış ve kardeşimizi azıklarımızın yanında bırakmıştık...
Meğer kurt kapmış onu! Ama biliyoruz ki, biz böylece doğruyu söylüyor olsak da sen bize inanmayacaksın!" Böyle diyerek üzerinde yalancı bir kan lekesi bulunan gömleği çıkarıp gösterdiler. Baba, "Yoo" dedi, "Sizi kendi hayal gücünüz bu kötü oyuna sürükledi." Gömleği kokladı, kanlar arasından oğlunun sözlerini ayıklamaya çalıştı.
Gözlerinde yaş, ellerinde kanlı gömlek. Kalakaldı. Günlerce tek söz etmedi, kıpırdamadı. Bir ses bekledi, bir mucize, bir ilham... Karanlıkta saklı olana bakabilmek için kör oldu. Bekledi... Bekledi... Bekledi. Bir hafta sonra akşam saatlerinde, bir kervan, çöl sınırında dibinde bir karıştan fazla su olmayan kurumaya yüz tutmuş bir kuyu buldu.
Kuyunun içinde bir çocuk cesedi... Gövdesi sular altında, kana bulanmış, başı dışarıda. Suyun üzerine Ay doğmuştu, Tam çocuğun çıplak göğsünün üzerine... Işık, çocuğun vücudunda kararsızca gezinirken bir anlığına ölümün bile çirkinleştiremediği güzel yüzünü aydınlattı. Çocuk, Yusuf değildi.
Aykut Ertuğrul / Konuk Yazar