Aheste zamanların sanatkârları
Şehzadebaşı'nın Kalenderhane semtindeki irili ufaklı, varlıklı, dirlikli konakların ve evlerin arasında, semtin en dar sokağına düşen Hattat Aziz Efendi'nin ahşap evi, tek başına gizli bir hazine idi. Acaba yanı başında gürül gürül işleyen İbrahim Efendi Konağı, onun değerini keşfedebilmiş miydi? Acaba mahallede, onu bütün gerçekleriyle tanıyan kimse var mıydı? Ne ki Aziz Efendi, ne kadri bilinmekle büyüyen ne de küçümsenmekle değerinden kaybeden kıymetlerdendi.
Hattat Aziz Efendi, Şeyhülislam Kapısı'nda sıradan bir memurdu. Tabii ki zengin de değildi. Hem olamazdı da. Nitekim sonuna kadar da aşırı bolluk nedir bilmedi. Esasen ne böyle bir arzusu ne de bu tür bir iddiası vardı. Her zaman parayı pul olarak görmüş, bir eliyle aldığı daha cebine girmeden, öteki eliyle yerini bulmuştu. Göze batan bir sadelik ve tevazu ile çalışan büyük sanatkârların mesleğine ait hemen her iş kendi elinden çıkar ve o derece basit aletlerin yardımıyla çalışırdı ki bir kalemtıraş, bir mühre, bir pergel, bir cetvel, vücuda getirdiği şaheserlerin karşısında âdeta oyuncak sayılırdı.
Bilhassa ahar gibi, mürekkep gibi, ebru gibi murakkaa germek, yaldız ezmek gibi, başkaları tarafından da yapılabilmesi mümkün olan işler, gene onun titiz himmetine ve şahsi gayretine bakardı. Zamanla kâğıt sanayi tekâmül etti. Lakin hattat için gene de kâğıdın hususi bir metotla terbiye edilmesi usulü devam etti. Zira levha ve ferman gibi itina gosterilmesi gereken yazıları, aharsız kâğıda yazmak mümkün değildi. Onun için de abâdiler ve alikurnalar, bir nevi vernik demek olan ahardan geçtikten sonra kullanılırdı. Bunların en itinalı ve en makbul olanlarını da Vezneciler'deki Kâğıtçılar Çarşısı'nda bulmak mümkündü.
Fakat Aziz Efendi, kâğıtlarını kendi eliyle aharlayıp terbiye etmek itiyadında idi. Bu sanatkâr eller de nasıl hünerli, nasıl manalı, nasıl şahsiyetli idi. Az konuşan, konuşurken kızaran, lüzumsuz yerlere bakmaktansa önüne bakmayı tercih eden bu büyük sanatkâr, sanki aklıyla, idrakıyla, muhakemesi, mantığı ve duygusuyla başlı başına şuurlu bir mahluktu. Onun edepli, hicaplı ve hayalı yüzüne bakmak, sadece ellerine bir göz atmak dahi insanın kendi kendisine çeki düzen vermesini, bu manalı ve muhtevalı yaratıkların karşısında bir hükümdarın huzurunda imişçesine saygı ile hizaya gelmesini gerektirirdi.
Fakat bu tarihi simanın hamurunu mayalayan, onu bir iffet ve ahlak temizliği azametiyle zenginleştiren gerçek unsuru, şüphe yok ki Müslüman imanıyla derviş ruhunun, şuur altına hükmeden sırlı tasarrufunda aramak lazımdı.
İşte bir velinin muhabbet halkasından dökülen o sırlı hâlet, iyilikler ve kötülükler yuvası olabilen o şuur altına derinlemesine işleyip menfi, bulanık ve şüpheli unsurları kılıçtan geçirmiş ve Hattat Aziz Efendi de Şeyh Aziz Rifai olurken, onun mabudluğu, tevazu, edep ve ihlasla zenginleşerek bu ilahi simaya bir sahabe azameti vermişti.
Bir olucu ve oldurucu Efendi'den efendilik beratı almış bu muhasebeli, murakabeli büyük sanatkâr, devrinin en kudretli ve en namlı üstatlarından biri olmasma rağmen, verimli bir gayretle, mütevazı evinin bir odacığında çalışırdı. Garip olan şu ki onun bu geceli ve gündüzlü faaliyetinden hissesine düşen kazanç, hemen de yalnız manevi zevkten ibaretti. Maddi semeresi ise açıkgöz aracıların ve kapanın elinde kalırdı. Bu yüzü yumuşak ve eli bol sanatkârların yanına sokulup da dil dökerek yazı ısmarlayanların siparişlerini karşılamak için yalnız emek değil; altın yaldız, boya, mürekkep, kalem ve kâğıt gibi hayli yekûn tutan malzeme de gerekirdi. Çok defa haftalar süren bu gayret ve emek mahsulleri sahiplerine teslim edilirken; Aziz Efendi'nin rahlesinin üstüne bırakılan bedel, değil emeğini, masrafinı dahi karşılamaktan uzak olurdu. Ama o, asla ses çıkarmaz, verileni münakaşasız kabul eder, hatta elini dahi sürüp bakmadan, karısını çağırarak ve bilhassa para lafını ağzına almamaya dikkat ederek, “Hanım, şu rahlenin üstündeki alıver!” derdi.
O, günler günü, bazen haftalar haftası üstüne göz nuru dökülmüş yazıların, tezhiplerinin de yapılıp çerçevelenerek bir gelin gibi evden çıkıncaya kadar ne zahmetlerle hazırlandığını herkesten iyi bilirdi. Hele sülüs, nesih, talik, divani gibi türlü hatlarla bezenen levhaların, murakkaların, fermanların, Kur'an-ı Kerim ve meşklerin kâğıtları aharlanırken, kendisine de bir yardım hissesi düştüğü için, bu işlerin ne demek olduğunu, tabii ki herkesten iyi kendisi ölçebilirdi.