A Hidden Life
"Dünyanın artan iyiliği kısmen tarihte yer etmemiş eylemlere bağlıdır. İşlerin benim veya sizin için kötü olabilecekken olmayışı, yarı yarıya bağlılıkla gizli bir hayat yaşayan ve yeri belli olmayan mezarlarda yatanlardan dolayıdır.”
Filmi, George Eliot’un bu sözüyle bitiriyor yönetmen. Dünyanın iyiliğini artırdığını düşündüğünden olacak ki, Franz’ın başına gelenler karşısında takındığı tavrın, bizim başımıza kötü şeyler gelebilecekken gelmeyişindeki etkisini anlatmak için bu filmi çektiğini söylüyor adeta. Peki, Franz neler yaşadı da yönetmen bu geçmişi yeniden bugüne taşıma gereği duydu?
İkinci Dünya Savaşı yılları. Avusturya o senelerde Almanya’nın işgali altında. Almanya’nın başında dünyanın en acımasız katillerinden Hitler var. Eli silah tutan her erkek savaşa çağrılıyor. Franz da onlardan biri. İlk çağrılışında sadece temel askerlik eğitimi alıyor ama diğer yandan savaşta masum insanların da acımasızca katledildiğini görüyor. Neyse ki yeniden köyüne gönderiliyor ama tekrar savaşa çağrılma söylentileri dilden dile dolaşıyor. Dindar bir Katolik olan Franz’ın Peder’le konuşması onun savaşa bakış açısını göstermesi açısından önemli:
Franz: Beni çağırırlarsa savaşamam Peder. Masumları öldürüyoruz. Başka ülkeleri istila ediyor, zayıfları yağmalıyoruz. Rahipler bunları yapan askerlere kahraman hatta aziz diyorlar. Kahraman olanlar diğerleri olabilir, düşmana karşı evlerini savunanlar...
Peder: Bunları başkasına anlattın mı? Karına, ailene? Onların iyiliği için hareketlerinin sonuçlarını düşünmen gerekmez mi?
Din görevlilerinin de Nazi güçlerinin siyasi bakış açısıyla birlikte hareket etmesi Franz’ı hayal kırıklığına uğratıyor. Bu süreçte köye para ve mal yardımı için gelen askerlere de hiçbir yardım yapmayarak savaş karşıtı konumunu daha açıkça ortaya koyuyor Franz. Bu yaptığıyla köyde de kendisine karşı tepki oluşmasına sebep oluyor. Belediye başkanı bizzat yanına gelip Franz’ın davranışını eleştirirken şu cümleyi kullanıyor: “Senden başka hiç kimse böyle yapmadı!”
Bu sahnede filme ara verip şu soruyu yazdım not defterime: “Herkes böyle yapıyor diye yaptığın neler var? İnandığın, doğru bulduğun için değil de herkes öyle yapıyor diye ezbere davrandığın kaç tane hareketin var?” Bu soruya verilen cevaplar çoğaldıkça kendi fikirleri olan bireylerden sürüyle hareket eden, fikri olmayan sürü elemanlarına dönüştüğümüzü düşündüm. Sahi, hayatımızın ne kadarını kendi fikirlerimizle ve inisiyatifimizle yaşıyoruz? Filme dönecek olursak, Franz’ın savaş konusunda içi rahat etmiyor ve ardından Piskopos’un yanına gidiyor. Ona söylediği şu cümleler bir çıkış yolu aradığının göstergesi: “Eğer Tanrı bize özgür irade bahşetmişse yaptıklarımızdan ve yapmadıklarımızdan sorumlu değil miyiz? Eğer yöneticilerimiz kötü insanlarsa ne yapmalı? Hayatımı kurtarmak istiyorum ama yalanlarla değil.”
Piskopos ise kesin bir şey söylemiyor. Vatanını korumalısın, gibi üstünkörü cümlelerle onu savuşturuyor. Franz ise bunu fikirlerini söylemeye cesaret edememek şeklinde yorumluyor. Çünkü söylerlerse sıra onlara gelecek! Bu ne kadar da üzücü değil mi? Masum insanların öldürüldüğü bir savaş söz konusu ve hakikati savunması gereken din adamları dahi kendi çıkarlarını düşündükleri için gerçek fikirlerini söyleyemiyorlar. Bu durumda inandığı değerleri değil de zâlim Nazi yönetimini savunan Piskopos mu, yoksa inandığı bir değeri karşılaşacağı zorluklara rağmen savunan Franz mı gerçek bir din adamı?
Franz’ın bu tutumu köyde yayılınca köy ahalisi de ona ve karısına baskı uygulamaya başlıyor. Onun yüzünden yönetim kendilerine sıkıntı oluşturur diye korkuyorlar çünkü. Karısından başka annesi dahi Franz’ı tam olarak desteklemiyor bu çileli yolda. Herkes savaşa gitmeyi reddetmesinin doğru olmadığı fikrinde birleşmiş durumda. Franz ise masum insanları öldürmemek konusunda kararlı tutumunu sürdürüyor.
Sonunda beklenen oluyor ve Franz savaşa çağrılıyor. Savaşa çağrılan herkesten Hitler’e bağlılık yemini etmesi isteniyor. Franz bu yemini etmediği için önce nezarete sonra hapishaneye atılıyor. Suçu: Vatan hainliği. Bu süreçte çok defa işkencelere maruz kalıyor, çok defa mahkemelere çıkıyor. Geri adım atarsa ölümden kurtulabileceği söyleniyor çevresi tarafından ama Franz geri adım atmıyor. Çevresindekilerin kullandığı argümanların birleştiği tek nokta var: “Bu yaptığının kime, ne faydası var? Sanki yetkili mercilerin senden haberi var, sanki bu yaptığın şey seni kahraman yapacak, sanki savaşın gidişatını değiştireceksin...” Franz’ın neden bağlılık yemini etmediğini anlamaktan o kadar uzaklar ki, bu argümanlarla onu yolundan döndürmeye çalışıyorlar. Franz’ın tek derdinin vicdanının reddettiği bir davranışı diliyle de söylemek istemiyor oluşu olduğunu anlamıyorlar. Yalan görmemiş birinin doğru diye bir kavramı da yoktur ya hani, Franz için de öyle. Tüm dünya, vicdanının yapma dediği bir davranışı diliyle “öylesine” söyleyivermesinde bir sakınca olmadığına inandırmaya çalışıyor onu. Nasıl düşünmeniz ve hareket etmeniz gerektiğini dayatan toplumsal baskıya karşı direnmek kimse için kolay değildir. Tüm bu baskılara rağmen onurlu bir direniş gösteriyor Franz. İnandığı şeyi yapma konusunda, ölmek pahasına… İdam emrinin verileceği duruşmaya verdikleri arada hâkimle aralarında geçen şu diyalog tüm bu süreci kısaca özetliyor:
Franz: Bana öyle geliyor ki, yanlış olduğunu düşündüğüm bir şeyi yapamam.
Hâkim: Bunu yapmaya hakkınız var mı?
Franz: Yapmama hakkım var mı?Franz, kimseyi yargılamıyor. Ben kesinlikle haklıyım, tüm insanlar haksız da demiyor. Hatta çevrenin neden böyle davrandığını anladığını da belirtiyor çok defa. Dahası kimseye kendisi gibi düşünmedikleri için ne fiziksel ne de zihinsel baskı uyguluyor. Sadece yanlış olduğunu düşündüğü bir davranışı yapmayı reddediyor. Ne kadar da onurlu bir direniş şekli, öyle değil mi? İdam kararını duyan eşi soluğu hapishanede alıyor. Kısa bir görüşme yapıyorlar. Görüşmede ona “Seni seviyorum; ne yaparsan yap, ne olursa olsun senin yanındayım sonsuza kadar.” diyor ve ekliyor: “Doğru olanı yap.”
Eşi Fani de doğru olanı yaptığında olacakları biliyor. Düzenini, sevdiği adamı, çocuklarının babasını, bu hayattaki en büyük desteğini kaybedeceğini bilmesine rağmen en az Franz kadar onurlu bir duruş sergiliyor. Terrence Malick, Franz’ın idama giden bu savaş ve zulüm karşıtı tutumunu şiirsel bir sinema diliyle anlatmış. Filmin sonunda, “Ben Franz’ın yerinde olsam nasıl davranırdım?” diye kendine sormadan edemiyor insan. İnanmadığım bir sözü söylememek için; sahip olduğum şeylerden, işimden, ailemden, evimden, sevdiklerimden, canımdan fedakârlık edebilir miydim? Çevrenin baskılarına ne kadar dayanabilirdim? Söylememek için ısrar mı ederdim yoksa şimdilik söyleyivereyim ama sonra nasıl olsa söylemem mi derdim? Yönetmen filmin sonunda izleyiciyi böyle sorularla baş başa bırakıyor.
Andrei Tarkovski bir söyleşisinde, “İnsanların dünyevileşmesini anlatmak için her şeyin karşılığını bekliyoruz.” diyordu. Söz gelimi ahlaklı bir insan bile ahlaklı olduğunun bilinmesini istiyor, çevresinden bir övgü bekliyor ahlaklı olduğu için. Bu bile manevi olanı, görünmeyen ödülü; maddi ödüle tercih etmek demek. Bir görüşü, bu dünyada karşılığında hiçbir ödül beklemeden hatta o görüşü savunduğu için başına gelebileceklere rağmen savunabilmek, güçlü bir inançla mümkün ancak. Gizli Bir Yaşam, bize böyle bir inancın hikâyesini anlatıyor.