Yeni mi ölmeye başlayan bir milletiz?

Falih Rıfkı Atay’ın 21 Ocak 1951’de Cumhuriyet gazetesindeki yazısı geçmişe bir ağıttan ziyade yeni dönemin ölüm karşısındaki kayıtsız tutumundan utanmayı deniyor. Hem eskinin değişmesini, hatta tasfiyesini istiyor, hem de modernliğin ölümle yüzleşmedeki çaresizliğini, yine eski hayatın ölümü hayatın içine alıp kucaklayan olgun tavrına sığınarak aşmaya çalışıyor.

Geçen asır Türklerde bir kültürün can çekiştiğini görmüştür. Bu türlü kültür buhranları birçok yerlerde olmuştur. Bir İngiliz büyükelçisinden dinlemiştim:

“Fransız merakı İngiltere'yi sardığı vakit, kendi eşyalarımızı attık ve Paris eşyaları edindik. Şimdi o attığımız eşyaları nerede bulursak altın pahasına geri alıyoruz,” demişti.

Ama İngilizler yemek masalarının üslûbunu değiştirmişlerdi. Biz ise eşya değil, bir hayat tarzı da değiştirdik. Bu değişme yeniden zevk bağlayıncaya kadar, güç ve aynı zamanda iğreti bir şeydir. Çok defa kuklalaştırır. Nitekim alafranga frengin, alaturka Türkün kuklası değil midir?

Sonra buhran evimizin dışına bulaştı. Şahsiyetsiz ve karaktersiz ahşap ve çimento yığınları arasında, minareler ve kubbeler, bir boğuluştan kurtulmak istiyormuşa döndüler.

Elektriğin İstanbul ve Bursa cami ve türbelerini nasıl barbarca tahrip ettiğine bakıyor musunuz? Soylu bir san'at bunun çaresini bulamaz mı idi? Işıklama san'atkârın nazik işlerinden değil midir? Yeşil Cami, köşe elektrikçisinin keyfine nasıl bırakılabilir? İstanbul, Bursa ve bütün eski Türk şehirlerinin görünüşleri, Galata kalfaları ile kuru hendesecilerin anlayışlarına nasıl kurban edilebilir? Tanzimat'tan beri yalnız İstanbul ve bazı liman kasabalarını tahrib eden götürü alafranga, şimdi bütün taşralarımızı da sardı. Halbuki Güzel Sanatlar Akademisi'nde, garblı milliyetçilikte iyi bir kalkınış vardır.

Uyanık tenkid, kör taklidin yerini tutmuştur.

(...)

Bir cenaze töreni için Şehidliğe ilk defa gidiyordum. Yeni kabirlere ve mezar taşlarına baka baka ürperdim. Bu kültürsüzlük ancak telefon kılavuzlarındaki soyadları zevksizliği ile kıyaslanabilir. Kendi kendime:

- Yeni mi ölmeye başlayan bir milletiz? dedim.

Giriş kapısı yanında eski ölmüşlerin mezar taşları gözümde birer anıt değeri bağladı. Yaşayışımız değiştiği için şehir ve evlerimizdeki kültür buhranının tahriblerine, ne kadar acınsak da, biraz hak verelim. Fakat her zamanki gibi ölmüyor muyuz? Yeni yazıda bir kitabe üslûbu bulamaz mı idik? Kabir ve taşlar üstüne Türk sanatkârını çalıştıramaz mı idik? Öyle acayib manzaralar var ki, insanın altındakine Fâtiha okumadan önce yaptırıcısına lânet okuyacağı gelir. (...)

En önce değiştirilecek şey ki kafamızdı, onu hâlâ omuzlarımızın üstünde iki tarafa sallaya sallaya taşıyoruz. En sonra pek titiz bir dikkatle değiştirilecek şeylerden ise hemen hiçbir şey bırakmadık. Kahvelerimizde sediri geri, iskemle üstünde oturan hicri ondördüncü asırlıyı, sadece bağdaş kurmadığı için ileri buluyoruz. Kitabda melez, hayatta melez, nihayet mezarlıkta melez, ne düşünüşte, ne yaşayışta, ne de ölüşte aklımıza ahenk, zevkimize ahenk verebiliyoruz. Ne o türlü, ne bu türlü, hatta ne de başka türlü, türlü türlüyüz.

Keşke iyi gören ve doğru düşünen frenklerin yüzümüze söylediklerine inanmasak ve arkamızdan söylediklerini duyabilsek...