“Er iseniz benimle gelin”
Sıkıntılar gemilerle Trabzon’a getirtilen malzemeyle ve Gürcü beyinin gönderdiği erzakla giderilmeye çalışıldı. Kısmen sükûnet sağlandıysa da, yeniçerilerin homurdanması devam ediyordu. Eleşkirt taraflarında yeniçerilerin taşkınlıkları padişahın otağına kurşun sıkacak kadar ileri gidecekti.
Hemen dışarı çıkan ve yeniçerilerin arasına giren Sultan Selim’in mealen, “Henüz kastedilen yere gelmedik. Düşmanla karşılaşmadık. Dönme ihtimali yoktur. Bunu düşünmek bile boş bir hayaldir. Şahın maiyeti efendileri yolunda canlarını verirken, biz dinimize aykırı davranan bu kişileri ıslah için buralara gelmişken bazı gayretsizler mesaimizi akim bırakmak istemektedir. Kesinlikle yolumuzdan dönmeyeceğiz. Kalpleri zayıf olanlar, ailesini düşünenler, yol zahmetini bahane edenler kendileri bilirler. Dönenler dîn-i mübîn yolundan dönerler. Düşman ileridedir. Er iseniz benimle gelin...” şeklinde yaptığı kısa fakat etkili konuşma sonunda homurdanmalar yatıştı ve ardından yola devam edildi.
Osmanlı ordusu Tebriz-Urmiye arasındaki Çaldıran’a ulaşmıştı. Burada 23 Ağustos 1514’te yapılan ünlü meydan savaşında Osmanlılar mutlak bir galibiyet elde ettiler. Zaferde Osmanlı topçusunun büyük rolü olmuştu. Şah İsmail, zevcesi Taçlı Hatun’u bile bırakarak kaçacaktı.
Tebriz’e ilerleyen Yavuz, hutbenin kendi adına okunduğu bu şehirde bir hafta kadar kaldıktan sonra külliyetli miktarda servet ve 1,000 kadar sanat ve ilim erbabıyla tüccarı da yanına alarak dönüş yoluna çıktı. Yanına aldıkları arasında Timurlu hanedanından Bediüzzaman Mirza ile daha sonra kendisine musahip yaptığı Hasan Can da vardı.
Yavuz’un amacı, o kışı Karabağ’da geçirip ertesi bahar Şah İsmail’in devletini ortadan kaldırmaktı. Ancak bazı kışkırtmaların da etkisiyle yeniçerilerin ayaklanması üzerine dönüş kararı almak zorunda kaldı. Bu arada isyanın ele başısı olarak gördüğü Veziriazam Hersekzade Ahmed Paşa ile ikinci vezir Dukakinzade Ahmed Paşa’yı görevlerinden aldı. Kışı Amasya’ya geçirdi.
Yeniçeriler tekrar ayaklanınca askeri zapturapt altına alamayan Sadrazam Dukakinzade Ahmed Paşa’yı hançeriyle yaraladı, sonra da öldürttü. Ardından yeni veziriazam Hadım Sinan Paşa’yı, istediği erzak yardımını yapmayan Dulkadırlı Beyi, dedesi Alâüddevle Bozkurt üzerine göndererek onu ortadan kaldırttı; kendisine bağlı Şahsüvaroğlu Ali’yi Dulkadırlı beyi yaptı. Bu sırada Kemah üzerine yürüyerek burayı da aldı.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun güvenliği başta Diyarbekir olmak üzere o bölgenin kendi topraklarına katılmasına bağlıydı. Zira Şah İsmail buradaki faaliyetlerini aralıksız sürdürüyordu. Şah’ın adamı Karahan kumandasındaki Kızılbaşların Diyarbekir’i kuşatmaları üzerine 25-30 kadar Kürt beyinin İdris vasıtasıyla padişaha gönderdikleri arizada (dilekçe) özetle ve mealen şunlar yazıyordu:
Kürt beylerinden Sultana
“Cân u gönülden İslam’ın Sultanına biat ettik. Mülhid Kızılbaşlardan uzak durduk. Kürdistan diyarı bir aylık mesafededir. Kızılbaşın dalalet ve bid’atlerini kaldırıp Ehl-i Sünnet üzere Şâfiî mezhebini icra ettik. Hutbelerde İslam Padişahının adını zikredip onun yardımını bekliyoruz. Mevlana İdris’i yüce huzurunuza gönderdik. Cümlemizin talebi budur: Bu muhlis kullara yardım buyuralar. Zira bizim beldelerimiz Kızılbaşa çok yakındır. Diyarbekir, Bağdat, Azerbaycan ortasında bulunuyoruz. Yıllardır bu mülhidler sitem kılıcıyla kökümüzü kazımıştır. 14 sene bizimle savaşmışlardır. Muhabbet üzere olduğumuz padişahımızdan temiz inançlı bizleri o zalimlerden kurtarmasını bekliyoruz. Zira bizler kendi başımıza onlarla baş edemeyiz. Kürt taifeleri muhtelif kavim ve aşiretlerden oluşmaktadır. Din birliğimiz dışında birbirimize tabi olmamız mümkin değildir. Sünnetullah böyledir. Padişah bize yardım ederse Irak, Arap, Acem ve Azerbaycan beldelerinden o sitemkârların elleri kesilmiş olacaktır. Bilhassa İran diyarının kilidi ve Bayındır sultanlarının (Akkoyunlu Türkmenlerinin) payitahtı olan Diyarbekir bir yıldır Kızılbaş askerinin işgali altındadır. Bu civarda 50 binden fazla kişi helak olmuştur. Eğer bu sene Sultan bize yardım ederse uhrevî ve dünyevî kazançlara nail olacaktır. Bâki ferman yüce dergâhındır” (Koca Hüseyin, Bedâyiü’l-vekayi, Moskova, 1961, s. 921-922).
Başta Diyarbekir olmak üzere Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun ilhakında bu arzuhalin büyük rolü olduğu kesindir. En dikkat çeken yeriyse Kürt beylerinin öteden beri çeşitli aşiret ve kabileler halinde yaşayageldikleri, asla bir araya gelemeyecekleri kısmıdır. Gerçekten Diyarbekir’in ğeri alınmasından sonra İdris-i Bitlisî’nin “te’lif-i kulûb-i Ekrad” (Kürtlerin kalplerini ısındarmak) için gösterdiği gayretleriyle bölgedeki Kürt ve Türkmen beyleri Osmanlı Devleti’ne tâbi olmuşlardı. O sıralarda İdris’in Yavuz Sultan Selim’e yazdığı mektup mealen ve özetle şöyle:
“Diyarbekir ve civarındaki mazlum Müslümanlar devletinizin hizmetine taliptir. Siz İstanbul’a döndükten sonra bu kullarınız Diyarbekir Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa’ya itaatlerini arz etmişlerdir. Daha önce düşmanlarımız Kürt beylerini isyana teşvik etmekteydiler. Kürt beldelerinin Devlet-i Aliyye’ye iltihakı İstanbul’un fethini tamamlayacak kadar önemlidir. Çünkü bu bölgenin ilhakıyla Bağdat, Basra, Azerbaycan ile Halep ve Şam’ın yolları da açılmış olacaktır. Bende-i ahkar ve çâker-i efkâr İdris.” (Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. E. 1019)
Bu çok ilginç mektuptan da anlaşılıyor ki, Doğu meselelerinin hallinde, daha sonra İslam birliğinin sağlanması yolunda Yavuz’u yönlendiren en büyük isim İdris-i Bitlisî’dir. Yavuz Sultan Selim cevabî mektubunda özetle ve mealen şunları yazmıştır:
“...Mektubun tarafıma ulaşmıştır. Diyanet, emanet, sadakat ve istikametinle Diyarbekir vilayetinin fethine sebep olduğun bildirilmiştir. Yüzün ak olsun. İnşallah diğer vilayetlerin fethine dahi sebep olasın. Her türlü ihsan ve inayetim seninledir. Biriken ulûfeniz ile 2.000 flori ve çeşitli hediyeler tarafına gönderilmiştir... Bu arada Diyarbekir Beylerbeyi Mehmed Paşa’ya nişan-ı şerîfimle mühürlenmiş beyaz kâğıtlar gönderilmiştir. Gerektiğinde bunları berat haline getirip o bölgedeki sancakların beylerine gönderesiniz. Birer suretini de tarafıma yollayınız ki, burada da saklansın. Bu beratlar dışında istimaletnâme gönderilmesi gereken beyler için de yine boş nişanlı kâğıtlar gönderilmiştir. Bunlar da ilgili kişiler için kullanılsın. Bunların da defterini merkeze gönderiniz ki, burada da bilinsin. Niyetim o taraflara gelmektir. O beyler hakkında lütuflarım fazladır. Şu günlerde Şah İsmail elçiler göndererek, yalvararak ve ne istenirse yapacağını beyan ederek sulh talebinde bulunmaktadır. Ancak onun sözlerine ve salahına katiyen itimat caiz olmadığından gönderdiği elçileri hapsettirdim. Sen de gerektiğinde bu hususta elinden geleni yapasın... (Âli, Künhü’l-ahbâr, 610-11; Koca Hüseyin, Bedâyiü’l-vekayi, s. 936-939).
Yavuz’un İdris-i Bitlisî’ye gönderdiği mektupta en çarpıcı husus, Diyarbekir Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa’ya üzeri tuğralı boş kâğıtlar gönderilmiş olması, Paşa’nın da bunları doldurarak aşiret beylerine gönderip oraların ilhakını sağlamış olmasıdır.
Gerçekten bu çabalar sonunda çok kısa bir sürede ve kolayca Doğu ve Güneydoğu Anadolu Osmanlı Devleti idaresine girmişti.
Bu Kürt ve Türkmen aşiretleri dışında bazı Arap kabileleri de yine kendi istekleriyle Osmanlı idaresini seçmişlerdi. Osmanlı merkezî idaresi sadakat ve bağlılıklarının mükâfatı olarak bu yerleri geleneksel timar sistemi dışında tutarak özel statüde sancaklardan saymıştı.
Bir kısmının yönetimi babadan oğula geçen yurtluk-ocaklık, bir kısmını ise hükümet denilen hâkimlikler şeklinde yüzyıllarca sorunsuzca idare etmişti. Hatta Diyarbekir merkezli Arap ve Acem kazaskerliği kurulmuş ve başına İdris-i Bitlisî getirilmişti.
Çaldıran Savaşı sonunda Şah İsmail’in Şiiliği devlet politikası haline getirmesine karşılık Yavuz’dan itibaren Osmanlılar Sünniliğin hamisi konumuna gelmişlerdi.
“İttihad-ı İslam için”
17 Haziran 1515’te İstanbul’a gelen Yavuz Sultan Selim, yaptırdığı tahkikatla yeniçerileri kışkırtan kişileri tespit ettirmiş ve şiddetle cezalandırmıştı. Bunlar arasında ünlü kazasker ve nişancı Tacizade Cafer Çelebi de vardı.
Safevileri yendikten sonra unvanları arasına “Şah”ı da ekleyen Yavuz, merkezde büyük bir donanmanın hazırlıklarını başlattı. Bu arada Yeniçeri Ocağı’nda yaptığı tensikatla (düzenlemelerle) daha kolay ve etkili bir kontrol sistemi kurdu.
Yeni seferin kararı öncesinde Divan-ı Hümayundaki sert tartışmalar yüzünden çok öfkelenen Selim, bir ara toplantılara katılmayarak tepkisini gösterdi. Savaş hazırlıklarının İran’a yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Zira Şah İsmail doğuda faaliyetlerini iyice arttırmış durumdaydı. Fakat Memlük Sultanı Kansu Gavri’nin bazı hareketleri ve ordusuyla Halep’e gelmesi seferin yönünün değişmesine yol açacaktı.
Aslında bu durumun gerçek sebebi, bir süredir Portekiz gemilerinin Kızıldeniz’e girerek İslamın kutsal beldelerini tehdit etmeleri ve Doğu ticaretini ele geçirme gayretleriydi. Hakikaten Portekizliler Kızıldeniz’i Arabistan ve Afrika arasından Hint Okyanusu’na bağlayan Bâbülmendeb Boğazı’nı kapatmışlar, Basra Körfezi’ndeki Hürmüz’ü ele geçirmişler, hatta Cidde şehrine kadar ilerlemişlerdi.
Memlük Sultanlığının zayıf deniz gücüyle onlara karşı koyması mümkün değildi. Nitekim II. Bayezid zamanında talep üzerine Memlük Sultanlığına gemi yardımları yapılmıştı. Öte yandan, Portekiz saldırıları karşısında Araplar da gözlerini Memlük Sultanına değil, Osmanlı Padişahına dikmiş, ondan yardım bekliyorlardı.
İşte böyle zorlu ve çok kritik bir dönemde tahta çıkan Yavuz Sultan Selim, öncelikli olarak iç istikrarın sağlanması üzerinde durmuştu. Aldığı sert önlemlerle hanedan içinde düzeni kurduktan sonra Anadolu’yu karıştıran fitnenin söndürülmesine çalıştı. Bu fitneyi körükleyen Safevi hükümdarı Şah İsmail’i geçici olarak saf dışı bırakmayı başaracaktı.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun güvenliği için o bölge halkının talepleriyle uyguladığı istimalet (hoşgörü) siyasetiyle ve özellikle bölge halkının temsilcisi durumunda olan İdris-i Bitlisî’nin yardımlarıyla güven ve istikrarı sağladıktan sonra asıl amacı olan “ittihad-ı İslam”ı (İslam birliğini) gerçekleştirmek üzere yola çıkacaktı.
Yavuz Sultan Selim’in sayfalara sığmayacak “İslam birliği” mücadelesini şimdilik bir başka yazıya bırakalım ve bu büyük Sultanı tartışmaların hırçın zemininden kurtarıp hakkaniyetli tarihçilerin olgun kalemlerine emanet edelim.
Timur’un torununa saygı
Sanatçı yönüyle tanınan ünlü Tümurlu hükümdarı Hüseyin Baykara’nın oğlu Bediüzzaman Mirza, Şah İsmail Horasan’ı işgal ettiği zaman ele geçirilmiş, bir başka rivayete göre ülkesinin Özbekler tarafından işgali üzerine Şah’a iltica etmişti. Hakaretlerle Tebriz’e getirilip bir kümbete yerleştirilmiş, her yere yaya olarak getirilip götürülmüştü.
Yavuz, onun bu halini öğrenince kendisine saygı, itibar ve inamlarda bulunmuş, altın eyerli atlar ve çeşitli elbiseler göndermiş; bir rivayete göre ise bir taht da onun için kurdurup yanına oturtmuştur. Osmanlı padişahıyla birlikte İstanbul’a götürülen Mirza’ya Yavuz’un, “Eğer Cenâb-ı Hak ecelden aman verirse seni tahtına kavuştururum” dediği nakledilir.
Kendisine günde 1,000 akçe tahsis edilip değerli atlar ve elbiseler verilerek İstanbul’da rahat yaşaması sağlanan Timur’un torunu 1517’de vebadan ölmüş ve Selim’in emriyle hükümdarlara layık bir törenle Eyüp Mezarlığı’na defnedilmişti. Dikkat çeken husus, Yavuz’un bu sırada vaktiyle Timur tarafından dedesi Yıldırım Bayezid’e yapılanları hiç dile getirmemesidir.
Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!
Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım