Yavuz Sulan Selim Şah İsmail efsanesi nasıl bitirdi?
23 Ağustos 1514’te Çaldıran Ovası’nda yapılan savaştan parlak bir galibiyetle çıkan Osmanlılar, başta Diyarbekir olmak üzere pek çok Doğu Anadolu şehrini alıp Anadolu birliğini sağlayacaklardı. Anadolu bugünkü siyasî bütünlüğüne Çaldıran’la ulaşmıştı.
Prof. Dr. Tufan Gündüz
Prof. Dr., Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Öğretim Üyesi.
Tahta oturalı birkaç ay bile geçmemişken Osmanlı sarayına, kadın elbisesi göndermek, Sultanı aşağılamak, meydan okumak da neyin nesiydi? Herhalde Yavuz Sultan Selim şöyle bağırmıştı: “Kim bu Ustaclu Muhammed Han?”
Diyarbekir Beylerbeyi Ustaclu, Şah İsmail’in zuhurundan beri onun yanında yer almış, sayısız başarılara imza atmış bir kumandandı. Şah, Akkoyunlu Devleti’ne son verdikten sonra onu Diyarbekir’e tayin etmişti. Kahramandı. 300 kişiyle büyük bir Memlük ordusunu püskürtmeyi başarmıştı. Öylesine gurura kapılmıştı ki, şimdi büyük bir güç olan Osmanlılara da meydan okuyordu.
Aslında onu cesaretlendiren şey sadece Akkoyunlular ya da Memlükler karşısında kazandığı başarılar değildi. 1510 yılından beri Osmanlı tahtı sarsıntı içindeydi. Şehzade Selim, Korkut ve Ahmed aralarında kıyasıya mücadele etmişler, nihayet Selim tahta geçmeyi başarmıştı. Acaba Selim de babası II. Bayezid gibi halim selim, mülayim, yumuşak huylu biri miydi? Öyle ya, Şah İsmail, 1508’de Dulkadiroğullarının üzerine yürürken izin almadan Osmanlı topraklarını tepeleyip geçmişti de Osmanlı askerleri uzaktan seyretmişti.
Bununla kalsa iyiydi. Özbek Hanı Şeybek’in kellesini ona gönderdiğinde (1510) hiçbir şey yapmamıştı. Halbuki bu kelle gönderme meselesi yenilir yutulur cinsten bir tehdit değildi. Şah İsmail açıkça “Benimle uğraşan sultanların sonu budur” demeye getirmişti.
Devlet adamlarının “Bunun cevabını sert bir şekilde verelim” çıkışlarına II. Bayezid kulaklarını tıkamıştı. Şah İsmail güya ona “baba” diyordu ama ülkedeki Kızılbaşları da saflarına çağırmayı ihmal etmiyordu. II. Bayezid ise İran’a gidenleri yolda-belde tutma, adalara veya Balkanlara sürme gibi tedbirlerle uğraşıyordu.
Açıkçası oğul babanın altından halısını çekiyordu, baba da farkındaydı ama bir şey yapmıyordu. Acaba Yavuz da mı böyle olacaktı? Bunu ölçmek gerekiyordu.
Ustaclu Muhammed Han’ın niyeti belliydi: Kışkırtmak… Aslında Şah İsmail de boş durmuyordu. En güvendiği adamlarından ve Kızılbaşların büyük saygı duyduğu Nur Ali Halife’yi Anadolu’ya yollamış, taraftarlarına haber yollayarak asker toplamasını istemişti. O da Erzincan, Kemah, Malatya bölgesinde dolaşıyor, adam toplamaya çalışıyordu. Aslında öyle aman aman bir rakama ulaştığı söylenemezdi. 5 bin kişi ancak toplayabilmişti. Bununla kalsa iyiydi. Tokat’a da saldırmış, etrafı yakıp yıkmıştı.
Yavuz Sultan Selim herhalde “Kim bu Şah İsmail?” diye sormamıştı. Çünkü daha Trabzon’da sancakbeyi iken onun her hareketini takip etmek imkânı bulmuştu. Onu iyi tanıyor, hareketin nereye varacağını aşağı yukarı kestirebiliyordu. Osmanlılar şehzade kavgası ile birbirlerine düşmüşken o ülkesinin sınırlarını Azerbaycan’dan Bağdat’a, Maveraünnehir’den Doğu Anadolu’ya kadar genişletmişti. Şimdi ise yavaş yavaş Osmanlı topraklarını yokluyordu.
Yavuz’un geleceğinin Şah İsmail’in geleceğine bağlı olduğu artık iyice ortaya çıkmıştı. Kader, Turan hükümdarını mağlup ettirip İran’da güçlü bir Şah ortaya çıkarırken, Rum’daki sultanı sadece sınıyordu. Halbuki Turan ve İran’dan Osmanlı sarayına gelen imdatnameler ve mektuplarda ısrarla doğru sözlü fakihlerin rivayetlerinden naklen “İslam’da uzunca bir süreden sonra bir Zülkarneyn uyanır. Gel ey dinin yardımcısı, putu kır da Rum tahtına Fars mülkünü ekle” diye çağrılarda bulunuluyordu.
Şah’a böyle yaz!
Zülkarneyn yüzyıllar öncesi ortaya çıkmış, İran’ı ele geçirmiş, Hindistan’a ve Asya’nın iç kesimlerine kadar ilerlemişti. Şimdi Yavuz, Yeni Zülkarneyn’di ve ona da zafer vaad ediliyordu.
Ama Yavuz’u bu tür çağrıların yarattığı coşkudan çok, doğu sınırında meydana gelen olaylar ve Şah İsmail’in Osmanlı Devleti’ne karşı tutumu ilgilendiriyordu. Bu yüzden İran meselesini çözmek, babası zamanında hırpalanmış olan devletin itibarını iade etmek öncelikli hedefiydi.
Divan hemen toplandı. Akıl sahiplerine İran seferi soruldu. Herkes aynı fikirdeydi. Derhal savaş hazırlıklarına girişildi. Sefer için fetvaya müracaat edildi: Safevilerin mülhid ve zındık bir topluluk olduğu, sahabeye küfrettikleri, değerli kişilerin kanlarını dökmekte sakınca görmedikleri, mescitler ve ibadethaneleri yıktıkları gerekçe gösterildi. Fetvada “Onlarla savaşmanın fesat kapılarını kapatacağında vacip; kanlarının dökülmesinin helal, köle ve cariyelerinin yağmalanmasının mübah; Kızılbaşlara meyledip onlara yardım edenlerin kâfir, bunları kırıp cemaatlerinin dağıtılmasının Müslümanlar üzerinde vacip ve farz olduğu, bir belde ahalisinin bunlardan olması halinde Sultan’ın Allah adına bunların ileri gelenlerini katledip mallarını, kadınlarını ve çocuklarını İslam gazileri arasında dağıtıp paylaştırabileceği, bunların pişmanlık göstermesine asla itibar olunmaması gerektiği” ifadelerine de yer verilmişti.
Hemen Anadolu’da Kızılbaşlara yönelik kovuşturmalar başlatıldı. Tedbirler alındı (İdris-i Bitlisî 40 bin Kızılbaş’ın ‘defter edilip’ katledildiğini yazıyorsa da bu hadisenin gerçekten vaki olmadığını Derin Tarih’in 18. sayısındaki makalemde ayrıntısıyla anlattım).
Ülkenin her tarafına haberler gönderilerek 1514 yılının Nevruz’unda sefere çıkılacağı, herkesin hazır olması emredildi. Ağır yüklerin ve erzakın bir bölümü Trabzon limanına gönderildi. 20 Nisan 1514’te Üsküdar’a geçildi. Artık onu kimse durduramazdı.
Lakin Yavuz bununla kalmadı. Şah İsmail’e bir mektup göndererek yola çıktığını ve savaşa hazır olmasını bildirdi.
Mektubun üslubu o zamana kadar sultanların birbirlerine yazdıkları mektuplardan farklıydı. Kendisini “Sultanoğlu Sultan” diye tanımlıyor, Şah İsmail’e ise sadece “Acem Kumandanı, Emir İsmail” diye hitap ediyordu. Daha önemlisi “Allah katında din İslam’dır, kim İslamiyet’ten başka bir dine tâbi olursa onunki kabul edilmeyecektir” ayetlerine dayanarak Şah’ı dinsizlikle suçluyordu.
Camileri yıktığını, ashaba küfrettiğini, kendisinin ve taraftarlarının dinden çıktığı için öldürülmeleri gerektiği yolunda elinde fetvalar olduğunu bildiriyor ve sözlerini “İşte bu yüzden dini savunmak için yola çıktım, ipekli elbiseleri çıkarıp zırh giydim. Amacım seni ortadan kaldırmak. Ama pişmanlık gösterip İslam’a dönersen ülkemdeki diğer idareciler gibi olman kaydıyla hayatta kalmana izin veririm” diye bitiriyordu.
Artık meydan okuma zamanı Yavuz Sultan Selim’deydi. Her ihtimale karşı ikinci bir mektup daha hazırlanıp yola çıkarıldı. Orada da aynı tehditler sıralandı.
Sivas’a gelindiğinde orduda sayım yapıldı. Yaklaşık 140 bin kişi toplanmıştı. Dulkadiroğlu ve Memlüklerden gelebilecek saldırılara karşı ihtiyat kuvveti olması için 40 bin kişi geride bırakıldı. Osmanlı tarihçileri ordunun işe yaramaz, cılız ve savaşa gücü yetmezlerinin ayıklanıp geride bırakıldığını söylerse de doğrusu, Şah İsmail’e karşı alınabilecek bir yenilginin vahim sonuçlarının göz önünde bulundurulmasıydı.
Ordu, Sivas üzerinden Safevî hakimiyetindeki topraklara girdiğinde beklenmedik bir gelişme yaşandı. Osmanlılar savaşın Erzincan yakınlarında gerçekleşeceğini tahmin etmişler, bütün hazırlıklarını buna göre yapmışlardı. Ne var ki, Safevîlerden hiçbir belirti yoktu. Ordu sürekli ilerliyor, ama karşısına kimse çıkmıyordu. Üstelik Safevîler bölgeden çekilirken ekin ve bostanları tahrip etmiş; yem ve yiyecekleri ortadan kaldırmışlardı. Yavuz’un bütün planları alt üst olmuştu.
Saldırının nereden geleceği, tehlikenin hangi geçitte beklediği kestirilemiyordu. Bu durum orduya da hemen sirayet etti ve huzursuzluklar başladı. Öyle ki bazı yeniçeri grupları geri dönüş için patırtı çıkarıp Yavuz’un çadırına kurşun bile attılar.
Yavuz kendisini yoldan döndürmeye çalışanlardan Hemdem Paşa’yı hemen idam ettirdi. Yeniçerilerin karşısına çıkıp “Şah askerini ölüm tehlikesiyle karşı karşıya bıraksa onlar severek ölüme koşarlar, köpüren sele, yakan ateşe şen şakrak dalarlar. Çocuklarını Şahları uğruna kendi elleriyle feda ederler. Siz ise benim hayallerimin dizginini kısmaya kalkıyorsunuz! Kulluk töresi bu mudur? Bağlılık davası sadece sözle mi olur? Çoluk çocuk derdiyle eli ayağı bağlı olanlar, rahat döşeklerini arzulayanlar hemen dönsün! Döşeli konaklarında rahat etsinler. Biz bunca yolu dönmek için gelmedik!” diye bağırdı. Yeniçerileri sefer yolunda ikna etti ama çadırındaki kurşun deliklerini de hiç unutmadı ve bazı hesapların görülmesini savaşın sonuna bıraktı.
Şah İsmail cephesi
Osmanlı ordusunun aklından geri dönüş fikrini çıkarmanın tek yolu, bir an önce savaşa tutuşmaktı. Bunun için Yavuz, Şah İsmail’e bir kez daha sert ve kışkırtıcı bir mektup yolladı. Onu daha da sinirlendirebilmek için ata mesleği olan şeyhliğini hatırlatıp tekkede dervişlik yapmasını tavsiye eder nitelikte asa, aba ve hırka; korkaklığına vurgu yapmak için de kadın giysileri, peçe ve çemberler gönderdi.
Yavuz Sultan Selim’in İran üzerine yürüdüğü haberi ulaştığında Şah İsmail İsfahan’daydı. Safevî kaynakları ilk iki mektuptan hiç bahsetmediğine göre Şah İsmail, Osmanlı ordularının İran’ın üzerine yürüdüğünü kendi adamları ve casusları vasıtasıyla öğrenmiş olmalıydı.
Osmanlı ordusunu karşılamak amacıyla hemen Tebriz’e doğru yola çıktı. Bu arada etraftaki beylere haber gönderip orduya katılmalarını istedi. Hemedan’a vardığında Yavuz Sultan Selim’den mektup geldi. Bu Yavuz’un gönderdiği üçüncü mektuptu. Son derece kışkırtıcı bir dille yazılmıştı. Kızılbaş reisler ve devlet adamları cevabî bir mektup hazırladılar.
Şah İsmail mektubunda Selim’i öven cümlelerden sonra Dulkadiroğlu ile yaptığı savaşa giderken II. Bayezid ile dostluk kurulduğuna, Yavuz’ur da bu sırada Trabzon’da vali olduğuna ve aynı görüşü paylaştıklarına dikkat çekiyor; şimdi ise kızgınlığının sebebini ve mektuptaki kaba ifadeleri anlayamadığını, bunu olsa olsa kâtiplerin afyonları azaldığı için bunalmış kafa ile yazmış olabileceklerini, bu amaçla onların kullanması için cevabî mektupla beraber afyon da gönderdiğini bildiriyordu. Ama asıl söyleyeceğini mektubun sonuna bırakmıştı:
“O beldelerde oturanların çoğu benim ecdadımın yolunu takip ederler, ben de Osmanlı hanedanına sevgimden dolayı tıpkı Timur’un yaptığı gibi bir kargaşalığa sebep olmak istemiyorum. Son pişmanlık fayda vermezmiş. Bu mektup yazıldığı sırada ben İsfahan hududunda avlanmakla meşguldüm. Dostluğu elden bırakmadan cevabını gönderiyorum. Nasıl istiyorsan öyle yap. İşin sonu savaşa varacaksa bu iş tehire gelmez.”
Şah İsmail savaşa hazırım diyordu ama Osmanlı ordusuyla savaşma konusunda tereddütleri vardı. Öncelikle asker sayısı bakımından Osmanlılarla boy ölçüşecek durumda değildi. Ordusu özellikle Özbeklerle yaptıkları son savaşlarda ciddi kayıplara uğramıştı. Neredeyse 15 yıldır savaştan savaşa koşan Kızılbaşlar hızla erimiş, orduyu yenilemeye fırsatı olmamıştı. Üstelik Osmanlı ordusunda ateşli silahlar belirgin bir üstünlük yaratırken Safevî ordusunda neredeyse tüfek bile bulunmuyordu.
Şimdi yaklaşık 40 bine yakın adam toplanmıştı. Aralarında kadınlar ve çocuklar da göze çarpıyordu ama Kızılbaşların Şah İsmail’e olan inancı tamdı ve o zamana kadar hiçbir savaşı kaybetmemiş olmaları cesaretlerini binlerce kat arttırmaya yetiyordu. Bu yüzdendir ki, Osmanlı ordusu Hoy’a yaklaştığı halde Şah İsmail avlanmakla meşgul oluyor, savaşı ciddiye almıyordu. İşte tam bu sıralarda Yavuz’un dördüncü mektubu çıkageldi.
Artık savaş kaçınılmazdı. Şah İsmail Hoy yakınlarındaki Çaldıran ovasına ordusunu yerleştirdi. Kısa zaman sonra Osmanlı ordusu da ovaya akmaya başladı. Düzensiz ve dağınık haldeydiler. Aylarca yol yürümenin, zahiresiz, yem ve yemeksiz kalmanın yorgunluğu her hallerinden belli oluyordu.
Osmanlı ordusu ovaya yerleşirken Şah İsmail, Kızılbaş beylerini toplayarak durumu müzakere etti. Savaşa girilmesi konusunda herkes aynı görüşte değildi. Her ne kadar Osmanlılara meydan okumayı adet haline getirmiş olsa da, özellikle Diyarbekir Beylerbeyi Ustaclu Muhammed Han, Osmanlı ordusunun kuvvetli olduğunu ve Akkoyunlu ordusu ile mukayese edilmemesi gerektiğini, onlarla yüz yüze savaşmanın yanlış olduğunu, savaşmak yerine geri dönüş için yola çıkmalarını beklemeyi ve bu esnada saldırmayı teklif etti. Nur Ali Halife de benzer şeyler söyleyip Osmanlılar Çaldıran ovasına yerleşip saflarını kurmadan saldırmayı önerdi.
Şah İsmail ise “Ben harami değilim ki yol üstünde savaşayım ve zaaf anında gece baskını yapayım. Allah’ın takdiri ne ise o meydana çıkar” diyerek baskın teklifini kabul etmedi.
Durmuş Han da aynı kanaatteydi. Hatta Ustaclu Muhammed Han’ın görüşlerinde direnmesi üzerine ona “Senin sözlerin Diyarbekir’de geçer” diye çıkıştı. Oradakilere dönüp “Han korkmuş” diye aşağıladı. Durmuş Han’a göre şimdiye kadar girdikleri bütün savaşları kazandıklarına göre bunu da rahatlıkla kazanabilirlerdi; bu yüzden düşmanın saflarını bağlamasına müsaade edilmeli ve merdi merdine savaş yapmalıydılar.
Adeta mahşer yeri!
Şah İsmail ve oradaki diğer Kızılbaş reisler bu öneriyi kabul ettiler. Bu sayede Osmanlı ordusu ovaya rahatlıkla yerleşip saflarını bağladı. Âdet olduğu üzere sağ kol Anadolu askerlerine, sol kol Rumeli askerlerine verildi. Merkezde ise Yeniçeriler yer aldı. Yeniçerilerin arkasında bulunantoplar zincirlerle birbirine bağlandı. Safların bozulmaması ve Safevî askerlerinin araya girmemesi için arka sıraya atlar, develer, katırlar ve diğer yük hayvanları sımsıkı yerleştirildi. Adeta etten dev bir duvar örüldü.
Safevî ordusunun sağ kanadında Dulkadir, Avşar, Şamlu ve Musullu Türkmenleri; sol kanatta Rumlu, Ustaclu, Kaçar ve diğer Türkmen oymakları yer aldılar. Merkezde ise Şah İsmail, Korçularla duracaktı. Bütün bu hazırlıklar yapılırken bile Şah, bıldırcın avlamaktan geri durmuyordu.
23 Ağustos 1514 günü sabahın erken saatlerinde Safevî ordusunun saldırıya geçmesiyle savaş başladığında sonuç çoktan belliydi. Osmanlı ordusunun ateş gücü karşısında Safevî ordusunun karşı koyması mümkün değildi. Ama artık savaş denizi kabarmış, ecel pazarı canlanmıştı.
Kılıçların şakırtısı okların vınlaması başlamadan önce dişler gıcırdadı, yüzler gerildi, bakışlar keskinleşti. İki taraftan da savaş boruları ötmeye, davullar çalınmaya başladı. Çaldıran ovasını öyle bir gürültü sardı ki, o zamana kadar ne görülmüş ne duyulmuştu. Sanki mahşer günü gelmiş, İsrafil surunu üflemiş, “yerin başka bir yerle, göklerin de başka göklerle değiştirildiği gün” gelip çatmıştı.
İki ordu birbirinin üzerine akmaya başladığında aslında aynı dili konuşuyorlar, aynı savaş çığlıklarını atıyorlardı. Ama at kişnemeleri, kılıç şakırtıları, ok ve mızrak vınlamaları, davul ve boru sesleri, toz ve duman içinde kimsenin kimseyi duyduğu yoktu. Safevîler Osmanlı ordusunun üzerine yüklendiğinde Osmanlılar neredeyse dağılacak gibi olmuşlardı. Şah İsmail doğrudan merkez kuvvetlerin üzerine yükleniyordu. Hatta beş altı defa Osmanlı toplarının bulunduğu alana kadar gelmiş, merkezin saflarını yarabilmek için topları birbirine bağlayan zincirleri kırmaya, topları parçalamaya çalışmıştı. Hiç hesaba katılmayan şey, Safevî ordusundaki atların top seslerine alışkın olmamasıydı. Patlayan her topun etrafa savurduğu bedenlerden daha çok, ürküp sağa sola kaçmaya çalışan ve Safevî saflarını bozan atlar, askerlerin yapacağı hamleleri engelliyordu.
Yine de Kızılbaşlar bütün güçleriyle savaş meydanına girmişlerdi. Artık kimsenin kimseyi gördüğü yoktu, Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa, Sofya Sancakbeyi Malkoçoğlu Ali Bey, Silistre Sancakbeyi Malkoçoğlu Tur Ali Bey, Prizren Sancakbeyi Süleyman Bey, Kayseri Sancakbeyi Üveys Bey, Niğde Beyi İskender, Beyşehir Beyi Karlıoğlu Sinan, Mora Sancakbeyi Hasan Ağa gibi pek çok kumandan birer ikişer toprağa düşmeye başladılar. Öte yandan bir şarapnel parçası Ustaclu Muhammed Han’ı öldürmeye yetmişti.
Korçubaşı Saru Pire, Lala Hüseyin Bey, Pir Ömer Bey Şireci, Muhammed Kemune, Mir Abdülbaki, Mir Seyyid Şerif, Hulefa Bey, Korçu Köse Hamza Tekelü Yeğen Bey, Köse Hamza gibi ünlü Kızılbaş reislerinin pek çoğu bedenlerini savaş meydanında bıraktılar.
O sırada sipahiler parlak zırhlı, gösterişli giyimli, delicesine savaşan birinin üzerine çullandılar. “Şah’ı yakaladık!” bağırışları yükseldi her taraftan. Onu apar topar Sultan Selim’in huzuruna çıkardılar. Fakat bu kişinin Şah İsmail değil, Avşar Sultan Ali Mirza olduğu anlaşılınca oracıkta ecel kuşunu kafesinden ayırdılar.
Akşama doğru, kollar yorulmaya, dudaklar kurumaya, bacaklar vücudu taşımamaya başladığında Şah İsmail ordusunun saflarının yarıldığını, çok güvendiği bazı beylerin gizlice savaş meydanını terk ettiğini, kader çizgisinin büküldüğünü ve yiğitlik kılıcının kırıldığını gördü. Bunun üzerine atının dizginlerini döndürdü, geri çekilme borusunun çalınmasını emretti.
300 kişi başına toplandı. Bazı emirler geri çekilmemekte ısrarlıydı ama onları dinlemedi. Etraflarını sarmaya çalışan Osmanlı sipahilerinden kurtulduysa da atı bataklığa saplandı. Ustaclu Hızır Ağa hemen yetişip atını ona verdi. Hızla Dergezin yolunu tuttuğunda arkasında yenilmezliğine gönülden iman eden kalabalık bir topluluk bırakıyordu.
Şah İsmail efsanesi yerle bir edildi
Savaş o kadar şiddetli cereyan etmişti ki, Yavuz Sultan Selim en büyük rakibinin meydanı terk ettiğini gördüğü halde, bunun tam bir zafer olup olmadığını anlamamıştı. Bu yüzden bir oyuna gelmemek, daha büyük bir tuzakla karşılaşmamak için geri çekilmekte olan Safevî ordusunun takibine izin vermedi. Alana hâkim olmayı tercih etti.
Hakikaten Osmanlı ordusunun kayıpları da ciddi boyutlardaydı. Ölüler yaralılardan ayrıldı. Sayım yapıldı. Esirlerin bir kısmı öldürüldü, bir kısmının hayatı bağışlandı. Savaşın şiddetine rağmen ölü sayısı sadece 5 bin civarındaydı.
Yavuz ertesi gün divanı toplayıp durum değerlendirmesi yaptıktan sonra Tebriz’e doğru yola çıktı. Dukakinzâde Ahmed Paşa ve Defterdar Pirî Paşa’yı önden göndererek Tebriz’de herhangi bir yağmaya meydan verilmemesi için tedbirler aldırttı. Tebrizliler de Osmanlıları karşılamaya çıktılar. Bu sayede şehir yağma edilmedi. Ama Heşt Beheşt (Yedi Cennet) Sarayı’nda Şah İsmail’e ait eşyalara el konuldu. Ne var ki, hazinenin önemli bir kısmı önceden kaçırıldığından geriye pek fazla bir şey kalmamıştı.
8 Eylül 1514’de Hasan Padişah Camii’ne (öbür adıyla Nasıriye Camii) gidilerek namaz kılındı. Hutbede Dört Halife’nin adı okunup Sünnilik yeniden ikame edildi. İmam hutbede, Yavuz Sultan Selim’in adını okuyacağı yerde “es-Sultan bin es-Sultan bin Ebu’l-Muzaffer İsmail Bahadır Han” deyince camide bulunanlar kılıçlarına sarılıverdiler. Bun gören Yavuz Sultan Selim onlara engel olup bırakmadı: “Dili alışmış” deyip geçti.
Bir kaç gün Tebriz’de kalındı. Şah İsmail’in ele geçirilememiş olması yüzünden kışı burada geçirmek mümkün görünmüyordu. Bunun üzerine ordu Amasya’ya doğru yola çıktı. Yavuz yanına Tebriz’in usta sanatkârlarını almayı ihmal etmedi. O İran mülkünü fetheden yeni Zülkarneyn olamamıştı ama devletin toparlanması için en büyük adımı atmayı başarmıştı.
Yavuz Sultan Selim’in geri dönüşü Osmanlıların en başından beri bütün İran mülkünü ele geçirme niyetinde olmamalarından kaynaklanıyordu. Çünkü İran, doğu-batı ve kuzey-güney yönlerinde derinliği fazla olan bir ülkeydi. İran’ın içlerine doğru girmek, orduyu bütünüyle savunmasız bırakmak demekti. Çaldıran zaferi ile Şah İsmail efsanesi yıkıldığından Osmanlılar amaçlarına ulaşmış sayılırlardı.
Şah İsmail ise bir hafta sonra gelip Tebriz’i geri aldı ama artık eski itibarını kaybetmiş, Kızılbaşlar Mürşid-i Kâmil’i ve Yenilmez Şah’ı sessizce sorgulamaya başlamışlardı. Çaldıran yenilgisinin yarattığı üzüntü onu devlet işlerinden yavaş yavaş uzaklaştırırken, devletin toparlanması, küçük çaplı ayaklanmaların bastırılması ve otoritenin yeniden kurulması işi Kızılbaş Türkmen reislerinin omuzlarına bırakıldı.
Kaza iki büyük sultanı karşı karşıya getirmişti. Kader ise her iki Sultanı birlikte yazdı. Ama zafer, Allah kimi dilediyse onun oldu.
Yavuz’un ikinci mektubu
İsmail Bahadır! Allah seni ıslah etsin!
Bu mektup eline ulaştığında bilesin ki, (…) Deniz geçildiğinde gönderdiğim mektubumda er isen meydana gelesin, Allah’ın takdiri neyse ortaya çıksın diye buyurmuştum. Bundan amaç şu idi ki, sen de birkaç ay önceden haberdar olup tedarikin göresin, gafil bulundum, elim altındaki askeri toplamağa zaman el vermedi diye özür ve bahane etmeyesin. Ama uzun zamandır ve epey bir vakittir ki, dökülen at nallarından yeryüzü demire bürünmüş, dizginlerin şakırtısından cihanın kulağı çınlayıp dolmuştur. Bu arada gizli veya açık, iyi ya da kötü senden bir haber alınamadı. Ola ki şimdiki halde Azerbaycan’da dağ ve tepeler muzaffer ordumun nallarıyla dolmuş, hilaller gökleri bezemişken ne bir ad, ne varlığından bir iz var. Öyle gizlenmişsin ki varlığınla yokluğun denk düşmüş (farksız olmuş). Kılıç taşırım davası güdenlerin ok ve kılıç yarasından korkmaması gerekir. Selamet kaygısıyla perde gerisinde oturmak yiğitlik değildir. Şimdi bu kadar gizlenmenin sebebi büyük ihtimalle sayıya gelmeyen ordumdan korkman olmalı. Bu korkunu gidermek için ordumdan 40 bin kişi ayrılıp Kayseri ile Sivas arasında beklemeleri buyuruldu. Düşmana mürüvvet de ancak bu kadar olur. Daha da olmaz. Eğer özünde yiğitlikten bir iz varsa gelip karşıma çıkarsın. Ezelden yazılı her ne ise gün yüzüne çıkar.
Taçlı Hanım birkaç saat esir kalmıştı
Çaldıran Savaşı’nda Şah İsmail’in eşi Taçlı Begüm’ün esir edildiği meselesi tarih yazarlarını uzun süre meşgul etmiştir. Hatta Osmanlılar için bu husus önemli bir öğünme vesilesi bile olmuştur.
Gerçekte Taçlı Hanım’ın esareti bir kaç saati geçmemiş, ertesi gün Şah’ın yanına gitmiş ve hayatını İran’da tamamlamıştı.
Aşağıda Şah İsmail’in Heşt Beheşt Sarayı’ndaki eşyalarının listesinin yer aldığı defterden bir yaprak görülüyor.