Yahya Kemal “Tarih Şiirinin Şairi”

Yahya Kemal Beyatlı Türk şair, yazar, siyasetçi, diplomat.
Yahya Kemal Beyatlı Türk şair, yazar, siyasetçi, diplomat.

Yahya Kemal’in şair yönü genellikle öne çıkarılır. Ancak düşünür tarafını, hele ‘Tarih Musahabeleri’ndeki derinliği ihmal etmek bizi bu zengin hazineden mahrum bırakacaktır. O, etrafındaki sarsıcı değişimin ortasında bir ada gibi durarak Osmanlı tarihini adeta devam ettirmiş, onun kapanmamış bir kitap gibi yeniden okunmasını sağlamıştı. Mustafa Armağan “Tarih şiirinin şairi” Yahya Kemal’i Derin Tarih okurları için kaleme aldı.

Felsefe profesörü Önay Sözer bir söyleşisinde Freiburg Üniversitesi'nden hocası Johannes Lohmann'la ilk karşılaşmasını ve sorduğu bir soru üzerine aldığı cevapla yaşadığı sarsıntıyı şöyle aktarıyor:
“Beni çalışma odasında kabul etti. İlk sorularından biri şu oldu: 'Ne okuyorsunuz?' Biraz bu soruyu yadırgamakla birlikte yanıt olarak hemen büyük bir safdillikle 'Hegel'i, Husserl'i okuyorum; son olarak da sizin kitabınızı okudum' dedim. 'Hayır, hayır' dedi bana, 'bunları istemiyorum. Siz ne okuyorsunuz, kendi geleneğinizden ne okuyorsunuz?'"

Sonra düşünmeşye başlıyor Türk öğrenci: “Gelenekten ne okuyordum, ne okuyabiliyordum? Lohmann 1928'de gerçekleştirilen Harf Devrimi ile Arap harfleriyle yazılı olan bütün Osmanlı kültür mirasının genç bir Türk öğrenci için artık gözden ırak, kolay erişilmez bir hale geldiğini biliyordu. Bu soruyla ilkin bu noktayı kurcalamak istiyordu. Yanıtı zor, ağır, eleştirel bir soruydu bu, düşündükçe fark ediyordum."

Prof. Sözer düşündükçe Alman hocasının gerçekte neyi kastetmiş olduğunu çözer. Şunu demek istemiştir Lohmann: “Siz bir Türk olarak kendi kültürünüzün organik gelişmesinden koptunuz. Belki böylece en kestirme biçimde geleceğe yönelmek istediniz ama geçmişini bilmeyen, onu kendinde taşımayan insan geleceğe nasıl yönelir?"

Lohhmann örneğini verişim boşuna değil. Geleneklerini özümsemiş, onun içinde yürüyen, hareket eden bir dünyadır Batı. Hiç de bize sunulduğu gibi geleneklerinden kopmuş değildir. “Geleneklerinden kopmadan modern olunamaz" gibi sakat bir anlayış bu topluma yıllarca dayatıldı. Türk musikisinin 1930'lu yıllarda yasaklanmasında gördüğümüz türden kopuş/ koparılış çabalarında batılılaşma ideolojisi uğruna geleneğimizin 6 asırlık birikimini silmeye, kurtulmaya çalıştık Adeta bir yükü, bir safrayı atar gibi attık… Ancak safraları atıp temizlendiğimiz zamandır ki, modern olacağımız gibi feci bir yanılgıya yuvarlandık.

İşte Yahya Kemal'in kültürümüzün köklerinden koparıldığı bir sırada onun “organik" gelişimiyle kurduğu kendine has modern ama marazi olmayan bağlantı tam bu noktada önem kazanıyor. O, içinden yetiştiği Osmanlı kültür dünyasını tasfiye etmek isteyenlerin hakim olduğu bir kültürel çevrede estetik devamlılık akımını neredeyse tek başına temsil etti, resmi ideolojiye açıkça muhalefet etmeden onun dışında yeni bir yol açmakla meşgul oldu. Şiirleri dayanılmaz derecede güzel ve etkileyiciydi, bu nedenle fazla tepki görmedi ama o tehlikeli düşünme yöntemi hor görüldü, bu yüzden unutturulmaya çalışıldı.

İki eski dost Yahya Kemal, Türk dostu Fransız sanat tarihçisi Albert Gabriel ile bielikte akşam yemeğinden dönerken.
İçinde yetiştiği kültürel ortamı tanımazsak Yahya Kemal gibi orijinal bir aydını şahsi bir başarı öyküsünün kahramanı gibi okuma yanılgısına düşeriz. Ama her düşünce, her şiir, her söz kaçınılmaz bir şekilde bir iletişim ortamı içinde, bir şeyler lehine veya bir şeylere tepki olarak vücut bulur, anlam kazanır. Dolayısıyla Yahya Kemal'in “anne millete dönmek" önerisinin ya da 'tarihimiz'in Malazgirt'le birlikte başladığı tezinin '1908 depremi'yle yakından alakası bulunmaktadır.

Osmanlı Devleti Tanzimat kazasından sonra kendini toparlamaya çalışmış, gemiyi hem yürütmek, hem de parçalarını birer ikişer tamir etmek derdine düşmüştü. Kimi alanlarda reformlarını yapmış, idaresini, ekonomisini, para sistemini, eğitimi vs. iyi kötü yenilemiş ve kapitülasyonlara, dış müdahalelere, sömürgeleştirme faaliyetlerine rağmen yoluna devam eden canlı bir düzen kurmayı başarmıştı. Bütün hastalıklarına rağmen eski görkemli düzenin yaşayacağına, yıkılmayacağına inanılmıştı. Nitekim Abdurrahman Şeref Bey -ki kendisi son Osmanlı vak'anüvisidir- Osmanlı Devleti Tarihi'nde bizim 'çöküş dönemi' diye yaftaladığımız son devre, 'Diriliş devri' diyerek, geminin, yaralarını tedavi ederek yoluna devam edeceği müjdesini vermeye çalışıyordu.

Bundan sonra Sultan II. Abdülhamid'in 33 yıllık 'ufukları tutma' çabasını görürüz. Nihayet 2. Meşrutiyet'in ilanından sonra ilk büyük tarih kırılmasını idrak edecektik: Artık başımızda bir Baba yoktu! Abdülhamid kızsak da, kavga da etsek, kurtulmak için mücadele de versek oradaydı. Şahsında simgelediği kadim babalık ('Cici Baba') esprisini çağa inat yaşatıyordu. O, her şeye rağmen hayatımızın içerisinde farkında olmadığımız bir yeri dolduruyordu.

Şimdi Baba'yı öldürmüştü çocuklar ama yerine kimin geçeceğini düşünmemişlerdi. Konstantin Kavafis'in ünlü şiirinde geçtiği gibi “Barbarları beklerken" yakalayacaktı çağın fırtınası onları.

Bir dost meclisinden tatlı bir hatıra Yahya Kemal; Ahmet Hamdi Tanpınar, Nihad Sami Banarlı, Orhan Şaik Gökyay (sağ başta, ayakta) ve diğer dostlarıyla bir akşam yemeğinden sonra.
“Le Sultan est mort!"
Yahya Kemal'in yazmak isteyip de yazamadığı bir romanı olduğunu biliyoruz: Her Gece Benimsin. Tabii bu romanın sadece taslağı elimizde. Sözlü olarak anlattığı taslaktan şöyle bir konusu olduğunu öğreniyoruz romanın (Yahya Kemal Yaşarken adlı kitaptan aktarıyorum):

“…Vak'a Paris'de başlıyordu. Romanın genç kahramanı, Paris'de Jön Türkler arasında bulunuyor, fakat onların Türkiye hakkındaki emellerine ısınamıyordu. Bir gün odasında çalışırken, bir gazetecinin, rûhunu elektrik gibi çarpan sesini duydu. Gazeteci:

- Le Sultan est mort! (Sultan öldü!..) diye bağırıyordu. Gencin ruhu sarsıldı. Demek Sultan Abdülhamid ölmüştü. Paris'e firâr edenlerin, yurtta hürriyet isteyenlerin büyük kâbusu sağ değildi. Fakat şimdi ne olacaktı? Bunca yıldır vatanı her şeye rağmen bu hükümdar idare etmişti. Birçok kavimlerden ve dinlerden kurulmuş bir imparatorluğu, her şeye rağmen ayakta tutmuştu. Şimdi, iç ve dış düşmanların ayaklanmasiyle, vatanda kim bilir ne korkunç vak'alar olacaktı?

İçinde bir burkulma hissetti: Jön Türklerin çok yanlış bir yolda çalıştıkları, bir rüzgâr gibi idrâkine esmişti.

Bir müddet sonra öğrendi ki, ölen Sultan Abdülhamid değildir. Beşinci Murad'dır. İçine su serpilir gibi oldu…

Romandaki muhalif Jön Türk'ün haberi duyar duymaz sarsıntı geçirişine dikkat buyurun. Şimdiye kadar mücadele ettikleri, başlarından atmaya çalıştıkları Baba, yani Padişah bu rüyaya göre artık ölmüştür. Bu fikir bile kahramanımızı etkilemeye yeter. Çünkü henüz hazır değillerdir babasız bir düzende yaşamaya. O halet-i ruhiye ile “Biz şimdi ne yapacağız?" kaygısına düşmüştür hemen. Neyse ki, bu bir rüyadır ve hazırlanmak için önlerinde 4 uzun yılları daha vardır!

Bu 'kayıp baba' esprisi, yakın dönem kültür tarihini anlamak bakımından önemli bir anahtar sunuyor. Zira Abdülhamid'den sonra 'Baba', deyim yerindeyse kayıplara karışmıştır. 'Son Padişah'tır o. Zaten tahttan indirilmesini takip eden 9,5 yıl zarfında onun yerine geçen sahte kahramanların çok büyük bir süratle ortadan silinivermesi, kaybedilen savaşın ardından vatanlarını terk etmeleri, nihayet devlet babanın ortadan kalkması bu kanaati pekiştirecektir.

Arkasından dişileştirilmiş yeni bir imaj salkımının canlandığına şahit oluruz: Anneye, vatan a ve millete sarılmak. Mesela Yahya Kemal 1922 tarihli bir yazısında şu cümleyi kurar: “Ah anne Anadolu! Ne kanlı ve ne büyük nasîbin varmış!"

Bu yeni imajın en çarpıcı kullanımlardan biri, onun “Ezansız semtler" adlı yazısında bulunur: “Biz ki minâreler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübârek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minâresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlamayacaklar!"

Kara Mustafa Paşa'nın esir düşen talihsiz çadırı Yahya Kemal ve Yunus Nadi'nin farklı yorumlar getirdiği 2. Viyana Kuşatması'nı tasvir eden bir resim. 'Osmanlı Sadrazamı Kara Mustafa Paşa, Viyana'yı parmaklarının ucundan kaçırmıştı. Paşa'nın otağı, Avusturya'nın başkentini muhasara eden Türk ordugâhındaki binlerce çadır arasından tüm haşmetiyle seçilebiliyordu. Bu otağ, Kara Mustafa Paşa'nın ordusunun geri kalanıyla kaçmasının ardından ele geçirilmiştir.' (Kaynak: Dünya Savaş Tarihi- II, Erken Modern Çağ, Timaş, 2011, s. 147.)
Babanın yokluğunda...
Artık 'Baba'nın yokluğunda, mecburiyetten sağ kalan anneye sarılmış bir aydın tabakanın üyesi Yahya Kemal vardır karşımızda. Dolayısıyla vatana, millete ve Baba varken fark edilmeyen zenginliklere yeniden bakma, belki o Babayı bu defa zihinde yeniden inşa etme çabası içerisine girmesi anlaşılır bir durumdur. Sezai Karakoç'un, Yahya Kemal'in yaptığı ve yapmak istedikleri için söylediği 'Bozgunda fetih düşü' tespitinin isabetine diyecek yoktur.

Aslında Yahya Kemal'in de geçirdiği olgunlaşma devirleri vardır. Peyami Safa'ya göre 3 devre ayırt edilebilir onun hayatında. Buna göre, 1) Paris'ten döndüğü devre. Havza edebiyatı, Hümanizm gibi etkilerin altında kaldığı dönem, 2) Nedimvarî rindlik dönemi, 3) 'Ses', 'Açık Deniz' gibi şiirleri yazdığı, 'bilhassa Avrupa elçiliğinden dönüşünden sonraki' dönemi ki, bu dönemde Yahya Kemal tam bir Osmanlı şairidir. Küçük burjuva hisliliği bu devre egemen olur. Peyami Safa, Yahya Kemal'in en köklü ve soylu tarafının, şiirlerinden ziyade sohbetlerinde ortaya çıktığına inanır. Özellikle de sohbetlerindeki 'tarih aşkı'nda. Ona göre “Asıl Yahya Kemal, yazmadığı o tarih şiirinin şairidir."

Yahya Kemal'in getirdiği imtidat (devamlılık) düşüncesinin yenilik ve farklılığı şuradadır: 1908 Meşrutiyet'inden sonra devrin aydınları tarafından Osmanlı'ya yönelik sert eleştiriler getirilse bile, onlar bir Osmanlı realitesinin içerisinde bulunduklarının bilincindelerdi. Lakin 1920'lerin ortalarından itibaren Cumhuriyet aydınlarında inancını, tarihini, hatta kimliğini reddeden bir yaklaşımın egemen olduğunu görüyoruz ki, işte bu kırılma birincisinden çok daha radikaldir ve elbette çok daha tahripkâr sonuçlar doğurur.

Avrupa yıllarından güneşli bir hatıra Yahya Kemal Avrupa'da. Başında fötr şapkası, bacaklarının arasında bastonuyla objektife böyle poz vermiş. Acaba neler geçiriyordu zihninden? Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'yı olabilir mi?
Viyana hesaplaşması
Yunus Nadi 1930 yılında Cumhuriyet gazetesinde Viyana Kuşatması hakkında bir yazı kaleme alır. Yahya Kemal Tarih Musahabeleri'nde bu yazıdaki Osmanlı tarihini küçümseyen, yok sayan ya da “Canım gitmeselerdi Viyana'ya, ne işleri vardı?" yaklaşımını eleştirir. Yunus Nadi, Yahya Kemal'in aktarımına göre şöyle yazmış: “Nazarımda Viyana'nın, o zaman zapt olunmuş olması veya olmaması tamamen müsavidir…"

Yunus Nadi şöyle devam ediyormuş yazısına: “Zaptolunmuş olsa idi sanki ne olacaktı? Osmanlı tarihi, başlıca meziyeti istilâ ve müdafaa olan bir tarihten başka bir şey değildir. Ben bu tarihi şöyle hülâsa ettim: Viyana'ya kadar çıkan [ve], Sakarya'ya kadar dönen bir medd ü cezir…"

Yahya Kemal'in bu ididaya verdiği cevap çok ilginç ve yaratıcı, üretici, hatta öğreticidir. Yahya Kemal bir dönemin aydınına hakim olan mantığı o kadar nefis bir şekilde özetliyor ve eleştiriyor ki, hulasaten de olsa aktarmadan edemeyeceğim:

“Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ve kurmay kadrosu aslında burada başka bir şey yapmak istiyorlardı. Viyana'yı alacaklar, Tökeli İmre'yi Macaristan'ın başına geçirecek, orada bir tampon devlet vücuda getireceklerdi. Böylece Almanya ile Osmanlı sınırı arasına bir başka devlet yerleştirerek sınır güvenliğimizi sağlayacaklardı."

Bu, açıklamadan sonra şu ayrımı da dikkatle yapmaktadır Yahya Kemal: Bir iş mantıklı olabilir ama gerçekçi olmayabilir. Kendi ifadesi aynen şöyledir: “O seferimiz mantığa uygundu, lâkin realiteye uygun değildi. Ben ise siyasiyatta asırların realitesini tercih ederim."

Görüldüğü gibi bir mütefekkir edasıyla konuştuğu zaman da son derece vurucu tespitler yapabiliyor Üstad. Viyana'nın fethi Osmanlı için çok mantıklıydı fakat gerçekçi değildi. Yani bu düzeni devam ettirecek başka enstrümanlarınız yoksa, bu fetih rasyonel olarak iyi planlanmış olsa dahi yürümez ve nitekim yürümedi, diyor ve devam ediyor.

Yahya Kemal'in haklı olduğunu gösteren bir örnek Kanuni Sultan Süleyman'ın Viyana kuşatmasıdır. Aslında 16. yüzyılın ilk yarısında Viyana daha zayıftı, surları daha ilkel ve kırılgandı, nitekim toplarımız ateşlenince bir kısım surları tahrip edebilmişti. Ama Kanuni fetih sonrasında orayı besleyecek bir beşerî, ekonomik, sosyal yatırım zincirini hemen kuramayacağını bildiği için acele etmemişti. Bunun gerçekçi olmayacağını düşünmüş ve bu kadar büyük bir yatırıma, bu kadar büyük bir harabiyete ve insan kaybına yol açacak zamansız bir harekât yerine gözdağı vermekle yetinmişti. Fetih tasarısını ileriye ertelemeyi tercih etmişti.

Zaten Yahya Kemal'e bakılırsa mekânı fethetmek bir 'marifet' olmakla birlikte mekânla birlikte zamanı da fethetmektir asıl marifet. İkincisi, birincisine göre 'yüz misli değerindedir'.

Peki Yahya Kemal'in Türkiye'deki tarih yazımına getirdiği yeni yaklaşımı, yani “Rönesansı" nerede aramalıdır?

Aziz İstanbul, Osmanlıca ithaf ve İsmet İnönü portresi Yahya Kemal'in Aziz İstanbul konferans– larından birini verirken çekilmiş fotoğrafı… Remin üzerinde 15 Mayıs 1926 tarihi okunuyor. Arkadaki İsmet İnönü portresine dikkat!
Rönesans veya uyanış
Önce kavramsal açıdan Rönesans ne demektir? Sözlük anlamı, yeniden uyanış demek. Uyumuş, uyuşmuş ya da pıhtılanmış bir şeyin yeniden açılmasıdır Rönesans. Kavramı sorgulamaya başladığımızda aslında “Rönesans diye bir şey var mı?" diye de sormamız gerekebilir. (“Lale Devri diye bir şey var mı?" diye sorduğumuz gibi. Malum, Lale Devri'nde yaşayanlar böyle bir devirde yaşadıklarını bilmiyorlardı.) Aynı şekilde Rönesans döneminde yaşayanlar da Rönesans'ta yaşadıklarını farkında değillerdi. Rönesans'ın bugünkü yaygın imajı, 19. yüzyılın ilk yarısında Michelet adlı Fransız tarihçisinin literatüre kazandırdığı, daha sonra Jacob Burckhardt'ın tamamladığı bir geç dönem icadıdır, dahası, şimdilerde tarihçilerin en büyük eleştiri odaklarından birini teşkil etmektedir.

Bizde Batı büyük ölçüde bir hayal dünyası ve evrensel bir başarı öyküsü olarak anlatıldığı için Rönesans kavramı da çok abartılarak kullanılmış ve gerçekliğinden kopartılmıştır. Rönesans sanki ekonomiden, toplumdan, dinden bağımsız bir hareketmiş gibi anlatılır. Halbuki bizim Rönesans'ı (Re-neissance 'yeniden uyanış' anlamındadır) da tartışmaya açmamız lazım. Salt ileriye gitmek ve geçmişten tamamen kopmak şeklinde bir Rönesans anlayışının Batı için de geçerli olmadığını ve aslında Rönesans aydınları diye bildiğimiz Alberti'lerin, Leonardo Da Vinci'lerin, Mikelanj'ların, Massacio'ların bal gibi dindar Hıristiyanlar, hatta bir kısmının kilisenin emrinde çalışan insanlar olduğunu bilmemiz lazım. Kavramlarımız feci bir alt üst yaşamış durumundadır ve yeniden yerlerine oturtulmayı beklemektedir.

Peki Yahya Kemal'in dünyasında 'Rönesans' kavramı nasıl ortaya çıkıyor? Şimdi oraya geliyoruz. Konuya, çağımızın kışkırtıcı düşünürlerinden Martin Heidegger'le açıklık getirebiliriz.

Heidegger ve geleneğin dinamizmi
Heidegger geleneği her türlü düşünce faaliyetinin temeli olarak görür. “Gelenek, geriye dönmek değildir, ileriye gitmektir. Aslında tam ilericilik, geleneğe dönüştür" der. Eğer siz geleneğinize dönüp onu doyuncaya kadar kendinize mal ediyor, onun gövdesi içinde mesafe alıyorsanız, aslında geriye doğru değil, ileriye doğru yürüyorsunuz demektir. Asıl ilericilik de budur Heidegger'e göre.

Geçmişiyle yüzleşmeyen, mirasıyla buluşmayan, geleneğiyle hesaplaşmayan ve reddetmek için dahi olsa onun içerisinde nefes alıp vermeyen bir ilericilik, gerçek ilericilik olamaz. Bir süre sonra o da kolayca gericiliğe dönüşür. Çünkü neyin ileri, neyin yeni ve özgün ve neyin eski ve tekrar olduğunu söyleyemez size. Peki neyin 'yeni' olduğunu bize kim söyleyebilir? sorusuna Heidegger'in cevabı, 'Elbette neyin eski olduğunu bilenler' olurdu. Dolayısıyla tam da bu anlamda geleneğe dönmek ileriye gidiş, yani geleceğe yöneliş anlamına gelir ki, işte Rönesans'ı, geçmişten kopuş değil, antikite'ye, kadim Yunan ve Roma kültürüne ve Hıristiyanlığın başlangıç günlerine dönüp onun içinden yeni ürünler istihraç etme çabası şeklinde anlarsak Yahya Kemal'in aslında ne yapmaya çalıştığını görürüz.

Bizde anlaşıldığı şekliyle geleneğinden kopmuş bir Rönesans'ı değil, tam da belki Batı'daki anlamda geçmişiyle buluşmuş, onu kana kanaiçmiş ve geleneğin damarları içinde yürüyerek geleceğe ilerlemiş bir Rönesans anlayışını anlattığı içindir ki, Yahya Kemal o kolay tutturulamayan sentezinde hem yaşadığı zamanın tuzaklarına düşmekten kurtulmayı başarmış, hem de eskiyi derinlemesine bilmeyi önemsediği için mazinin esaretine düşmeden hakikaten zamana dayanıklı, “her dem taze" bir 'yeni'yi kurabilmiştir. Onu kalıcı ve güncel hale getiren formül, geleneğe dönerek yenilenmektir.


Hem siyaset, hem tarih sohbeti Yahya Kemal, Milli Mücadele döneminde siyaset ve tarih sohbetleri yaptığı arkadaşlarıyla bir gezi sırasında.
Halis bir tablo?
Neden Yahya Kemal burada bizimle de, çağdaşları büyük ölçüde unutulup gitti? O buradayken bir zamanların redd-i miras şampiyonları şimdi nerededir?

Bu sorunun bir cevabını Eflatun'un Devlet'inde buluyoruz. Şöyle diyor 'Attikalı Musa':

“Ruhlar boğucu, korkunç bir sıcağın altında Lethe (Unutkanlık) ovasına gitmişler; ne ağaç, ne ot varmış bu ovada. Akşam olunca Ameles (Kaygısızlık) ırmağının kıyısında konaklamışlar. Bu ırmağın suyu hiçbir kap içinde durmazmış; oysa herkes de bu sudan biraz içmek zorundaymış. Bazı ruhlar ölçüyü kaçırıp fazla içermiş, içer içmez de her şeyi unuturlarmış."

Yahya Kemal de o sudan içenler arasındaydı. Ancak geçici bir unutkanlık döneminden sonra yeniden hatırlamanın ilaçlarını bulmaya çalıştı. Yalnız kendisi için değil, 'ahiret kardeşi vatandaşları' için de geliştirdiği hatırlama formülleri bugün giderek daha çok kişinin ilgisini çekiyor. Öyle görünüyor ki, ilgi çekmeye devam da edecek. Zira sabırla ve emekle hazırlanmış bir formül onunkisi.

Yazıma son noktayı koyma vazifesini, Yahya Kemal'in bizim neslimiz açısından taşıdığı önemi 60 yıl kadar öncesinde dile getiren yakın dostu Prof. Albert Gabriel'in cümlelerine bırakmak istiyorum. Zira, “Dünkü Türkiye'nin hâlis bir tablosunu çizmeye çabalayan yarınki arayıcılar hiç unutmamalıdırlar ki, Yahya Kemal, millî tarihi, derinliğine kadar inceleyen, anlayan ve o tarihin bütün tafsilatını, bütün inceliklerini en iyi kavrayanlardan biridir."

Yahya Kemal Lozan'a karşı çıkmıştı!
Yahya Kemal 1922 Kasım'ından 1923 Şubat'ına kadar süren ilk dönem Lozan görüşmelerine katılanlardan biriydi. Lozan'dan bir hanıma yazdığı mektupta itiraf ettiği ve Dr. Rıza Nur'un Hayat ve Hatıratım'ında yazdığı gibi vaktini daha çok diplomatik ziyafetler ve eğlencelerde geçirdiğini anlıyoruz. 2. Dönemde Urfa Milletvekili olarak Meclis'e giren Yahya Kemal, 21 Ağustos 1923 günü TBMM'de şaşırtıcı bir konuşma yapar. Güney sınırlarımızın yanlış çizildiği ve Antakya ile İskenderun'un Fransızlara bırakılmasının bir hata olduğunu anlattığı bu konuşmada Lozan'ı eleştirir ama –kendisinin de bir üyesi olduğu- heyetimizden ziyade Fransızları suçlar. Dahası, sözkonusu yerlerin bize bırakılması için Fransız milletinin vicdanına seslenir. Aşağıda Lozan'ı eleştirme cesaretini göstermiş olan Yahya Kemal'in bu tarihî konuşmasının sadeleştirilmiş halini bulacaksınız. Metinde Türk ve Kürtlerin kardeş ve ayrılmaz oldukları vurgusu ve 'Kürt bayrağı'ndan bahsedilmiş olması, Cumhuriyetin hemen öncesindeki kardeşlik havasını pek güzel yansıtmaktadır.

Efendiler, ben de özel olarak güney sınırımızdan bahsedeceğim. Demin söz alan Mersin milletvekili Niyazi Bey vatanın, Güney Türklerinin dertleriyle muztarip, bir âşık gibi uzun uzadıya bahsettiler ki bana, onu yalnız desteklemek kalıyor. Kısaca bazı şeyler söyleyeceğim. İki yıl önce Ankara İtilâfnamesi imzalanırken eğer müzakerelere sağduyu rehber olsaydı derdim ki, şimdi yara gibi kanayan bu sınır çizilmezdi, Lazkiye'nin güneyinden bir çizgi çizilirdi, bu sınır Cebelisem'ân'a çıkardı ve batıda o sınır Türklerin oturduğu bir bölgeyi ana vatana bırakırdı. O sınır Fırat'tan Cebelisem'ân'a kadar gelirdi. Fırat'ı takib ederdi. Çünkü Lozan'da Rumeli sınırımızdaki daha küçük bir nehri bir Çin seddi gibi tabii sınır addediyorlardı ve orada 600 bin Türk ikamet ediyordu. O 600 bin Türkü Yunanistan'a elleri, kolları bağlı teslim ettiler. Acaba güneyde Fırat, Meriç kadar bir tabiî sınır teşkil edemez miydi?

Evet efendiler, Fırat'ın bir tarafında kalan saha, o saha ki: Diyarbekir, Siverek, Urfa, Mardin, Siirt ahalisi koyunlarının meralarıdır, oralar bize kalırdı ve o sahada gayet büyük ölçekte bir aşiretler dalgalanması bulunurdu ve sınırda güvenlik ve asayiş daima baki kalırdı. Fakat Suriye'nin Rum ve Ermeni Katolikleri -ki daima burunlarını Şark meselesine sokarlar- onlar kamuoyunu ihlâl ettiler, dediler ki, o sahada oturan ırk doğrudan doğruya Suriye ırkına mensuptur.

Hayır, efendiler, doğrudan doğruya Türk ve Kürt milletine mensup bir ırktır, doğrudan doğruya ana vatana katılmak isteyen bir ırktır. Fakat bendeniz bu sınırda ısrar etmeyeceğim. Madem ki, bize Fırat hattını vermediler, Sincar'dan Cebel-i Abdülâziz'e gelen ve oradan Tellüref'an'a inen sınırı verselerdi ve o zaman bu hattın beri tarafındaki Türkiye mesut olurdu. Fakat bunu dahi vermediler. Şimdi oradaki sınır yalnız ırk ve milliyet nazariyesi aleyhinde değil, tabiat aleyhinde de bir sınırdır. O sınıra karşı tabiat isyan ediyor. Binaenaleyh diplomatlar eserlerini ikmal ettiler; söyleyecek söz kalmadı gibi. Fakat ben diplomatlara değil, Fransız milletinin vicdanına hitab ediyorum. O Fransız milleti ki, iki büyük ilkesinden biri vatanperverliktir, biri sağduyudur. Fransızlar, 48 sene Alsace-Lorraine için ağlayan Fransızlar, bizim kaç sene İskenderun ve Antakya için ağlayacağımızı belki her milletten daha fazla hissedebilirler ve yine Fransız sağduyusuna müracaat ediyorum. Ümid ediyorum ki, Fransız sağduyusu, Fransız Hükümetine güney sınırına daha salim ve daha samimi bir tarz ve yön gösterir ve oradaki yara kanamaz. Bir tarafta yurduna sığınmak isteyen bir millet müsterih olur, diğer tarafta da Suriye ve Suriye'nin hâmisi olan devlet müsterih olur.

Kürsüden inmeden evvel bir kelime daha söylemek istiyorum. Bu anda Antakya ve İskenderun önemli bir saat yaşıyor. Bu iki şehir, zannetmesinler ki, onlar için bu saat hiçbir zaman veda saatleridir. Biz o milletiz ki, Yunan topları Haymana'dan Polatlı'ya doğru patlarken biz, bütün o ateş hattının arkasında; İzmir'de, Bursa'da, Edirne'de Türk bayraklarını görüyorduk. Ve o anda bizim idealimizi cinnet sayanlar vardı. Fakat bizim bu cinnetimiz onları şaşırttı. O akılları durdurdu. Biz bugün, bu anda Antakya'da, İskenderun'da ve bütün o toprakların arkasında kalan Türk, Türkmen, Kürt bayraklarını görüyoruz ve bizim idealimizi hiç bir şey durduramayacaktır. (Şiddetli ve sürekli alkışlar.)