Uygurlardan Osmanlılara bir kelime arkeoloğu
Göktürkçeden OsmanlıcayaTürkçenin bütün tarihî devirlerinevakıf olan Prof.Şinasi Tekin’in en büyükmeraklarından biri Osmanlı diplomatikdilini bihakkın kullanaraksahte fermanlar düzmekti. Merhum Prof. Tekin Harvard’dabaşlattığı yayın serisine 10’u aşkın kitap, 100’denfazla makale ve yadigâr olarak pek çok öğrenci bırakır.
1986 Mayıs’ında Tarih ve Toplum dergisinin okurlarını büyük bir sürpriz bekliyordu. Bir yazıydı bu: “Viyana’nın Kanunî Sultan Süleyman tarafından fethedilmiş olduğuna dair yepyeni bir vesika.” Başlığı okuyanların aklından ilk anda nelerin geçtiğini tahmin etmek zor değil: Viyana Osmanlılar için “erişilmek istenen yer” anlamında “Kızılelma”ydı, üstelik 1529’da Kanunî Sultan Süleyman, 1683’te ise Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından kuşatılmış ancak fethedilememişti.
Yazar da, eski tarih kitaplarına mı yoksa bu vesikaya mı inanmak lazım diye soran okuyucunun tereddüdünü önceden sezip cevabını hazırlamıştır:
“Elbette tevarihlere değil, neşretmekte olduğumuz vesikaya inanmak lazımdır! Zira bu vesika öyle bir vesikadır ki tepesinde Cihan Padişahının tuğrası, altında da gene aynı Sultanın ‘teminat’ ibaresi mevcuttur.”
“Şinasi Tekin” imzasını gören bazı okurların ‘durum’u fark ederek gülümsediklerine eminim. Durum şu ki, Göktürkçeden Osmanlıcaya Türkçenin bütün tarihî devirlerine vakıf olan Prof. Tekin’in en büyük meraklarından biri Osmanlı diplomatik dilini bihakkın kullanarak sahte fermanlar düzmekti. Bu yazıda neşrettiği ferman da Viyanalı büyük Türkolog Prof. Andreas Tietze’ye doğum gününü kutlamak maksadıyla kendisi tarafından Kanunî’nin ağzından yazılmıştı!
İtiraf etmeliyim ki, kütüphanede dergi ciltlerini karıştırırken rastladığım yazıyı ilk okuduğumda ben de büyük bir şaşkınlık yaşamıştım. Meselenin farkına vardığımdaysa merak ettiğim tek şey şuydu: Şinasi Tekin kimdi ve nasıl oluyordu da Osmanlı divanî üslûbunu bu kadar kusursuz bir şekilde kullanıp böyle ‘tarz-ı kadîm’ üzre metinler düzebiliyordu?
Şinasi Bey’in hayatına dair yaptığım kısa araştırmadan sonra cevabımı almıştım, hem de fazlasıyla:
1933’te Balıkesir’de doğan Tekin, ilk, orta ve lise öğrenimini sırasıyla Bursa, Bilecik ve İstanbul’da tamamlamış. 1950’de İÜ Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdiğinde yarım asrı aşacak Türkoloji macerasına ilk adımı atmış oluyordu.
Öğreniminin 5. yarıyılında aldığı bir bursla Almanya’ya giderek önce Münster ardından da doktora yapacağı Hamburg Üniversitesi’ne devam eden Şinasi Bey ünlü bilim insanlarıyla tanışıp Türk dili tarihi, Budizm, Farsça, Soğutça, Sanskritçe, dilbilim ve İslam tarihi dersleri aldı.
1958’de İstanbul Üniversitesi’ne dönüp ertesi yıl yeni açılan Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne gitti. Burada Türkoloji bölümünün kurulmasına büyük katkılarda bulunan Tekin, öğrencilerin dersleri dışında dertleriyle de yakından ilgilenen yardımsever bir hocaydı. Bu dönemde çalışmalarını daha ziyade eski Uygur Türkçesi metinlerine ve Budist kültürüne teksif eden Hoca, 1965’te Harvard Üniversitesi’nden aldığı davet üzerine Amerika’ya gider. Aynı yıl uzun zamandır planladığı “Sources of Oriental Languages and Literatures” adlı bir yayın serisi başlatır burada. Günümüzde 122. kitabına ulaşan serinin gayesi, Türk-İslam kültür ve edebiyatlarına ait temel metinlerin değerlendirme, çeviriyazı ve tıpkıbasımlarıyla neşredip ilim âleminin istifadesine sunmaktır.
Ayrıca bugün 44. sayısına erişen, Journal of Turkish Studies adıyla uluslararası ilmî bir dergi çıkarıp editörlüğünü üstlenen Tekin’in en büyük hedefi Türkçenin bir ilim dili olarak dünyada gelişip yayılmasıydı.
1976’da kendisi gibi Türkolog olan Gönül Alpay ile evlenen Şinasi Bey’in en büyük destekçi ve yardımcısı da eşiydi. Kitapları dizgi makinasında Gönül Hanım diziyor, dünya kütüphaneleriyle irtibat kurup onları abone yapma, dergileri paketleyip kargolama işleriniyse Şinasi Bey yapıyordu. Projeleri elinde, ilgili her devlet kurumu ve vakfın kapısını çalıp maddi destek arayan Tekin, pek çoğundan eli boş döner. Öyle ki, borçlanarak aldıkları dizgi makinasının taksitlerini, tasarım ve baskı masraflarını ancak Türk dostu Osmanlı tarihçisi Prof. Heath Lowry’nin müdürlüğünü yaptığı Institute of Turkish Studies’ten gelen yardımla öderler.
Şinasi Hoca’nın bir hayali daha vardır: Osmanlı tarihi ve edebiyatı üzerine çalışan lisansüstü öğrencilerin kaynakları orijinallerinden okumak için ihtiyacı olan dil ve kültür bilgisini sağlamak için bir yaz okulu açmak. Cunda adasındaki evlerini bu işe tahsis eden Tekinler, Amerika ve Türkiye’de çalmadık kapı bırakmaz. Maddî imkânların kıtlığı, bürokrasinin hantallığı ve ada halkının önyargılarına rağmen 1997 yazında Osmanlıca Yaz Okulu’nda ilk öğrencilerini ağırlar.
İştikakçının işi ne?
Dergi ciltlerini biraz daha karıştırdığımda Tekin’in 1989-1994 yılları arasında “İştikakçının Köşesi” başlığı altında etimoloji yazıları yazdığını gördüm. Yalnız bu yazılar, klasik tarzda ek-kök meselesine takılmıyor, bir kelimeyi ele alarak onun tarih içindeki serüvenini adeta bir roman sürükleyiciliği içinde ve sohbet havasında anlatıyordu. Mütebahhir bir filologla karşı karşıyaydım evet, usta bir denemeciyle tanışmam da aynı âna denk gelmişti.
2001’de iki kapak arasına girdiğini öğrendiğim makaleleri toplu halde okumak için kitabı almak istedim ama bulmak ne mümkün! Rastladığım birkaç sahaf da öyle fiyatlar söyledi ki… Neyse. Ben bütün makaleleri fotokopi çekerek kendi kitabımı kendim yaptım ve günlerce elimden düşürmeden döne döne okudum. Nihayet geçenlerde Dergâh Yayınları İştikakçının Köşesi’ni yeniden neşretti de, ben de şükürler olsun, fotokopiye talim etmekten kurtulmuş oldum!
“Sen de bir iştikakçı tutturmuş gidiyorsun, nedir bu iştikakçı, ne iş yapar?” dediğinizi duyar gibiyim. “Aslında iştikakçı diye bir kelime yok, ben uydurdum” diyen Şinasi Hoca’ya kulak vermenin tam sırası o zaman: “‘yarma, yırtma, kırma, paralama’ mânâlarına gelen ve aslının Arapça olduğu söylenen şakk isminden şakka diye bir fiil gelmiş, bu fiilden de iştikak ismi yapılmış; yani gene ‘yırtma, paralama’ mânâsına olup Türkçe +çi ekiyle ‘yırtıcı, paralayıcı’ gibi oldukça ürkütücü bir mânâ çıkmış. Burada ‘yırtmak ve paralanmak’ın altındaki mânâ, kelimeleri yırtıp parçalamaktır. Yani iştikakçının işi öyleyse kelimeleri biçip doğramaktır.”
İştikakçı’nın kesip biçtiği kelimelerden en ilginci tam benim şu anda yaptığım şey, yani yazmak! Göktürk kitabelerinden Uygur metinlerine, Çinlilerden Oğuz Türklerine, Karahanlı Türkçesinden Çuvaşçaya Türk dünyasını bir baştan öbür başa adımlayıp diller atlasındaki baş döndürücü seyahatimizi tamamladıktan sonra şu neticeye varıyoruz: Başlangıçta ‘hata etmek, günah işlemek’ anlamına gelen yazmak, 11. yüzyıldan itibaren bir de ‘yazı yazmak’ mânâsı kazanmış. Günah işlemekle yazmak arasında nasıl bir irtibat olduğu ise uzun bir hikâye. Mahalline müracaat oluna!
Osmanlı’nın kuruluş devrine dair temel kaynaklardan biri olan gazâ ve cihâd’a dair makalesi, bir tarihçinin ele aldığı dönemi incelerken bir tek kelimeyi bile anlamadan geçmemesi gerektiği yönünde büyük bir ders niteliğinde. Berat, vakfiye, kitabe, sikke vs. bütün kaynakları gözden geçirip diğer edebî metin ve tarihî sözlüklerin refakatinde ilk Osmanlılara dair ilginç bir tablo koyar ortaya Şinasi Hoca ve şu nasihati kulağımıza küpe eder:
“Lügatla pehlivanlık olmaz. (...) Osmanlı Türkçesini bilmek demek, lügat kitaplarına bakma alışkanlığını kazanmış olmak demektir.”
Yazılarında hiçbir zaman ‘hocalığı’ elden bırakmayan Prof. Şinasi Tekin, 16 Eylül 2004’te vefat ettiğinde ardında 10’u aşkın kitap, 100’den fazla makale ve pek çok öğrenci bırakır yadigâr olarak. Harvard’da başlattığı yayın serisi ve dergi hâlâ eşi Prof. Gönül Tekin tarafından devam ettiriliyor.
Bu yazı için kitabı okuduğumda bir kez daha Şinasi Hoca ile tanışamamanın üzüntüsünü hissettim. Bereket versin ki, yazdıkları ve yetiştirdikleri bizimle… Hocaya rahmet, yetiştirdiklerine selam olsun.
“Âmin, ya muîn!”
Hâmiş: Yazıyı kaleme alırken değerli bilgiler lütfeden Prof. Günay Kut’a, üstteki fotoğrafı kullanmamıza izin veren Simurg’dan İbrahim Yılmaz ve Ersu Pekin’e müteşekkirim