Türkçenin istikbâli
Büyük bir sahaf dükkânı: Binlerce kitap, dergi, broşür, kaset, CD ve müteferrik evrak intizamsız bir şekilde sağa sola istif edilmiş. “Ya nasip” deyip onlarca siyah ciltli, kalın kitap arasından birini çekip alıyor Derin Tarih yazı işleri şefi Halil Solak. Türk Dili Karşısında Türk Münevveri, yazarı Prof. Dr. Ömer Faruk Akün.
Türkçeyle alakalı pek çok araştırmada karşılaştığım 1988 tarihli iki formalık incecik bu kitabı hafızamın “arananlar” listesine kaydetmiştim. Birdenbire karşımda görünce nasıl sevindiğimi -şayet her ay bu köşeyi düzenli olarak takip ediyorsanız- tahmin edebilirsiniz.
Hacim itibariyle küçük, muhteva açısından büyük, ya da eskilerin tabiriyle söylersek “muhtasar ve müfid” eserin yazarı, Allah sıhhatli bir ömür versin, bu ay 90 yaşına giriyor. Tanpınar’ın asistanlığını yapan, derin bir vukûfiyetin, titiz bir araştırmanın mahsûlü makale ve ansiklopedi maddeleri kaleme alan, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi’nde binlerce öğrenci yetiştiren Akün hoca, yazdıkları ve “yaz(a)madıkları” ile bir efsanedir.
Kitabı buldum ya gözüm bir şey görmüyordu artık. Hemen kendimi bir kafeye atıp sayfaları çevirmeye başladım. 14. yüzyıldan 20. yüzyıla Türk dilinin sergüzeştini anlatırken mevzu Öztürkçe hamlesine geldiğinde Hoca’nın anlattığı bir bahis dilde tasfiyenin geldiği noktayı çarpıcı şekilde özetliyordu:
Bir memur yazacağı resmî yazının müsveddesini önce normal bir şekilde yazıyor. Ardından bu yazıyı masasının üzerindeki “sözlük”e göre yeniden düzenliyor. Yani yaşadığı dille değil de yabancı bir dilden tercüme edercesine bir başka lügate ihtiyaç duyuyor. Bu lügat nasıl bir şey mi?
“Ana kucağından bu yana vatanında bir defâ işitmediği, hâfızasının tanımadığı, zihninin, zevkinin sindirmediği, her bakımdan kendisine yabancı bir sözler yığını… istif istif yabancılıklar… buruk, takır takır, kekrek kekrek “sözcük”ler…”
Öztürkçe kaleme alınmış bir metni okursanız “buruk, takır takır, kekrek” sıfatlarıyla neyin kastedildiğini tam olarak anlayacaksınız. Derin Tarih’in 30. sayısındaki “Uçmakta Türk dili”nden birkaç kaşık almak yetecek bu tatsız tuzsuz yemek hakkında bir kanaat sahibi olmak için.
Ağzınızın tadı bozuldu biliyorum. Müsaade edin, kendimi affettirmeye çalışayım.
Lûgat365: Bazı Kelimeler Çok Güzel isminde bir kitap yayınlandı yakınlarda. Adından da anlaşılacağı üzere 365 kelime var bu kitapta. Kelimelerin anlamları ve hangi dilden Türkçeye geçtikleri bilgisine ilaveten bazı kelimeler için örnek cümleler de verilmiş. Hazırlayanlar yazar, çevirmen ya da filolog değil, kelimelere sevdalı, Banu ve Onur Ertuğrul çifti.
Hikâyeleri de ilginç. Bir gün, hissikablelvuku kelimesinin efsununa kapılırlar: “Tek kelimelik bir şarkı gibi nağmesiyle akıyor ve hülyâlara gark ediyor insanı. İnsan bu kelimeyi bir kere duyunca, hep duymak istiyor.” Ertuğrullar, bu kelimeden aldıkları lezzeti başkalarına da yaşatmak için “Lûgat365” adında bir proje geliştirirler. Başlarlar kitaplardan, sözlüklerden ‘güzel kelimeler’ devşirmeye… 1 Ocak 2015’ten itibaren de Twitter, Instagram ve Facebook’tan her gün bir kelime, anlamı, kökeni ve kullanımlarıyla ilgili paylaşımlar yaparlar. Günümüzde yine sosyal medyanın ve bazı iletişim araçlarının etkisiyle anlamsız kısaltmalara, yanlış telaffuz ve kullanımlara maruz kalan kelimelere can suyu verme teşebbüsü olarak da anlaşılabilir bu çaba. Kısa zamanda ciddi bir takipçi sayısına ulaşırlar ve gördükleri ilgi karşısında 365 gün süresince paylaştıkları kelimeleri bir kitapta toplamaya karar verirler. Böylece yalnızca içerik olarak değil, cildi ve tasarımıyla da okuyana haz veren bir kitap “yapılmış”.
Lûgat365’ten bir sayfayı açıyorum: Deryâdil. “Anlayışlı, her şeyi hoş karşılayan” manasına gelen bu kelimeyi söyledikçe insanın yüreği ferahlıyor hakikaten.
Yazının başından beri bir tat, tuz muhabbeti gidiyor diyenler için de bir kelime seçelim: Şikemperver, yani yemek yemeyi seven, boğazına düşkün.
Sıradaki kelime için derin bir nefes alın ve öyle telaffuz edin: Râyiha… “Hoş koku” manasındaki bu kelimeyi söyler söylemez sanki bir gül bahçesine dönüşüyor etrafımız.
Yazımızın başında zikrettiğimiz kitabın adını tekrar hatırlayalım öyleyse: Türk Dili Karşısında Türk Münevveri. Bu gün Türkçe için endişelenen, bu dilin istikbalinden kaygı duyan kaç münevver var?
İstikbal dedim de aklıma geldi: Yusuf Ziya Ortaç, Bâbıâli hatıralarını anlattığı Bizim Yokuş’ta arkadaşlarıyla buluştuğu Necm-i İstikbal matbaasından bahsederken “Genç okurlarımın kulaklarına fısıldayayım” diyerek şu bilgiyi aktarır: “Necm, Arapça yıldız demektir. İstikbal’in gelecek olduğunu, gelecek kuşağı bilmem ama, bugünkü kuşak da bilir şüphesiz…”
Hemen kitabın ilk sayfasını açıp baskı tarihine baktım: 1966 yazıyordu. Tam yarım asır geçmiş Yusuf Ziya’nın bu satırlarının üzerinden. Sonra İstikbal kelimesinin manasından bîhaber olanların Türkçenin istikbalini düşünecek halleri mi var? dedim kendi kendime.