Tek kişilik akademi: Ekrem Hakkı Ayverdi
Onun Osmanlı sanatı üzerine yaptığı çalışmalara mimarlık tarihiyle uğraşan hiçbir araştırmacı kayıtsız kalamaz...
Kaynak: Derin Tarih, Haziran-2014
Prof. Dr. Semavi Eyice
____________________________________________
Osmanlı devri Türk mimarlık tarihine yaptığı çalışmalarla büyük katkılarda bulunan Ekrem Hakkı Ayverdi köklü bir Türk ailesine mensuptu ve büyük tarikatlardan Rıfâiliğe bağlı olarak bilinirdi.
1899’da İstanbul’da dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Vefa Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1920 yılında Mühendis Mektebi’ni bitirerek mühendis oldu. Meslek hayatına mimar olarak başlamış fakat müteahhitlik de yapmıştı. Hayatının önemli bir süresinde çeşitli yapı ve restorasyon işleriyle uğraştı. Bunlar arasında Osmanlı devrine ait yapıların restorasyonu önemli bir yer tutmaktadır.
Mezun olduktan sonra 1920-50 yılları arasında çeşitli projeler üzerinde çalıştı. Modern mimarî örneklerinden olan ve hatırımda kaldığına göre bir park halinde düzenlenen Taksim Caddesi’nin Harbiye Caddesi kenarına denk gelen giriş kapısı onun eseriydi. İki silindir biçiminde kulübenin üzerine oturan çok geniş saçaklı bir damdan oluşan bu giriş eski Türk mimarîsinin ilhamıyla uygulanmış modern bir yapı olarak yakın zamana kadar duruyordu.
İstanbul’da yaptığı önemli işlerden biri de İstanbul Üniversitesi’nin merkez binası olarak kullanılan Bayezid’deki yapının betonlaştırılmasıdır. Ünlü Fransız mimar Bourgeois tarafından bütünüyle Batı mimarîsi tarzında, Neo-Rönesans üslubunda inşa edilen ve Osmanlı Devleti’nin Seraskerlik (Milli Savunma Bakanlığı) binası olan bu yapı klasik dönemde “Saray-ı Atik” olarak adlandırılan Eski Saray binalarının yerine yapılmıştı.
Yapının dış mimarisi Batı Avrupa üslubunda olmakla beraber eski Osmanlı zevkine uygun olarak tavanları zengin nakışlarla bezenmişti. Ekrem Hakkı Bey yapının bu özelliğini hiç bozmaksızın katları büyük bir ustalıkla betona dönüştürebildi. Böylece bu tarihî yapı, mimarisinde hiçbir değişiklik olmaksızın daha sağlam ve dayanıklı bir hale getirilmiş oldu.
Ayverdi müteahhit-mimar olarak bazı vakıf binalarını da tamir ve ihya etti. 1918’de İstanbul Fatih yangınında yanan ve kubbesi tamamen çöken Mimar Sinan eseri Bali Paşa Camii’ni yeni baştan yapılırcasına onardıysa da -görüşümüze göre- kubbeyi hatalı bir şekilde yerleştirdi. Çok sonraları özel bir konuşmamızda bu hususu belirttiğimde bana hak vermişti. Bali Paşa Camii’nin yakınında olan Mesih Paşa Camii’ni de onarmış, Beykoz’da, İstanbul’da bir benzeri olmayan İshak Ağa Çeşmesi’nin de restorasyonunu gerçekleştirmişti. İstanbul dışında başta Edirne’deki büyük camiler olmak üzere Havsa’daki Sokullu ve Çorlu’daki Süleymaniye camilerini de ihya etmişti.
Aslında Türk Neo-klasik üslubunda Medresetü’l-Hattâtîn olarak yapılan ve sonra Sultan II. Abdülhamid’in Yıldız Sarayı Kütüphanesi’ndeki kitaplarının taşındığı binanın, üst katlarının bu ağırlıkları çekemeyeceğinin anlaşılması üzerine güçlendirilmesini de yapmıştı.
O vakitler her nedense İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Bey bu binanın yıktırılmasını istemişti. Rektörün bu ısrarı karşısında Ayverdi “Sen Türkiye’yi yıkmış adamsın, bunu haylı haylı (Ayverdi ‘haylı’ derdi. S.E.) yıkarsın” demişti. Böyle söylemesinin sebebi Demokrat Parti’nin iktidardan düşürülmesini sağlayan 1960 olaylarının patlak vermesine sebep olanlardan biri olarak Sıddık Sami Bey’i görmesiydi.
Fatih’in izinde
Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Osmanlı dönemi Türk sanatı hakkındaki ilmî çalışmaları 1950’den sonra başladı. Bu yıllarda İstanbul’un fethinin 500. yılını kutlamak üzere birtakım çalışmalara girişilmişti. Hatta fethin değerini ve önemini ortaya koymak üzere çeşitli eserlerin hazırlanması da düşünülerek bir komisyon kurulmuştu. Bu komisyonun kaderi de memleketimizdeki bütün komisyonlar gibi oldu: Hemen hemen her hafta toplanan bu komisyonda çeşitli programlar yapıldı, kararlar alındı. Seçilen üyelerden büyük bir kısmının hazırlayacağı eserler kararlaştırıldı. Sonunda 1953 yılı gelip çattığındaysa birkaç ufak kitapçıktan başka pek önemli bir şey ortada yoktu. Yalnızca tek bir istisna vardı: Ekrem Hakkı Ayverdi’nin hazırlamış olduğu Fatih devri mimarisi hakkındaki büyük kitap! Benim de Ekrem Hakkı Bey’le tanışmam bu yıllarda oldu. Fatih Sultan Mehmed’in yaptırmış olduğu büyük külliyenin bir parçası olan ve bugün hiçbir izi kalmayan Darüşşifa’ya ait (hastane) büyük kubbeli bir mekânının, Darüşşifa kullanılmaz bir hale geldikten sonra ana binadan ayrılarak bir mahalle mescidi haline getirildiğini ileri süren bir makale yazmıştım. Demirciler Mescidi olarak adlandırılan bu ibadet yeri 1918 yangınından sonra yok olmuştu. 1877 tarihli bir gravürü olan ve çeşitli eski fotoğraflarda kubbesi görülen Demirciler Mescidi’nin İstanbul’da Türklerin yaptırdığı ilk Darüşşifa’nın kalıntısı olduğuna dair yazdığım yazıyı Ekrem Hakkı Bey tenkit etti. Aramızda bu şekilde bir tartışmayla başlayan ilk görüşmelerden sonra nihayet haklı olduğumu anladı. Çünkü eski fotoğraflarda kubbesi görülen bu yapı tam Darüşşifa’nın yerinde bulunuyordu. Ben de bu hususu açıkça belli eden bir fotoğraf elime geçtiğinde onu yayınlayarak haklı olduğumu ortaya koydum. Tanışmamız böyle bir tartışmayla başlamışken sonra dost olduk ve Ekrem Hakkı Bey’in vefatına kadar bu dostluk devam etti.
1950’li yıllardan sonra Ekrem Hakkı Bey Osmanlı mimarlık tarihini başlangıcından 16. yüzyıla kadar incelemeye koyuldu. Fatih Sultan Mehmed dönemine ait eserleri incelediği kitabını ilavelerle yeniden yayınladıktan sonra, o tarihlerde gezip dolaşmak bir yana, araştırma yapmanın son derece zor olduğu Balkan memleketlerinde Osmanlı yadigârlarını tespite çalıştı. İlk incelemelerini, hala bir hayli Müslüman halka sahip olan, o zamanki Yugoslavya’da yaptı ve araştırma sonuçlarını bir makale olarak yayımladı. Sonra sırasıyla bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde bulunan Bulgaristan, Romanya, parçalanmadan önceki Yugoslavya, Macaristan, Arnavutluk ve Yunanistan’daki Osmanlı hatıralarını araştırmaya ve bunları yayınlamaya gayret etti.
Aynı memleketlerde ben de bazı çalışmalar yaptığım için bu toprakların şimdiki sahiplerinin, eski sahiplerine karşı ne kadar kıskanç olduklarına yakinen şahit oldum. Bazılarında rejimde bunu gerektiriyordu. Bir rejim ki dört katlı bir binanın çatısından yere kadar bir poster asılı. Bu posterde kolları sıvalı bir işçi bir eliyle caminin minaresini, diğer eliyle kilisenin çan kulesini yıkarken tasvir ediliyordu. Böyle bir rejimden ne bekleyebilirsiniz ki...
Ayasofya’nın levhalarını kurtardı
Ayverdi, bir vakitler Osmanlı toprağı olan Balkan ülkelerinde çok güç şartlar altında eserlerinin malzemesini toplayabildi ve bunları iyi bir şekilde yayınladı. Ben de kendisine bazı hususlarda yardımcı oldum. Bu çalışmalarda hiç hata yapmadığını elbette söyleyemeyiz, ancak ne olursa olsun büyük bir gayretin ürünü olan bu çalışma başlangıç olarak daima hatırlanacaktır. Keşke bugün Osmanlı’nın eski topraklarındaki eserleri de Ekrem Hakkı Ayverdi gibi arayan biri çıksa…
Osmanlı’ya karşı büyük bir hassasiyeti olan Ayverdi herhangi bir Osmanlı hatırasının kaldırılıp sökülmesinden ya da tahrip edilmesinden büyük bir azap duyardı. Bu hususta ufak bir hatıramı da burada nakletmek isterim: Ayasofya Abdülmecid zamanında bir onarım görmüştü. Bu onarımda o zamana kadar caminin duvarlarında asılı olan kare çerçeveli yazı levhalarının yerine İsviçreli mimar Gaspare Fossati tarafından çok büyük ölçüde yuvarlak çerçeveli ilk dört halifenin adlarıyla Allah ve Muhammed (sav) lafızlarının yer aldığı levhalar asılmıştı. Ayasofya 1935’lere doğru müzeye çevrilirken bu levhalar “mimariyi bozduğu” gerekçesiyle indirildi. İlk günlerde levhaların başka camilere asılacağı söylendiyse de bunlar büyüklükleri dolayısıyla başka yerlere götürülemedi ve ne acıdır ki Ayasofya’nın en rutubetli köşesinde üst üste yığılarak çürümeye terk edildi.
Yıllar sonra Muzaffer Ramazanoğlu’nun müdürlüğü sırasında bir gün bu levhalar aniden Ayasofya’daki eski yerlerine asıldı. Bunu kimin yaptırdığı, daha doğrusu bu cesareti kimin gösterdiği pek bilinmez. Bir sohbetimiz sırasında rahmetli Ekrem Hakkı Ayverdi bu sorunun cevabını kısa bir cümleyle açıkladı: “Levhaları ben astırdım.” Bu değerli levhalar öyle sanıyorum ki dünya yazı sanatının en büyük örnekleridir. Şu an yerlerinde asılı bulunan bu levhaların bazı kişileri rahatsız ettiği de açıktır.
Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Osmanlı devri Türk sanatı için yaptığı bu çalışmalar Türk mimarlık tarihiyle uğraşan hiçbir araştırmacının kayıtsız kalamayacağı eserlerdendir. Hatta gönül isterdi ki, bu dizi devam etsin ve Osmanlı ve sonrasını da içine alacak surette derlensin ve yayınlansın.
Rahmetli Ayverdi’nin bütün bu gayretleri ilim çevrelerinde de ilgi uyandırdı. 1979’da bu çalışmaları takdirle karşılayan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ona “fahri doktor” unvanı vermeyi ‘ufak bir hediye’ olarak uygun gördü. Profesörler Kurulu’nda bu konu konuşulurken gayet tabii olarak menfî görüşler de ortaya atıldı. Böyle bir pâye verilmesini uygun görmediklerini açıkça ifade edenler de çıktı. Bunun üzerine ben bir hademenin eline Ekrem Hakkı Ayverdi’nin yayınlanmış tüm eserlerini vererek toplantı salonuna getirttim ve masanın üzerine koydum: “Bu kitapların içindeki tek bir bölümü yazanlara üniversitemizde doktor unvanı verildi. Artık karar sizindir” dedim ve bu kadarla da konuşmamı bitirdim. Ekrem Hakkı Bey üniversite tarafından fahri doktora unvanı verilerek taltif edildi.
24 Nisan 1984’te çok sevdiği İstanbul’da vefat eden Ekrem Hakkı Ayverdi ardında bir ömre sığamayacak kadar eser ve çok sayıda talebe bırakarak dâr-ı bekâya intikal etti. Kaleme aldığı onlarca eserle Türk kültür hayatımıza katkıda bulunan Ayverdi’ye Allah’tan rahmet diliyorum. Böyle insanların yetişmesi de çok güç, yerlerinin doldurulması da!