Hz. Ali'nin özellikle vefatından çok sonraki dönemlerde sistemleşen çeşitli fırka, mezhep, hatta tarikatlar onun
varlık, görüş ve prensiplerini siyasî-dinî şahsiyeti
üzerine bina etme ihtiyacı duymuştur. Bazen de onun kişiliği, görüşleri ve siyasî konumu Şia’da olduğu gibi inanç esaslarına dahil edilmiştir.
Şia dışındaki gruplar da Hz. Ali anlayışlarını büyük ölçüde bu mezhebin Hz. Ali telakkisine göre belirlemişlerdir. Tüm bunların neticesinde Hz. Ali adeta tarihin konusu olmaktan çıkarılarak siyasetin, hatta günlük politikanın konusu haline gelmiştir diyebiliriz. Onun siyasî bir şahsiyet olarak görülme/gösterilme anlayışı günümüzde de devam etmektedir.
Hz. Ali’nin siyasî figür olarak kabul edilmesinin en önemli sebebi, İslam siyaset ve düşünce tarihinde önemli yer tutan ve günümüzde de özellikle Ortadoğu’yu merkez alan uluslararası ilişkilerde bilhassa İran coğrafyasının patronajında etkinliğini sürdüren Şia geleneğinin onun ismi ve kişiliği üzerine temellendirilmiş olmasıdır. Öyle ki, Şia düşüncesine göre Hz. Peygamber’in (sav) vefatından sonra Müslümanları idare etme görevi Hilafet (Şiilere göre İmamet) mutlak anlamda Hz. Ali’ye verilmiş; ancak Müslümanlar onu değil, başkalarını halifeliğe getirmek suretiyle ilahî emri yerine getirmemiş, dolayısıyla Hz. Ali’ye büyük haksızlık yapmışlardır.
İbn Hazm’a göre Şiilerin nazarında Hz. Ali Rasûlüllah’tan sonra insanların en üstünüdür. Kendisi, ondan sonra da çocukları hilafete en layık kişilerdir. Bu hususta başka görüşlere sahip olanlar Şii olamaz.
Benzer şekilde Şehristânî de “Onlar, Ali’nin hilafetinin gizli veya açık nass ve vasiyete dayandığını ileri sürerler. Onlara göre İmamet, Ali’nin oğullarından başkasında olamaz. Şayet olursa ya zulümle ya da takiyye ile olur” der.
Şiî müellif Kuleynî’ye göre ise Hz. Ali’nin imameti hususu imanın konusudur: “Emîru’l-Mü’minîn (Hz. Ali) imamdır. Sonra Hasan, sonra Hüseyin imamdır. Sonra Muhammed b. Ali imamdır. Bunu inkâr eden, Allah ve Rasûlü’nün bilinmesini inkâr etmiş olur.”
Hz. Muhammed’in (sav) vefatıyla peygamberlik görevi sona ermiş, risalet zinciri tamamlanmıştır. Dolayısıyla onun ardından Müslümanları idare edenler ancak dünyevî yönünü temsil etme yetkisine sahip olabileceklerdir. Dolayısıyla halifeyi, Hz. Peygamber’in siyasî misyonunu yürüten/sürdüren bir halef olarak değerlendirmek gerekir. Buna göre halife dinî bir meselede karar verme (ictihad) konusunda tek yetkili olmayıp onun bu hususta diğer sahabeye göre bir ayrıcalık veya üstünlüğü yoktur. Halifeyi ictihad noktasında sahabeden farklı kılan ise yürütmenin başı olarak dinî hükümleri uygulamak, Müslümanlara imamlık yapmaktır ki, bu da sadece halifenin değil, sonraki dönemlerde yönetimi üstlenen her Müslüman devlet başkanının görevleri arasındadır.
Halifeye ilgili bu değerlendirmeler genel hatlarıyla Sünnî anlayışın hilafet görüşünü yansıtır. Hz. Ali’nin, ardından da çocuklarının imametini esas alan Şia’ya göre ise durum tamamen farklıdır.
Onların genel kanaatinde halifenin (imam) siyasî yönü gibi dinî yetki ve gücü -Hz. Peygamber (sav) kadar olmasa da- devam etmektedir. Başka bir ifadeyle Şiiler halifenin kimliği, halifelik makamı ve halifeliğe geçiş usulünün nass ile tespit edildiğini, yani hilafet meselesinin dinin esası içinde değerlendirilmesi gerektiğini, imamet makamının insanların tercihine bırakılamayacak kadar önemli olduğunu savunurlar. O kadar ki Şia, hilafet meselesini dinin herhangi bir konusu olarak kabul etmeyip, bunu özellikle iman esasları içinde mutalaa etmiştir. Bu doğrultuda imametin Hz. Ali ve evladının hakkı olduğuna kesin bir şekilde iman etmişlerdir.
Buna karşılık Ehl-i Sünnet’e göre halifenin kimliği, halifelik makamı ve halifeliğe geçiş usulü nassla tespit edilmeyip Müslümanların tercihine bırakılmıştır; dolayısıyla hilafet dinin konusu sayılmaz. Böyle olduğu içindir ki, ilk dört halifenin seçimi tamamen dönemin şartları gereği, çok çeşitli şekillerde ve Müslümanların tercihleri doğrultusunda gerçekleştirilmiştir.
Sünnî siyaset teorisyenlerine göre Kur’an ve hadislerde hakka ve adalete bağlı olma, meşveretle iş yapma, zulmü önleme, İslam’ın emir ve yasaklarına uygun davranma gibi kamu yönetimini ilgilendiren genel ilkelerden söz edilmiş olsa da, devlet başkanlığı, devlet başkanında bulunması gereken şartlar, bu kişinin görev ve sorumlulukları gibi konularda ayrıntılı hükümlere yer verilmemiştir. Esasen üst bir kurum olan devletin yönetim biçimi ve siyasî yapılanması toplumların gelenek, kültür ve sosyal değerleriyle yakından ilgili olduğundan İslam dininin bu konularda ayrıntıya girmemesi temel niteliklerinin tabiî bir gereğidir de.
Gadîr-i Hum hadisesi
Halife seçiminin Müslümanların görüşüne bırakıldığını kabul etmiş bulunan Sünnî geleneğin aksine Şia düşüncesi bir kısım hadiselerden yola çıkmak suretiyle Hz. Ali’nin imametini nass ile delillendirme yoluna gitmiştir. Bu hususta Şiî kaynaklarda zikredilen en güçlü delil ise Gadîr-i Hum hadisesidir.
Buna göre Hz. Peygamber Veda Haccından dönerken Gadîr-Hum denilen yere gelindiğinde “Ey Peygamber, Rabbi’nden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur” (Mâide, 5/67) ayeti nazil olur. Hz. Peygamber bu ayetin hemen ardından ashabını bir araya topladıktan sonra “Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır” demek suretiyle Hz. Ali’nin imametini ilan eder.
Hadis ve İslam tarihi kaynaklarının çoğunda bu yerin Gadîr-i Hum olduğuyla ilgili netlik söz konusu değildir. Nitekim Ahmed b. Hanbel’de geçen rivayete göre Büreyde, Hz. Ali ile birlikte Yemen’e gitmiş, orada Hz. Ali’nin bazı kusurlarını görmüş, bunları Hz. Peygamber’e anlatınca Allah Rasûlü, “Ey Büreyde, ben müminlerin nefislerinden daha evlâ değil miyim?” diye sormuş, Büreyde “Evet” cevabını verince de “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır” buyurmuştur.
Şiilerin Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ali’nin halife olması gerektiğine dair dayanak, görüş ve kanaatlerini zikrettikten sonra şu değerlendirmelere ulaşmak mümkündür:
Hz. Peygamber’in Veda Haccı dönüşünde “Ben kimim mevlası isem Ali de onun mevlasıdır” dediği muteber Sünnî kaynakların büyük bölümünde zikredilmemiştir. Nitekim İbn İshâk, İbn Hişâm, Vâkıdî, Buhârî ve Taberî gibi büyük müellifler bu konuda rivayet aktarmamışlardır. Bunun birkaç sebebi olabilir.
Birincisi, müelliflerin takip ettikleri usul ve rivayetleri değerlendirme esasları itibariyle bu olaya değinmedikleridir. Bu metod daha ziyade hadis uleması için geçerlidir. İkinci sebep, böyle bir olayın gerçekleştiğine inanmamış olmalarıdır. Üçüncüsü, özellikle tarihçilerin bu hadiseyi zikre değer bir gelişme olarak kabul etmemiş olmalarıdır. Dördüncü sebepse bu gelişme bilinmekle birlikte Şiiler tarafından istismar konusu yapılmasından duyulan endişe olabilir.
Gadîr-i Hum rivayetini az sayıdaki bir kısım Sünni kaynaklar da aktarır. Ancak burada zikredilen ifadeden Hz. Ali’nin imam tayin edildiğini çıkarmak ne kadar mümkündür? Şayet Hz. Peygamber (sav) onun imam olarak atandığını söylemek isteseydi rumuzlu olarak değil, daha açık ifadelerle kararını ashabına ilan ederdi.
Bu kanaati destekler mahiyette Zeydî imamlardan İbn Murtazâ da şu görüşü dile getirir:
“Râfizîlerin mezhepleri ilk devir geçtikten sonra ortaya çıkmıştır. Sahabe arasında hiç kimsenin Ali hakkında açık, mütevatir nassdan söz ettiği duyulmamıştır. Onlar önce Ammâr, Ebû Zer, Mikdâd b. Esved’in Hz. Ali’nin imam olduğu görüşünde olduklarını ileri sürmüşlerdir. Lakin isimleri zikredilen kimseler ilk iki halifeye biat etmişler, üstelik Ammâr Kûfe’de, Selmân Medain’de ikinci halife Hz. Ömer’in amilleri olarak görev yapmışlardır.”
Dolayısıyla onların gayr-i meşru olarak gördükleri bir halifenin emrinde idareci olarak çalışmış olmaları mümkün değildir.
Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!
Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım