Saltanatın istirahatgahı Kağıthane

Kağıthane deresi
Kağıthane deresi

Kâğıthane bir eğlence merkeziydi vaktiyle. Sâdâbâdise kasır cenneti… Halkın bahar aylarında eğlendiği,padişahların ise atış talimleri yapıp köşklerde istirahateçekildikleri bu koca mesire alanından kalan, sadecebirkaç kartpostal, birkaç mısra...Kâğıthane sonu kötü biten bir masaldır. Kağıthane'nin tarihin dehlizlerine gömülen hikayesini Semavi Eyice Derin Tarih'te kaleme aldı.

İnsanların her vakayı mitoloji çerçevesinde açıkladığı İlkçağ’ın erken devirlerinde, Haliç’e dökülen iki sudan biri Barbyzes diye anılırdı. Bugünkü İstanbul’un esas nüvesini teşkil eden Byzantion kasabası kurulmadan önce, bu iki akarsuyun arasındaki dar arazi parçası üzerinde Semistra adında bir Trak kasabası doğmuştu.

Hıristiyanlıktan sonra, Bizans devrinde bu sakin vadinin bir eğlence köşesi olduğu muhakkaktır. Yerleşmiş bir nazariyeye göre bu mıntıkaya verilen Kâğıthane adı, Bizans zamanında derenin kıyısında kurulmuş olan bir kâğıt fabrikasından gelmektedir. 16. asırda İstanbul’a gelen Fransız seyyah Pierre Gylli (Gyllius) bu fabrikanın harabelerinin derenin Haliç’e kavuştuğu yerde olduğunu yazar. Hâlbuki 17. yüzyılda Evliya Çelebi, fabrikanın su dolaplarından birinin Daye Hatun Camii’nin alt tarafında görüldüğünü bildirir.

Modern rehberlerin aktardıklarına göre ise Çoban Çeşmesi yakınındaki bazı kalıntılar bu kâğıt imalathanesinin son izleridir. Ancak Bizans devrinde burada kâğıt üretildiğine dair açık bir belge yoktur. Böyle bir tesis 1453’ten sonra kurulmuş olabilir.

İstanbul’un fethi bu güzel vadinin yeni bir hayat bulmasına vesile olmuştu. Kâğıthane çayırları ve civarındaki arazi, mükemmel ağıl ve bostanların tesisini sağlamıştı. Hatta sarayın ihtiyacı olan süt buradaki mirî ağıllardan temin ediliyordu.

Evliya Çelebi İstanbul’un muhasarası esnasında, Timurtaş Paşa idaresinde Kâğıthane deresi sahilindeki ormanda 50 parça gemi inşa edildiğini, bunların Haliç’e indirilen diğer gemilere katıldıklarını nakleder. Diğer kaynaklarda bahsi geçmeyen bu kayıt ihtiyatla karşılanmalıysa da, Kâğıthane vadisinin Türk askerlik tarihinde İstanbul’un fethi ile önemli bir yer edindiği de inkâr edilemez. Nitekim burada II. Bayezid zamanında bir baruthane inşa ettirilmiş, Kanuni Sultan Süleyman bunu kâgire çevirtip üzerini kurşun kaplatmıştır. 17. yüzyılda bu baruthane hâlâ işler durumdaydı.

Kâğıthane’nin Türk askerî sanayii ile ilgili diğer bir hususiyeti de top dökümü için gerekli kalıp çamurunun en iyi cinsinin buradaki derenin yatağından elde edilmesidir. Diğer taraftan burada bir imar faaliyeti de vardı. Kanunî’nin sevgili şehzadesi Mehmed’i yetiştiren kadın adına 1544’de -bugün de varlığını koruyan- Kâğıthane Köyü Camii ile bir hamam yaptırılmıştı.

Türk sporlarından biri olan okçuluk faaliyetleri de Kâğıthane çayırlarında ve çevredeki tepelerde yapılırdı. Okmeydanı tepelerinden atılan okların çoğu Kâğıthane sırtlarına düşmüş, bu atışların hatıralarını ebedîleştiren birkaç menzil taşı, üzerleri kitabeli sütunlar halinde muhafaza edilmiştir.

Kâğıthane deresi kıyısında Sultan Genç Osman tahtta oturmuş, oyun ve güreşleri seyrediyor. Minyatürün aslı Franz Taeschner’in özel kütüphanesindeyken 2. Dünya Savaşı yıllarında Münster Genel Kitaplığına emanet edilmiş ve orada yanarak yok olmuştur.
Kâğıthane deresi kıyısında Sultan Genç Osman tahtta oturmuş, oyun ve güreşleri seyrediyor. Minyatürün aslı Franz Taeschner’in özel kütüphanesindeyken 2. Dünya Savaşı yıllarında Münster Genel Kitaplığına emanet edilmiş ve orada yanarak yok olmuştur.

Osmanlı’dan en eski yadigârİstanbul’un Türkleşmesiyle Kâğıthane mıntıkası şehrin en cazip eğlence ve mesire, eski tabiriyle “teferrüç” yerlerinden biri olmuştu. Türk sporlarından cirit oyunu için çayırda büyük bir meydan oluşturulmuştu.

Sarayın aygırlarının ilkbaharda taze otlardan faydalanmaları için Kâğıthane çayırlarına çıkarılmaları usuldendi. 23 Nisan günü saray ahırlarından büyük bir alay halinde alınan atların otlaması için tesis edilen ahşap kasır, birçok yenilenmeden sonra yakın zamana kadar Emir Ahur veya İmrahor Kasrı adı ile tanınmıştı. Bugün artık hiçbir izi kalmayan İmrahor Kasrı’nın yakınında, manzum tarihi Mimar Sinan’ın yakın dostu şair Sâî Çelebi tarafından düzenlenen mermerden yapılmış çeşme, Kâğıthane mesiresinin erken döneminden kalan tek hatıradır. Bu çeşme Hicri 998’de (1589-90) III. Murad’ın isteği üzerine bir Mirahur tarafından yapıldığına göre Kâğıthane’de Osmanlı devrinin ayakta kalmış en eski eseridir diyebiliriz.

Ulu çınarlarla çevrili İmrahor Kasrı mesiresinin komşuları, “Lâle vakti görenin aklını perişan eden” ve “Kâğıthane Lâlesi” denen bir cins lâlesiyle meşhur Lâlezar mesiresiyle iki tarafı çınar, kavak ve salkım söğütlerle müzeyyen Kâğıthane mesiresidir. Yine burada IV. Murad’ın Revan’ı fethedip oradan İstanbul’a getirdiği Mirgûne Yusuf Han için yaptırılmış bir kasır daha vardı. Han, Sultan İbrahim zamanında idam edildiğinde kasır padişahın mülkiyetine geçmişti. “Cümle binası Acem tarzı üzerine yapılmış olan” bu kasrın, dört duvarı billûrdan bir hamamı olduğu rivayet edilir.

Kâğıthane bütün İstanbul halkının toplanıp eğlendiği bir yerdi. Evliya Çelebi kuyumcuların burada yaptıkları toplantı zamanlarında çayırlara 5-6 bin çadır kurulduğunu yazar. Ramazan ayını karşılamak üzere her sene Şaban ayının ilk gününden sonuna kadar, İstanbullular Kâğıthane çayırlarına kurdukları çadırlara çıkıp eğlenirlerdi. Bu sırada intizam yeniçeriler tarafından sağlanırdı. Gündüzleri hokkabaz, sihirbaz, çeşitli hayvan oyunları ve pehlivan güreşleri yapılırken geceleri binlerce kandilin ışığında sazlar eşliğinde nağmeler söylenirdi.

Kâğıthane çayırları bilhassa baharda İstanbul halkının açık havaya çıktığı bir mekân olmaktan başka, burada belirli zamanlarda esnaf loncaları yıllık toplantılarını yapıyorlardı. Ayrıca padişahların burada yabancı elçilere ziyafet verdiği biliniyor. Bu gelenek 1. Dünya Savaşı’na kadar sürmüş, askerî okul öğrencileri bile Hıdırellez zamanında burada kuzu yemişlerdir.

Ayrıca at yarışları yapılıyor; çeşitli oyunlar, güreş müsabakaları düzenleniyordu. Son zamanlarda orta oyunu sahneleri de kurulmuştu. Haliç’ten yüzlerce parlak renkli yıldızlı kayıklarla veya karadan arabalarla gelen halk da bu eğlencelere katılırdı. Bilhassa İstanbul kadınlarının açık havadaki en büyük eğlencesiydi Kâğıthane. Buraya gelen hanımların zenginliği, bindikleri arabanın veya kayığın ihtişamına göre ölçülürdü.

Kâğıthane çevresi halkın açık havaya çıktığı mekânlardan biri olmasının yanında esnaf loncalarının toplantılarına da ev sahipliği yapıyordu. İstanbul halkı derede kayık sefasında (Ressam: Mahmut Kılıç, “Kâğıthane’de Mesire”, 1855).
Kâğıthane çevresi halkın açık havaya çıktığı mekânlardan biri olmasının yanında esnaf loncalarının toplantılarına da ev sahipliği yapıyordu. İstanbul halkı derede kayık sefasında (Ressam: Mahmut Kılıç, “Kâğıthane’de Mesire”, 1855).

Kâğıthane’nin güzelliği, geçen yüzyılın meşhur Bekçi destanlarından birinde şöyle anlatılır:

O devirde Haliç’in yukarı kısmı yalı ve sultan köşkleriyle kaplı mutena bir sayfiye mıntıkası idi. Padişahlar Kâğıthane mesirelerine en yakın olan Karaağaç Sarayı’ndan gelirlerdi. Tarihçi Naima’dan öğrendiğimize göre, Sultan I. Ahmed tarafından bu mesirelerin ortasında küçük bir kasır inşa edilmişti.

Bu âdet Osmanlı İmparatorluğu’nun parlak devirleri boyunca sürüp gitti. Fakat Kâğıthane’nin yıldızının parlaması, “Lâle Devri” olarak adlandırılan devirde olmuştu. 1703 yılında tahta geçen Sultan III. Ahmed huzuru, güzel yapıları ve büyük şenlikleri seven bir insandı. Özellikle 1708’de düzenlediği şenlikler muhteşemdi.

Kâğıthane bahar bayramlarında lâleleri ile tanınırdı. Bu çiçek o yıllarda başlı başına bir “kült” halini almıştı. Yüzlerce çeşidi yetiştirilmiş, her birine şairâne bir ad verilmişti. Uzman yetiştiriciler ortaya çıkmış, hatta lâle üzerine kitaplar yazılmıştı. Kısacası bu devirde bir çiçek olmaktan çıkarak adeta vazgeçilmez bir ihtiras halini almıştır lâle.Fransız modası rüzgârıKâğıthane birdenbire en sevilen “mesire-i dilnişin-i hâtırgüşâ” payesine yükseldiyse de bilhassa ilkbaharda padişahın burada haremi ile devamlı oturabileceği bir bina yoktu. Bu ihtiyacı gidermek üzere harekete geçen İbrahim Paşa 1722’de devrin mimarlarıyla bir teftiş yaptıktan sonra sarayın inşasına karar verildi. Önce dere, Kâğıthane köyünden yeni yapılacak sarayın önüne kadar, iki tarafı muntazam rıhtımlı düz bir kanal içine alındı. “Cedvel-i sîm” adı verilen bu kanalın inşaatı 60 gün içinde bitirildi. Çengelköy’de Kanunî tarafından yaptırılan fakat uzun zamandır harap halde bulunan Kulelibahçe Kasrı’nın malzeme ve mermerleri sökülüp buraya getirildi. Yeni yapılan saraya “Sâdâbâd” adı verildi.

Dere bir bentle kesildiğinden havuzdaki su, bent üzerindeki ince kanallarla taşınıyor, öbür tarafındaki kademeli mermer çanakların (kaskadların) içinden süzülerek ikinci ve daha alçak bir havuzda toplanıyordu.

Bendin başına suyun üzerine taşan bir çıkıntı yapılmış, bunun üstüne de sütunlu bir sayeban şeklinde etrafı açık ve ortası havuzlu bir köşk kurulmuştu. “Kasr-ı Nişad” adı verilen bu köşkten bütün dereyi ve suların akışını seyretmek mümkündü.

İmrahor Kasrı Kâğıthane mesire alanının en gösterişli mekânlarından biriydi. Su kenarındaki kasır, ağaçlık alanıyla adeta yalancı bir cennetti. Burası da diğer tarihî eserler gibi 1941’de yıkılmaktan kurtulamadı (Ressam: Mülâzım Nureddin Kulları, “İmrahor Köşkü”, 1902-03).
İmrahor Kasrı Kâğıthane mesire alanının en gösterişli mekânlarından biriydi. Su kenarındaki kasır, ağaçlık alanıyla adeta yalancı bir cennetti. Burası da diğer tarihî eserler gibi 1941’de yıkılmaktan kurtulamadı (Ressam: Mülâzım Nureddin Kulları, “İmrahor Köşkü”, 1902-03).

Derenin akışı ikinci havuzdan sonra düz bir mermer sathın üzerinden taşmak suretiyle temin edilmişti. Suların fazlalaştığı zamanlarda herhangi bir tahribatı önlemek için yer yer dere yatağından ayrılan açık veya kapalı kanallarla suyun fazlasının uzaklaştırılması da unutulmamıştı. Bu kanalların bir kısmı sarayın etrafında bir hendek meydana getiriyor, bir kısmı ise sarayın arazisi içinde dolaşarak dereciklerden akıyor veya havuzlarda birikiyordu.

Kasr-ı Nişad’ın tam önündeki havuzun ortasında ejder başları şeklinde fıskiyeli bir de tunç sütun vardı. Fransa kralı tarafından hediye edilen 40 kadar portakal fidanı sarayın önüne dizilmişti. Hasbahçe denilen geniş arazisi ulu ağaçlarla kaplı bir koruluk halindeydi. Bu ağaçların arasındaki bazı boşluklarda yapılan tabii göl görünümündeki havuzlarda kuğular dolaşıyordu.

Bu devirde bütün Avrupa’yı Fransız modasının sardığı görülür. Bu saray ve park da, 1719-20’de Paris’e XIV. Louis nezdine ilk Türk elçisi olarak giden Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin anlattığı, Versailles ve Fontainebleau, Marly saraylarının ve parklarının tasvirlerinden ilham alınarak meydana getirilmişti.

Hatta işe başlanmadan İstanbul’daki Fransız sefiri Marquis de Bonnac vasıtasıyla bu saray ve bahçelerinin planlarıyla gravürleri de elçilik görevlilerinden Lenoir tarafından getirilmişti. İbrahim Paşa, sarayının yanına “Çeşme-i Nur” adında bir çeşmeden başka “Cisr-i Nuranî” denen bir köprü ve bir de “Hayrâbâd” adında cami yaptırmıştı. 1722’de muhteşem bir açılış merasimi yapılan Sadabad’ın ihtişamı, padişahın iyilikleri ve sadrazamın gayretleri 23 beyitlik uzun bir tarih manzumesinde vurgulandı.

Şiirlerde mahpusSarayın uzun manzum kitabesinde ise Sultan Ahmed ile veziri İbrahim Paşa tebcil edildikten sonra bina ve bahçesi İran’ın bütün muhteşem saray ve köşkleri ile mukayese ediliyordu. Şair Nedim de meşhur şarkısında:

Bir safâ bahşedelim gel şu dil-i nâ şâda
Gidelim serv-i revanım, yürü Sâ’dâbâd’a
İşte üç çifte kayık iskelede âmâde
Gidelim serv-i revanım, yürü Sâ’dâbâd’a

Gülelim, oynayalım, kâm alalım dünyâdan
Mâ-i Tesnîm içelim çeşme-i Nevpeydâ’dan
Görelim âb-ı hayât akdığın ejderhâdan
Gidelim serv-i revanım, yürü Sâ’dâbâd’a

Geh varup havz kenârında hıraman olalım
Geh gelüp Kasr-ı Cinân seyrine hayran olalım
Geh şarkı okuyup gâh gazel-hân olalım
Gidelim serv-i revanım, yürü Sâ’dâbâd’a

mısraları ile bu kasır ve civarını ebedîleştiriyordu.