Prof. Dr. Ahmet Demirel: “İkinci GrupCumhuriyet’i 1921’deteklif etmişti”
Cumhuriyet’in ilânına büyük katkıda bulunan İkinci Grup neyemuhalifti ve niçin “Şer Cephesi” olarak adlandırıldı? Başlangıçtafarklı fikirlere açık, demokratik bir yapısı olan meclis nasıl tasdikmakinası hâline getirildi? Meclis seçimleri hangi aşamalardangeçiyordu? Derin Tarih dergisi konunun uzmanı Prof. Dr. Ahmet Demirel’e sordu.
1876 Anayasası’na göre Birinci Meclis’in, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın devamı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Osmanlı Meclis-i Mebusan seçiminin sonuncusu 1919 Aralık’ında yapılmıştı. Bu meclis 12 Ocak’ta İstanbul’da açıldı. İngilizler orayı basınca, Mart ayında Mustafa Kemal diğer komutanlarla yazışarak Ankara’da yeni bir meclis kurma kararı aldı. Bu meclis için seçimin ilk aşamasını yapmaya gerek yok, zaten yapıldı diye düşünülmüştü. Seçim iki dereceli olacağı ve uzun bir sürede yapıldığından halkı bir daha seferber etmeye ihtiyaç duymadılar. O dönemki ikinci seçmenler bu seçimde de ikinci seçmen olsun, dediler. Bu açıdan bakarsak
iki meclis arasındaki devamlılığı çok rahat görebiliriz. Daha da önemlisi, İstanbul Meclis-i Mebusanı’nda milletvekili olanlar herhangi bir seçime katılmadan istedikleri takdirde Ankara’ya gelebilirler, deniliyor. 169 milletvekilinden 92’si Ankara’ya gitmişti. Bu bir çoğunluktur. Bilahare Tek Parti döneminde milletvekili olanları da hesaba katarsak birinci meclisle Tek Parti döneminde de milletvekili olan son Meclis-i Mebusan üyelerinin sayısı 115 ediyor. İki meclis arasında sürekliliği gösteren diğer bir unsur da anayasa. Teşkilat- ı Esasiye adında yeni bir anayasa yapılmış. 9 maddesi devlet teşkilatı, 14’ü de mahallî idarelerle ilgili. Bu anayasada hukuk sisteminin nasıl işleyeceği ile ilgili bir şey yok. Esas olan 1921 Anayasası’dır. Bu anayasa ile Kanun-ı Esasî arasında bir tezat varsa, 1921 geçerlidir. Ancak anayasada yazmayan mevzularda -ki çok var- Kanun-ı Esasî geçerlidir, diye karar alınmış. Dolayısıyla Kanun-ı Esasî üzerinden de bir devamlılık söz konusu.
Başka unsurlardan da bahsedebilir miyiz?Tabii. Bakın 1908 Parlamentosunun açılışı “Hürriyet Bayramı” olarak kutlanmaya başlandı. Bu süreç 1935’e kadar devam etti. Yine saltanatın kaldırılma tarihi 1 Kasım, bir sene sonra 12 Rebiülevvel’e denk geliyor. O da malum Hz. Peygamber’in (sas) doğumu. Bunu da bayram yapıyorlar ama 12 Rebiülevvel ile çakışınca hangi günü bayram yapacaklarını şaşırıyorlar. Miladî’ye göre Hicrî takvim sürekli döndüğü hâlde, dönen tarihi kabul ediyorlar. Bu bayram 1935’e kadar kutlanıyor. Buna da “Hâkimiyet-i Milliye Bayramı” denildi. Ayrıca şunu da ilave etmek gerekir ki, biz meclisin açılışını “Hürriyet Bayramı” olarak kutlarken 27 Mayıs sonrasında 20 sene boyunca meclisin kapatılmasını da “Hürriyet Bayramı” olarak kutladık.
Birinci Meclis Halifeye ve Saltanata ne zamana kadar bağlı kaldı?
Kırılma nerede başladı? Zabıtlarda görüleceği üzere meclisin aldığı kararlara bakarsak, ilk zamanlarda hepsinin başında “toplanma maksadı Hilafet ve Saltanat makamını kurtarmak olan bu meclis” ibaresini görürsünüz. Mesela Hıyanet-i Vataniye ilk kanunlardan biridir ve der ki: “toplanma maksadı Hilafet ve Saltanat makamını kurtarmak olan bu meclisin meşruiyetine dair her türlü hakaret suçtur ve cezası idamdır.” Buradaki kırılma 1921 Anayasası’dır. 20 Ocak 1921’de anayasaya “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Millet hâkimiyetini BMM eliyle kullanır” diye bir ibare konulunca artık ilk kanunlarda çıkan ifade kullanılmamaya başlandı. Meclis 1 Nisan 1923’de seçim yapıyor. 16 Nisan’da dağılıyor. Dağılmasından birkaç gün önce “Hıyanet-i Vataniye” kanununda bir değişiklik yapılıyor. Saltanatın kaldırılmasına dair 1 Teşrin-i Sâni (1 Kasım) 1922 tarihli karar aleyhinde konuşmak vatana ihanettir, cezası idamdır deniyor. Aynı kanun böylelikle muhtevası itibariyle 180 derece döndürülmüş oluyor.
Peki, Hilafet?
Birinci Meclis’in Hilafetin kaldırılmasıyla ilgili almış olduğu bir karar yok. Saltanatı kaldırırken, biliyorsunuz, Saltanatı ve Hilafeti birbirinden ayırıyorlar. Siyasî yetkileri sıfır olan sembolik bir dinî lider olarak halifeliği bırakıyorlar. Bunu da İkinci Meclis’te, Mart ayının başında kaldırıyorlar. Bir şahsın üzerinden bu makam alınıp meclisin uhdesine veriliyor.
Resmî tarih tarafından “Şer Cephesi” olarak isimlendirilen İkinci Grup bu lakabı ne zaman aldı?
Esas itibariyle tarih yazımında İkinci Grup’un “Şer Cephesi” olarak isimlendirilmesi çok geç zamanlarda başladı. Mustafa Kemal’in 1923’te İzmit’te basına sıcağı sıcağına yaptığı bir açıklama var. İstanbul’daki gazeteciler Ankara’da olanları duyuyorlar ancak muhtevayı bilmediklerinden Mustafa Kemal’e soruyorlar. Çünkü Ankara’da üç tane grup var: Birinci Grup, İkinci Grup ve Bağımsızlar. Bu gruplaşmaya Mustafa Kemal, “İkinci Grup’la aramızda aslında bir prensip farkı yoktur. Tamamen şahsî meselelerdir, esas problemli olanlar bağımsızlardır” der. Çünkü onları bir türlü tatmin edemiyorlardı. 1927’de Nutuk yazıldı. Orada da doğrudan doğruya bunlar “Şer cephesidir” gibi bir taarruz yok. Terakkiperver’e “en hain dimağların mahsulüdür” der ama İkinci Grup’a demez. Bence Nutuk’u 1937 civarında yazsaydı İsmet İnönü için de diyebilirdi böyle şeyler. Araları bozulmuştu çünkü.
Nutuk’u da siyasî bir metin gibi değerlendirmek lâzım!
Tabii ki. Mustafa Kemal’in gözünden yazılmış bir tarih kitabı. Kendini merkeze alarak yazılmış bir metin olarak bakmak lâzım. Yoksa sadece Nutuk’a bakarak o dönemi anlayamayız. İstiklâl Mahkemeleri hakkında hiçbir şey yoktur kitapta. Enver Paşa’nın adı yalnızca bir belgede geçer. Ali Şükrü Bey’in ne adı ne de hadisesi Nutuk’ta hiç geçmez mesela. Dolayısıyla bu eser mutlaka okunmalı, ancak Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Rauf Bey’in yazdıklarıyla mukayese ederek…
İkinci Grup’un liderlerinden Selahattin Köseoğlu’nun torunu hatıralarını bana verdi. Onu da yayına hazırlıyorum. Bu adam Millî Mücadele’de 3. Kolordu’nun kumandanıydı. Aynı zamanda Sivas Kongresi’nin de güvenliğini sağlıyordu. Bunların gözünden de bakılmalı.
İkinci grup daha eğitimli İkinci Grup kimlerden oluşuyordu?
Kurucusu yedi kişi. Bunların beşi hukukçu. İkinci Meşrutiyet’in hürriyet sloganlarının revaçta olduğu dönemde hukuk okumuş adamlar. Diğer ikisi de asker. Biri Selahattin Köseoğlu, diğeri de evvelki Karakol Cemiyeti’nin başındaki adam Kara Vasıf. Hukukçuların arasında öne çıkan Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Ulaş. İkinci Grup’un lideri yok.
İkinci Grup’u çalışırken tüzüğünü bulamıyorduk. Daha sonra bahsettiğim hatıratın içinden çıktı tüzük. Orada “Grubumuzun bağımsız bir lideri yoktur. Üç ayda bir dönüşür” diyor. Böyle bir siyasî parti olamaz. İkinci Grup bir fikir hareketidir, kişiye bağlı değildir. Meclis’te çok konuşanlardan Ali Şükrü var bir de. İkinci Grup, Birinci’ye göre eğitim bakımından daha donanımlı kişilerden oluşuyor. Yaş olarak daha gençler. “Şer Cephesi” tabiri zaten sosyo-ekonomik arka planına uymuyor.
Bunlar neye muhalefet ediyor?
Birincisi, meclis açılışında bakan seçimi problemi var. Şimdiki gibi değil. Tek tek bakanları meclis seçiyor. Adaylar çıkıyor ve oylanıyor. En çok oyu alan seçiliyor ve akabinde diğer bakanı seçiyorlar. Bir başbakanlık kabinesi ve güvenoyu sistemi yok. Meclis başkanı aynı zamanda başbakan. Dolayısıyla hem yürütmenin, hem yasamanın başı. Buna Meclis Hükümeti sistemi diyoruz. Ama bütün yetkiler de Meclis’te toplanmış vaziyette. Bu adamların en çok vurguladıkları şey “Meclis üstündür ve Meclis’in üstünde hiçbir güç olamaz” fikri. Buna muhalif bir uygulama görünce de karşı çıkıyorlar. Bakanların tek tek seçildiği oylama usulünde Mustafa Kemal’in çalışmak istemediği iki kişi bakan seçiliyor. Bunlardan biri Orhan Kemal’in babası Abdülkadir Öğütçü’dür. Adalet Bakanı oluyor. Diğeri de Türkiye Halk İştirakiyûn Fırkası’nın bir numarası, yani Genel Sekreteri Tokat milletvekili Nazım Resmor. O da İçişleri Bakanı oluyor. Yani Türkiye’nin ilk İçişleri Bakanlarından biri bir sosyalist. Mustafa Kemal ikisine de “ben sizinle çalışmam” diyor ve istifaya mecbur bırakıyor. Sonra kanunu değiştiriyorlar. Bundan sonra bakan seçiminde meclis başkanı aday gösterir, milletvekilleri de onun gösterdiği kişi dışında kimseye oy veremez. Bu bir itiraz kaynağı oluyor.
İkincisi, asker kaçakları sorunuyla alakalı. Balkan Savaşları’ndan beri memlekette sürekli harp var. Genelkurmay yayınlarının resmî rakamlarına baktığımızda çok sayıda asker kaçağının olduğunu görüyoruz. Bunu çözmek için 9 Eylül 1921’de “Firarîler Hakkında Kanun” çıkarılıyor. Buna göre Meclis izniyle “İstiklâl Mahkemeleri” adında olağanüstü yetkili mahkemeler kuruldu. Vereceği kararlar kesin, bir üst mercie başvuru şansı yok. Verdiği hüküm anında infaz ediliyor. Buna da İkinci Grup itiraz ediyor. Hüseyin Avni tenkit ediyor bu mahkemeleri. Ona karşı Birinci Grup’tan eski İttihatçı Tunalı Hilmi “cepheler kan ağlarken tutup İstiklâl Mahkemelerini mi tenkit ediyorsun?” deyince o da “cepheleri tutacak olan silah değil, adalettir” diyor. “Eğer âdil davranmazsak o insanları nasıl seferber edeceğiz?” diye açıklama getiriyor. Zaten temel hak ve hürriyetler konusunda bu mahkemeler müthiş ihlâller yapıyorlar. Şubat ayında bu mahkemeler kaldırılıyor.
Daha tepki çeken bir uygulama var ki, o da 5 Ağustos 1921’de Eskişehir- Kütahya Savaşı’nı kaybedip Yunan kuvvetleri Ankara’ya kadar yaklaşınca Mustafa Kemal’in “başkumandanlığa” getirilmesidir. Daha evvel başkumandanlık padişahta iken bu Meclis’in tüzel kişiliğine alınmıştı. Şimdi ise Mustafa Kemal’e veriliyor. Nutuk’ta “bu kanun hakkında kötü niyetliler vardı, mağlup olursam sorumluluğu bana yükleyeceklerdi” diyor. Unutmayalım, Enver Paşa bu sırada Kafkaslar’da. Trabzon’da da Enver Paşa’nın getirilmesi için her türlü organizasyon yapılmış. Eğer bir başarısızlık olursa Enver Paşa’yı bu hareketin başına geçireceklerdi. Mustafa Kemal başkumandanlık kanunu için bir şart koşarak, “Ben başkumandan olursam vereceğim emirler kanundur” diyor. Dolayısıyla Meclis’in kanun çıkartma yetkisine ortak oluyor. Buna çok itiraz edildi. Bunu üç ayla sınırlandırmak suretiyle kabul ettirdi. “Şayet olağanüstülük ortadan kalkarsa ben bu yetkilerimi iade ederim” dedi. Ancak Kasım, Şubat ve Mayıs’ta üç kere daha uzatıldı. Bir sıkıntı da bu işte.
Diğer problem, bakanların ne iş yapacağı ve ne ile yetkili olacağının ayrı bir kanunla düzenlenmesiydi. Bu kanun hiç çıkmadı. Kanun çıkmayınca Dışişleri Bakanı’nın diplomat tayin etme salahiyeti var mı yok mu, o bile tartışılıyordu.
Aslında tamamen teknik meselelerde problem var.
Evet. Meclis’i merkeze koyup ona göre hadiselere bakışları var. Mustafa Kemal başkumandan olunca emir veriyor ve İstiklâl Mahkemeleri’ni yeniden kuruyor. Bu defa mahkeme âzâlarını da kendi tayin etmeye başlıyor.
M. Kemal’den Ali Şükrü’ye: “Artık sus!”
İtiraz ettikleri hususları konuştuk. Peki, İkinci Grup’un faaliyetleri nelerdi?
İkinci Grup 1922’nin Temmuz ayında kuruldu. Bağımsızların desteğini alıp Birinci Grup’un disiplin yoksunluğundan faydalanarak Meclis’teki çoğunluğu sağladılar. Sayısal olarak Birinci Grup 202, İkinci grup 63, Bağımsızlar da 90 kişiydi.
İlk iş olarak, 8 Temmuz’da bakanların seçimine dair olan kanunu değiştiriyorlar. Meclis Başkanı’nın aday gösterme usulünü iptal ettiriyorlar. Eski sisteme geçiliyor. Aynı gün kuvvetler ayrımına doğru giden bir adım atılıyor ve başbakan ile meclis başkanı birbirinden ayrılıyor. Nasıl bakanları tek tek meclis seçiyorsa, yine meclisin seçtiği bir başbakan uygulamasına geçiliyor. Rauf Orbay oy birliğiyle başbakan oluyor. Mustafa Kemal’den çoğu yetki alınmış oluyor.
Sonra başkumandanlık kanunu geliyor gündeme. Meclis çoğunluğu sağlandığı için üç aylık dönem Ağustos 1922’ye denk gelecek ve kanun geçmeyecek. Zaten Mayıs’ta da kıl payı geçmişti. Aslında geçmedi de, geçirttiler. Bunu sezen Mustafa Kemal “Arkadaşlar! Ben bu yetkileri iade ediyorum” diyor. Aynı gece İsmet İnönü’ye telgraf çekiyor ve “Ben bu meclisle artık çalışmam, meclisi feshedeceğim. Ne dersin? Ordu bizi nasıl görür?” diyor. İsmet İnönü “Bana sorarsan meclisle başladık, meclisle devam edelim ama feshedersen de ben senin arkandayım” diyor.
Yine İstiklâl Mahkemeleri kaldırılıyor. Eğer o tarihten sonra bir İstiklâl Mahkemesi kurulacaksa Meclis’in tasdikiyle yürürlüğe girer diye bir madde koyup İkinci Grup istediğine ulaşılıyor.
Son olarak Hürriyet-i Şahsiye kanunu çıkarıyorlar ki, bu bizim hukuk anlayışımızdan oldukça farklı. Mesela 1982 Anayasası’na göre toplantı hürdür der, sonra “ama” diye bir başlar, istisnalara yetki var mı, yok mu acaba, dersin. “Temel hak ve hürriyetler esastır. Memuriyet nüfuzunu suiistimal ederek temel hak ve hürriyetlerin kullanımını engelleyen askerî ve sivil bürokratlara -şu kadardan şu kadara- ceza verilir” diyor. Bu kanun çıktıktan bir hafta sonra hükümet, “memurlara nasıl iş yaptıracağız, korkarlar” diyor. Kanunu kaldırmak için yeniden oyluyorlar, yine kazanıyorlar. Grup tamamen teknik meselelere itiraz ediyor. O “Şer Cephesi” terimi Şapolyo’nun (Enver Behnan) metinlerinden falan çıkmıştır.
Cumhuriyet’e geçişte katkılarının olduğunu söyleyebilir miyiz?
1923’te Cumhuriyet’i ilân ederken yeni bir anayasa yapmadık. Elimizde 1921 Anayasası vardı; 1924 daha sonra çıktı. 1921 Anayasası’na “Türkiye’nin şekl-i hükümeti Cumhuriyet’tir” maddesini koyuyoruz. Ondan kasıt, meclis hükümeti seçiminden vazgeçilip cumhurbaşkanlığı makamını getirmek. O makam bir başbakan seçiyor, o da kabinesini oluşturuyor ve güvenoyu alıyor. Tek tek bakan seçiminden kabine sistemine geçiliyor. Aslında kabine sistemi, yani adı konmadan Cumhuriyet iki sene evvel teklif ediliyor. Cumhuriyet’in ilânında İkinci Grup’un payı da vardır yani. İktidar o sırada kuvvetlerin ayrılmasını istemediğinden bu işi geciktiriyor. Peki niçin 1923 yılı bekleniyor? Çünkü 1923 seçimleri var. O sırada bütün muhalefet tasfiye edilmiş. Tamamı Mustafa Kemal’in kontrolü altında seçilmiş bir meclis. İsmet İnönü ile arası iyi. İşte ona, “sen başbakan ol, ben de cumhurbaşkanı” diyor. Birinci Meclis’te kabul etmediklerini seçimden sonra bir sonraki mecliste yaptılar.
Birinci Meclis söz konusu olunca en çok tartışılan mevzulardan biri de Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi vakası.
Ali Şükrü Bey İkinci Grup’un kurucu kadrosundandı. Selahattin Köseoğlu hatıralarında bunu söylüyor. Ayrıca Tan gazetesinin sahibidir. Onu öldüren kişinin Topal Osman olduğu kesin. Giresunlu yerel tarihçiler bunu reddetse de bu böyledir. Topal Osman Ankara’ya geldiği zaman onu karşılayan heyetin içinde Ali Şükrü Bey de vardır. Fakat Lozan görüşmeleri yapılırken ihtilaf çıkar. Zabıtlardan açıkça görülür ki, hem Birinci ve İkinci Grup’ta, hem de Bağımsızlar’da Lozan hakkında “savaşta kazandığımızı masada veriyoruz” düşüncesi hâkimdir. Misak-ı Millî’den müthiş taviz verdiklerine inanırlar. İtiraz ettikleri husus, Batı Trakya, Adalar ve Musul ile birlikte Güneydoğu’da tren yolunun hudut yapılmasıydı. Köyün yarısı orada, yarısı burada kalmış. Diyorlar ki: “Biz Ankara Antlaşması’nda ordu bir an evvel batıya gitsin diye böyle yaptık, niye değiştirmiyorsunuz? Bu tabii hudut değil.” Kıbrıs bile gündeme gelmiş. Boğazlar ve kapitülasyonlar da çok tartışılıyor. Mesela 6 Mart 1923’te Mustafa Kemal ile Ali Şükrü Bey arasında Lozan’la ilgili çok çetin bir münakaşa gerçekleşiyor. Mustafa Kemal, “Artık sus. Bir haftadır konuşuyorsun, millete zarar veriyorsun” diyor. Ali Şükrü Bey, “Sizin kimseyi ithama hakkınız yoktur, konuşacağım” diyor. Burada Ali Fuat Paşa’nın anlattığına göre birbirlerinin üzerine yürüyorlar. Bazı kaynaklarda -o sırada meclise silahla girilebildiğinden- eller bellerine gitti deniyor. Netice itibariyle çok sert bir tartışma mevcut. Toplantıyı yöneten Ali Fuat Paşa iş iyice büyüyünce kürsünün üzerindeki çanı salonun ortasına fırlattığını, bu sayede bir suskunluk olunca celseye ara verdiğini anlatıyor.
Topal Osman o esnada orada mıydı?
O tartışma esnasında Topal Osman’ın Meclis’te olup bunu dinlediği ya da sonradan duyduğu söylenir. Hangisi doğru bilmiyorum ama bundan haberdar oluyor. 6 Mart ve 26 Mart’ta Ali Şükrü ortadan kaldırılıyor.
Bunu kendi inisiyatifiyle mi yaptı?
Öyle olma ihtimâli kuvvetli. Topal Osman Mustafa Kemal’e çok bağlı.
Mustafa Kemal Paşa böyle bir emir vermiş olamaz mı?
Böyle yorum yapanlar var, ama ona yönelik somut bir delil yok. Ben tarihçi olarak dayanak ararım. Net olan Ali Şükrü Bey’in Topal Osman tarafından evinde boğdurulduğu. Bu hadise Meclis’in havasını çok bozuyor. Ali Şükrü Bey’in 2 Nisan’da cesedi bulunuyor. Seçim kararı ise 1 Nisan’da alınıyor.
Bu konuda çalışmış biri olarak sizce Birinci Meclis Lozan’ı tasdik eder miydi?
Şimdi sadece Birinci Meclis değil, Birinci Grup’tan da çok fazla muhalif çıkardı; bunu da göz önünde bulundurmak lâzım. Lozan’dan yalnız İkinci Grup rahatsız değil. Muhalefet Temmuz’da nasıl çoğunluğu sağladıysa bence yine sağlarlardı.
1923 Meclisi onaylama makinasıdır
Cumhuriyet sonrası bütün meclisleri göz önünde bulundurduğunuzda Birinci Meclis için meclislerin en demokratıydı diyebilir misiniz?
1923 Meclisi’nin oy kullanmadaki muhalefeti Birinci Meclis’e göre daha azdır. Birinci Meclis’te ittifakla kabul edilen, yani oy birliğiyle kabul edilen kanun sayısı sadece dörttür. İkinci Meclis’te daha çoktur bu. 1927’den 1946’ya kadar 19 yıllık bir dönem var. 1930’da Serbest Fırka, 1945’ten itibaren Demokrat Parti kurucuları, bir de 1931’den itibaren CHP kanalıyla seçilen bağımsızlar var. Meclis’te iki tür oylama yapılıyordu. Birincisi kabul edenler, etmeyenler. İkincisi, herkesin verdiği oyu işleme sistemi. Zabıtlardan kimin ret verip vermediği anlaşılıyor. Bu şekilde isim belirtilerek yapılan oylamalarda 518.500 tane oy kullanılmış. Bunun 518.250’si kabul oyu. Geriye kalanlar reddedenler ve çekimserler. Dolayısıyla kabul oranı %99,95’dir. Bunlar demokrat meclis değil, onaylama makinası anlayacağınız. Zabıtlara bakarsanız, ilk meclisinki çok daha kalındır ve tartışma kısmı çok geniştir. Sonraki meclis zabıtlarında tartışma neredeyse yok gibidir.
Meclisin seçim yaptığı hep vurgulanır. Nasıl bir seçimdi bu?
Günümüzün seçim sisteminden farkı neydi? İki dereceli bir seçimdi. Bugünkü seçimle uzaktan yakından alakası yok. Ama Fransa’daki iki turlu seçim gibi de değil. Biraz Amerikan başkan seçimlerine benziyor. Eyaletlerden delegeler seçilip onlar da başkanı nasıl seçiyorsa, ona benziyor. Bizde de o dönemde halk sadece milletvekillerini seçecek olan kişileri seçiyor.
Demokratik bir seçim söz konusu muydu?
İstanbul’un II. Meşrutiyet’ten kalma tarihî bir seçim sandığı var. Bunu Halk Fırkası bayraklarıyla süslüyorlar ve bir arabanın üzerine koyuyorlar. Marşlar ve sloganlarla bütün İstanbul dolaştırılıyor ve İstanbul Üniversitesi’ndeki merkez binasındaki bir salona getiriliyor. Bütün ikinci seçmenler çağırılıyor. Orada önce vali, sonra belediye başkanı -o zaten genellikle aynı kişidir- bir konuşma yapar. Arkasından CHP’nin il başkanı nutuk çekiyor. Sonra herkes bir şeyler söylüyor ve seçime geçiyorlar. Oy birliğiyle kaç kişi belirlenmişse seçiliyor. Zaten açık oy kapalı sayım yapılıyor. Şimdi buna demokratik seçim diyemeyiz. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ilk mecliste zabıtları birleştirme memurudur ve der ki: “Tek Parti dönemindeki seçimler seçim değil seçmeydi, atamaydı.”
Son olarak, Birinci Meclis nasıl çalışmaz hâle getirildi?
Burada çok yanlış anlaşılma var. Seçim kararı alınırken bir anayasa ihlâli var. 1921 Anayasası’na göre ayrı bir madde vardır. Anayasa meclisin görev süresini iki yıl olarak belirliyor. Bununla birlikte 1924 Anayasası ile bu dört yıla çıkacak. Ama bu ayrı madde der ki: “Seçimlerin iki yılda bir yapılacağına ve meclisin görev süresinin iki yıl olduğuna dair madde bu meclisi bağlamaz. Bu meclis gayesine ulaşıncaya kadar toplantılarına devam eder. Gayeye ulaşmak, meclis tam sayısının 2/3’ünün onayıyla belirlenir.” Meclis için 1920’de Nisab-ı Müzakere Kanunu yapıldı. Ona göre meclisin toplam sayısının teorik olarak 320 olduğu kabul ediliyor. Bunun 2/3’ü 214 oy eder. Ancak bu madde kaldırılırken 214 oy çıkmadı. Dolayısıyla anayasa ihlâl edildi ama kimse buna itiraz etmedi. Çünkü seçim kararı 1 Nisan 1923’te alınıyor. Ali Şükrü Bey kayıp. Meclis artık beraber çalışamayacağı için Birinci ve İkinci Grup olarak teklif veriyor. Bağımsızlar da buna destek veriyor ve mecliste kaç kişi varsa onların oy birliğiyle çıkıyor. Ama sayı 214’ün altında. Anayasa ihlâli vardır ama bu herkesin kabul ettiği bir oylama neticesinde yapıldığı için kimse sesini çıkartmıyor. Hatta Hüseyin Avni Ulaş bu kararın “kutsal karar” olarak tescil edilmesine dair bir konuşma yapıyor.
İşin bir de şu boyutu var: Mustafa Kemal, “Ben seçimden sonra Birinci Grup’u dönüştürerek Halk Fırkası adında bir parti kuracağım” diyor. 1923 seçimlerine Halk Fırkası olacak grup katılacak. İkinci Grup, “Arkadaşlar, henüz Lozan Antlaşması imzalanmadı. Kendimizi dış dünyaya ispatlayamadık. Böyle bir ortamda seçim çekişmesine girmemek için biz bu seçimlere katılmıyoruz. Ama ileride partileşme niyetimiz var” diyorlar. Bağımsızlar zaten çok cılız. İttihatçıların çoğu kendi ideolojisini bırakmış, Kemalist ideolojisi içerisinde Halk Fırkası’nda yer almıştır. Birinci Grup içinde çok ciddi sayıda eski İttihatçı vardı. Ama bunların dışında bir grup var ki, İttihatçılığı yeniden iktidara taşımak istiyor. Bunlar Doktor Nazım, Cavit Bey, Kara Kemal, İsmail Canbolat gibi az sayıda isimlerdi. Ama tabanları vardı. Bunu önlemek için meclisin kapanmasına birkaç gün kala bunları “Hıyanet- i Vataniye Kanunu”na dâhil ettiler.
İstanbul milletvekili Ali Rıza (Bebe) 1923 seçimlerinde Halk Fırkası adına seçimleri yürütme vazifesiyle İstanbul’a geliyor. Ali Rıza Bey gelmişken gazeteciler yakalıyor ve kanun değişikliğini niye yaptıklarını soruyorlar. O da “Bu değişiklik İttihatçılar için alındı” diyor. “İttihat Terakki saltanatın var olduğu bir dönemde kurulmuş bir partidir. Bu partinin programı saltanatın olduğu bir dönemde hazırlanmıştır. Programı böyle olan bir kesim seçime giremez” diyor. Ne kadar zorlama bir yorum, değil mi? Dolayısıyla İttihatçılar da gidince 287 milletvekilinin dağılımı 5 bağımsız, 282 Halk Fırkası şeklinde oluyor. Bu 5’in 2’si hemen saf değiştiriyor. 284 milletvekili Halk Fırkası’na karşı 3 bağımsız listeyi nasıl deldi, sorusu çok ilginç tabii. Biri Bursa’dan Sakallı Nureddin, biri Gümüşhane’den Zeki (Kadirbeyoğlu) ve diğeri de Kayseri’den Zeki (Karakimseli) Bey.