Paşa babalarıyla iftihar ediyorlar...

Derin Tarih Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Armağan Kâzım Karabekir Paşa’nın hayattaki kızları Hayat ve Timsal hanımlarla sohbetlerini Derin Tarih okurları için kaleme aldı. Baba Kazım Karabekir'in hayatı yer yer hüzünlü, yer yer şaşırtıcı bir tarih yolculuğuna çıkarıyor bizleri.

Kâzım Karabekir nasıl bir insandı? Siyasî tarafını sormadan önce, evin içinde bir baba ve aile reisi olarak Karabekir Paşa'yı merak ediyorum. Çünkü resimlerine, kitaplarına bakınca sert bir Osmanlı komutanı gibi algılanıyor. Öyle miydi gerçekten de?


7 Kasım 1927 yılında Kazım Karabekir ve İclal hanımın ikiz kızlarından biri olaran Hayat Karabekir Feyzioğlu İstanbul Kanlıca' da dünyaya geldi.
Hayat Karabekir Feyzioğlu:
İlkokul çağında üzüntülü, etkileyici olaylar yaşanmasına rağmen eve girdiğimizde babam hiçbir üzüntülü mevzuyu konuşturmazdı. Biz çocukken “karga" derdik, kara elbiseler giymiş, babamın nereye gittiğini gözleyen hafiyeler evimizin etrafında dolaşırdı. O günlerde geçen bir olayı anlatayım size.

Yıllardan 1935 veya 1936. Erenköy'de köşkte oturuyoruz. Babamın en yakın arkadaşı Cafer Tayyar Paşa'nın çocuklarının sünnet düğününe davetliyiz. Annem, babam (Allah rahmet eylesin), Emel kardeşim ve ben, o zaman araba yok, hiçbir şey yok, Şaşkınbakkal'a kadar yürüdük. Şaşkınbakkal'dan kalabalık bir tramvaya bindik. Kimler var, kimler yok farkında bile değiliz. Kısıklı'ya geldik. Kısıklı'da vasıta değiştirip Tayyar Paşa'nın Salacak'taki evine gideceğiz. Babam tramvaydan indi, anneme yardım etti, annem de arkadan bizleri aldı. Bu sırada tramvay hareket etti, gidiyor. Babam öne doğru koştu, tramvayın camını tıklattı. “Dur çocuğum," dedi, “Beni takip edenler var içeride, onlar indiğimi görmedi. Müsaade edin, onlar da insin." “Peki" dedi vatman ve durdu. Arkasından kaç kişi ise onlar da indiler. Babama sordum: “Babacığım, niye bunların inmelerine yardım ettiniz? Ne güzel, onlar sizi görememişken, biz giderdik Cafer Tayyar Paşa'nın evine, onlar da Paşa'yı kaybettik diye arkamızdan gelemezdi." “Öyle deme kızım" dedi, “Düşünürsen onlar da bir görev icabı peşimdeler. Maaşlarını işlerini iyi yapabilirlerse alacaklar. Onların da çoluk çocuğu var. Onların vazifesi, beni gittiğim yere kadar takip etmek. Takip etmeleri bize göre güzel bir şey değil ama işlerini yapıyorlar." Babam onlara “Çocuğum, biz başka yere gidiyoruz. Gelin arkamdan" dedi. Hafiyelerle Salacak tarafına giden tramvaya bindik. Peşimizden geldiler. Sünnet düğününe iştirak ettik. Dönüşte baktık, gene bekliyorlar, peşimizden geldiler.

Benim çocukluğum böyle takip altında geçti. Mesela o dönemlerde Erenköy'de oturuyoruz, babam haftada bir veyahut birkaç gün Erenköy istasyonuna giderdi. Orada Afiyet Eczanesi vardı; eczacıyla ahbaptı. Kendisine çok saygı ve sevgi gösterirlerdi. Babam halkın içinde olan bir kimseydi. Halktan kopmamıştı, oradaki esnaf birbirine “Paşa gelmiş, Paşa gitmiş" derlerdi. Gittiği yerlere bizleri de götürür, halktan kopmamızı istemezdi.

Onun için babamdan sonra da, babamın zamanında da çok sevilen bir Karabekir Paşa ailesi vardır. Esnaf da çok üzüldü babamın ölümüne. Bizlere her zaman için birer candan ağabey, amca olmak isteğini duydular ve çok yakınlıklarını gördük.

Babanız 1939'da milletvekili olunca Ankara'ya gittiniz.
H. K. Feyzioğlu: Ankara'daki hayat daha başkaydı. Vekil vükelanın çocuklarının okuduğu bir okula verdi babam bizi. Ama biz Erenköy'de köy okulu denilecek kadar mütevazı bir okulda, halkın içinde yetişmiştik. Tamamen tersi bir hayat vardı Ankara'da. Onları hiçbir şekilde kötülemiyorum ama bizim mizacımıza uymayan bir hayattı o.

Karşılaştığınız daha zenginleşmiş bir çevrenin hayatıydı, değil mi?
H. K. Feyzioğlu: İnanın biz onların içinde çok fakir kaldık. Bir gün hiç unutmam, 5. sınıftayım. İsim vermeyeceğim. Her kesimden arkadaşlarım var. Vekil vükela çocuklarından bir grup Akbaba Mecmuası'nı alıp gelmişler. İçlerinden birisi dergiyi eline aldı, “Çocuklaar!" dedi, “Bakın, bu resimdeki, Hayat ve Emel'in babası." Dergide o zamanki bütün muhalif paşaların resimleri vardı: Ali Fuat Paşa, Cafer Tayyar Paşa, Rauf Bey… Karikatürist hepsini küçük küçük, yıldız gibi yapmış, sonra bir güneş doğmuş. Mustafa Kemal güneş, muhalif paşalar da ondan kaçıyor. Güneş doğmuş da tüm yıldızlar kaçıyor gibi. O kadar küçüğüz ve o kadar siyasetle alakamız yok ki, neden, kimden kaçıyor babamız? Anlamıyoruz. Babam bize evde hakikatten başka bir şey söylemezdi. Hakikati biliyorduk, ama kimseyi de kötülememiştir.

Bunun üzerine eve geldik, çok üzüldüğümüzü söyledik ve bu okula gitmeyeceğiz, dedik. Babam hemen okula geldi, müdür beyle konuştu. Ve müdür birkaç gün sonra sınıfta herkesin içinde bizden özür diletti. Babam dedi ki: “Siyaset çocuklarımızın sınıflarına kadar girdi demek. Halbuki herkes vazifesini yaptı, herkes kendisine göre vatanı için çalıştı." Sonra okul değiştirdik.

Anlaşılan evde de siyasetten bahsetmezdi.
H. K. Feyzioğlu: Babamın yaşadığı her şeyi biliyorduk. Biz yaşamadık ama İstiklal Mahkemeleri'nin ne kadar haksız, ne kadar yersiz olduğu evde hep konuşulurdu.

Annenizle babanız arasında da konuşulur muydu?
H. K. Feyzioğlu: Tabii tabii... Küçük bir çocuk nasıl okumayı yazmayı öğreniyorsa babam da yakın tarihimizi, söyleyebildiği kadar, anlayabileceğimiz şekilde anlatırdı. Beraber uzun yürüyüşlere çıkardık. Yürürken bize tarihimizi anlatırdı.

Siz onları bilerek ve bilinçlenerek büyüyünce ve size öyle bakıldığını görünce tabii daha çok muhalif oldunuz...
H. K. Feyzioğlu: Tabii, tabii. Benim çocukluğumda evimiz polisler tarafından iki kere basıldı (1933'te). Ondan önce de basılmış ama ben hatırlamıyorum. Evdeydik. 5-6 yaşındaydım. Sabah saat 4'te geldi sivil polisler. Annem böbrek hastası. Aşağıda masanın üzerinde ilacı var. Babam “N'oluyor bu saatte?" dedi polislere, “Bu kadar daha uyku uyuma hakkımız var." “Emir aldık Paşam!" dediler ve evi talan ettiler. Babamın evraklarından 96 dosyayı götürdüler. İnceleyip geri getireceğiz dediler; hiçbir şey geri gelmedi. Hatta babam o zaman İsmet Paşa'ya mektup yazıp durumu anlatmış. Tabii İsmet Paşa da üzülüyor bu durumlara. Tazminat gibi bir para geldi ondan; yaptıklarını kabullenmişler gibi.

İsmet Paşa'nın kızıyla da (Özden Toker) bir arkadaşlığımız var. Benden bir şey istedi. “Bak Hayat!" dedi, “Senin babanın hatırası, evrakları toplanıp gitti. Bizim evimizde de çok tarihî yazılar var. İsmet Paşa'nın babana yazdığı mektupları bulup getirirsen, ben de babamın yazdığı mektupları toplayıp ortaya çıkartırım, 'İsmet Paşa ile Kâzım Paşa'nın Mektupları ve Cevapları' diye bir kitap yazdırmak istiyorum" dedi. Tabii öğrencileri çok genç ve eski yazıyı bilmiyor. Bu arada rahmetli eniştem Faruk Özerengin (ikiz kardeşim Emel'in kocası) eski yazıyı çok iyi bilirdi. Ondan rica ettik. İsmet Paşa'nın mektuplarını aradı, taradı, bulamadı. Yalnızca bir-iki tane kart buldu. Ben de onları Ömer'e vermiştim. Birkaç kart daha buldu, onları verdi. Mektupları ise bulunamadı. Faruk Bey, “Tahmin ediyorum ki, babanın evi basıldığında evrakı kireç kuyularında yakılmıştı, mektupları da onun içinde yanmıştır" dedi. [Karabekir'in İstiklal Harbimiz kitabında İsmet Paşa'nın iki mektubunun fotokopisi yayınlanmıştı. Bunların orijinallerinin de kaybolduğu anlaşılıyor. M. A.]


“Kahramansınız paşam!" dedikleri zaman “Hayır!" derdi, “Kahramanlık görevin bittiği yerde başlar."


Timsal Hanım, Kâzım Karabekir bir baba ve bir aile reisi olarak nasıl bir insandı? Bize insan Karabekir'i anlatır mısınız?


Kazım Karabekir Paşa'nın 3. kızı olan Timsal Karabekir Yıldıran 1941'de Ankara'da  doğdu.
Timsal Karabekir Yıldıran:
Dolu dolu geçen 7 sene... Yalnız ben ablalarımın çektiği sıkıntıları yaşamadım. Çünkü babamın son “ikbal dönemi"nde dünyaya gelmişim. 1941'de Ankara'da doğdum. Yazları şimdi vakıf olan Erenköy'deki köşkte yaşardık. Bakın, insanın babasıyla iftihar etmesi çok önemli bir şey. Her baba evlatla iftihar eder. Kâzım Karabekir'in evladı olmak gerçekten çok farklı ve çok mesuliyetli bir duygu. Mesela kahramanlığı hiçbir şekilde kabul etmemiş bir insan. “Kahramansınız Paşam!" dedikleri zaman “Hayır!" derdi, “Kahramanlık görevin bittiği yerde başlar." İşin güzel tarafı, Kâzım Karabekir'in baba yönü bizlerle sınırlanmamış. Bizlerden önce 6.000 Türk evladına, 5.000'e yakın da Ermeni evladına "yetim babası" olmuş bir insan. Ben babama akıl erdiremiyorum doğrusunu isterseniz. O çok farklı yapıda bir insanmış.

Üstüne vazife olmadığı halde böylesine muazzam bir işe girişmek hakikaten akıl almaz bir davranış.
T. K. Yıldıran:
Hayatım kitabına baktığınız zaman yine kendi ifadesiyle bir aile geleneğidir, diyor ihtiyacı olan kişiye el uzatmak... Yani bu bizim ailemizin olmazsa olmazıdır, yapılması gerekir, diye bakıyor. Buradan yola çıkarak biz de bazı çocuklara bir şeyler yapmak istiyoruz ama Karabekir'in yaptığını, ben genç yaşta kendi hesabıma yapamadım. Yetim evlatlara gerçek bir baba oluyor. Mesela “Köşede ayna var, o aynada kendine çeki düzen vermeden dışarı çıkmayacaksın" diyor. Yani kendine saygıyı öğretiyor. Mesela “Yüksek rütbede bir insanın odasına girdiğin zaman odadaki açık cam seni üşütürse izin isteyerek kapat" diyor. Yani bu kendine güveni aşılamaya çalışıyor.

Onun evlatlarıyla keşke fırsatınız olsaydı da konuşabilseydiniz. Hemen hemen kalmadı. Bir Mehmed Şairoğlu ağabeyim var, Çınarcık'ta oturuyor. Ama çok evlatları var. Ve hepsi “babamız" diye mektup yazıyor. Bir sünnet sahnesinde “Babacığım, o korktuğumuz anlarda bizim nasıl elimizi tuttun, bize armağanlar verdin" diye yazıyorlar. İnsanın 2 erkek evladı olur, onların sünnetini yaptırır. Siz 4.000 erkek evladın tek tek elini tutup sünnetini yaptırabilir misiniz?

Yani Kâzım Karabekir olmak farklı bir şey, evladı olmak da çok şerefli ama zor ve mesuliyetli. Onurlu ama en ufak bir yanlış adıma da hakkımız yok.

Onun izinden, onun bıraktığı noktadan bir şeyleri sürdürmeye mecburuz. Ama bu biraz karıncanın hikâyesine benziyor. 6.000 evlada baba olmuş bir adam... Biz Kâzım Karabekir Vakfı olarak ancak 104 evlada bakabiliyoruz. Sadece maddi yardım edebiliyoruz, manevi değil. Ama onun yolunda olmak da teselli kaynağımız.

Küçüktünüz ama babanızla ilgili bir hatıranız vardır belki.
T. K. Yıldıran: Ablamınki kadar olmasa da var. Çocukluğumda bir bayramdı, kapı çalındı. O gün babam çok güzel bir yeşil kazak giymişti. Gözleri de yeşildi ve kendisine çok yakışırdı. Ne acı ki, gelen eski bir askeriymiş. “Paşam, açım çıplağım..." dedi. Benim o 5 yaşımda gördüğüm sahne gözümün önündedir: Babam anında kazağını çıkartıp o kişiye verdi. Yani paylaşan bir insandı.