Osmanlı’dan sonra taşlar yerinden oynadı
Osmanlı'nın Ortadoğu'dan çekildiği süreçlerde siyasal iklimler de hızla değişti. Türkiye Ortadoğu denklemlerinin içinde bu coğrafyanın önemli bir parçası oldu.
Peter Mansfield’in çok güzel bir kitabı var: Osmanlı Sonrası Ortadoğu Dünyası. Bu kitapta 1918 Mondros Mütarekesi sonrası Osmanlı’nın ricat ettiği topraklarda yeni kurulan sistem ve düzen ile bu yeni siyasal iklimlerde hızla değişecek siyasal iktidarlar ve bir türlü yerleşemeyecek ‘istikrar’ pek güzel anlatılır.
Gerçekten de sadece Ortadoğu değil, Osmanlı Balkanlardan da geri çekildikten sonra bu coğrafyalarda uzun süreçli huzur ve istikrar görülemedi. Aslında ‘Osmanlı çekildikten sonra’ gibi bir tabir, resmin bir kesimini anlatmaktadır.
II. Abdülhamid’in 1909’daki halli sonrası Balkanlar istikrarını kaybedecek, sonra da Ortadoğu coğrafyasında taşlar yerinden oynayacaktır. Dönemin emperyalist ve aynı zamanda kolonyalist güçleri sadece Osmanlı’yı ve petrol bölgelerini paylaşmakla kalmayıp birbirlerinin nüfuz alanlarına da darbe vurmaya çalışacaklardır.
Türkiye Lozan’da Musul meselesi için bir akşam otelde Lord Curzon ile tartışırken, Curzon ünlü bastonunu sallayarak, “Burnunuzun dibinde Suriye var, onunla ilgilensenize” diyecektir. Çünkü İngiltere alabildikleri ile yetinmeyip Fransa’nın nüfuz alanına giren Suriye’yi de kendi kapsama alanına dâhil etmek istemektedir. Suriye’den Baas ideolojisi çıkacak, bu ideolojisi ile kolonyalist yaklaşımın İslam coğrafyasına medeniyet dokunuşu denenmek istenecektir.
II. Abdülhamid sonrası hızlanan Filistin göçü 1917 Balfour Deklarasyonu ile hayatiyet bulacak ve Osmanlı’daki Siyonist gönüllülerinin el ele vermesiyle Yahudi yerleşimi neşvünema bulurken, yine 1948’de Ben Gurion’un toplantılar yaptığı Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda İsrail Devleti kurulacaktır. Sadece Irak’a değil, artık Filistin, Mısır, Sudan, Kuzey Afrika ülkeleri ve Suriye’ye de huzur ve istikrar gelmeyecektir.
Arap Baharı denilen, katılımcılık ve çoğulculuk isteyen siyasal hareketler kendini gösterince Suriye’de de kıpırdanmalar oldu. Önceleri Esed rejiminin çok çabuk teslim olacağı düşünüldü. Ancak Suriye’de farklı ülkelerin farklı strateji ve perspektifleri olduğu unutuldu. Irak’ta Şii Maliki rejimi ve Mısır’da Mursi iktidarı sonrası tam ortada kıskaca alındığını düşünen İsrail ve İsrail yanlısı politika üretmekle görevli merkezler, Mursi’yi iktidardan indirdiler.
Böylece Türkiye de önemli bir sacayağından mahrum oldu. Etki alanını genişletmesi tarih ve coğrafyanın bir zorunluluğu olan Türkiye’nin önünün kesilmesi planı uygulamaya konuldu. Yıllarca desteklenen bir terör örgütünün Suriye tezahürü olan PYD ve onun silahlı kanadı olan YPG, özgürlük savaşçısı birer figür yapıldı.
Soğuk Savaş yıllarının iki ayrı düşmanı gibi gösterilen ABD ve SSCB, o dönemde biri denizler ve okyanuslarda global hâkim, diğeri de karadan onun lojistik destekçisiydi.
Zımnî olarak dünyayı hegemonik alanlara bölmüşlerdi. Bugün de öyle anlaşılıyor ki PYD ve Kürt kantonları ya da Kürt kuşağı olgusunda anlaştılar. Ancak anlaşmaları gereken bir ülke daha var: Türkiye.
Türkiye denkleme girmeden formülleri hayata geçirilemez. Zira bu Türkiye artık 1965-71 arasında Ortadoğu coğrafyasına açılmak istiyor diye 12 Mart 1971 Muhtırasıyla cezalandırılan, Kıbrıs’ta haklarını koruyor diye ambargo uygulanan ülke değil. Eski çamlar bardak oldu!